Yorum ve Eleştiri Üzerine (II)* | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Yorum ve Eleştiri Üzerine (II)*

YazarResmi

Yorum ve Eleştiri Üzerine (II)*

 

Eleştiriler; bağlamı, niyeti ve potansiyeli dikkate aldığında, adil ve hoşgörülü bir toplum inşasına hizmet etmiş olur.


 

Eleştirinin İçeriği ve Yöntemleri

 

  Eleştirinin gücü, bir sanat eserinin veya yaratımın çok boyutlu doğasını ortaya koymasından gelir. Bu karmaşık süreç, sadece eserin ne anlattığına değil, aynı zamanda eleştirinin nasıl ve hangi bağlamda yapıldığına da odaklanır. Verilen metnin ana hatları, bu karmaşıklığı üç ana başlık altında ele alıyor: eleştirinin içeriği, dayandığı değerler ve yarattığı tepkiler. Bu başlıkları, konu hakkında kafa yoranların bakış açılarını yansıtarak tartışma alanı açmak ve nispeten derin bir analiz için ele alacağım. Eleştirinin temel iddiaları, eserin özgünlüğünü ve derinliğini öven olumlu yorumlarla, onu yüzeysel ve provokatif bulan olumsuz yorumlar arasında geniş bir yelpazede çeşitlilik gösterir. Bu durum, Fransız edebiyat eleştirmeni Sainte-Beuve’ün eleştiriye yaklaşımını akla getirir. Sainte-Beuve, bir eseri anlamak için sanatçının hayatına, kişiliğine ve çevresine odaklanmanın önemini savunur. Ona göre, eser sanatçının bir yansımasıdır. Örneğin, Frida Kahlo’nun otoportrelerini analiz ederken, onun acı dolu yaşam öyküsü, geçirdiği kaza ve politik duruşu göz ardı edilemez. Bu yaklaşım, eleştirinin öznelliği sorununu da beraberinde getirir. Yıkıcı ve aşağılayıcı eleştiriler, Alman felsefeci ve toplum bilimci Theodor W. Adorno’nun “kültür endüstrisi” eleştirisiyle ilişkilendirilebilir. Adorno’ya göre, popüler kültürde yer alan sanat eserleri, özgünlükten yoksun, kâr odaklı ve standartlaşmış ürünlerdir. Andy Warhol’un Campbell’s Çorba Kutuları serisi**, bu eleştiri için mükemmel bir örnektir. Sanatçının günlük bir tüketim maddesini sanat nesnesine dönüştürmesi, sanat ile ticari ürün arasındaki sınırları bulanıklaştırır ve sanatın bir meta haline geldiği savını güçlendirir. Eleştiride kullanılan dil ve üslup farkları da bu karmaşıklığı gösterir. Akademik ve nesnel dille yapılan eleştiriler, Yorum ve Aşırı Yorum adlı kapsamlı bir eser topluma sunan Umberto Eco’nun “açık eser” teorisiyle paralellik gösterir. Eco’ya göre, bir sanat eseri, izleyiciye birden fazla yoruma açık bir yapı sunar. Bu durum, eserin yorumlanmasına yönelik farklı yaklaşımların meşruiyetini güçlendirir.  

 

Eleştirinin Dayandığı Değerler ve Bakış Açıları   

 

  Eleştiriler, temelinde farklı toplumsal ve sanatsal değerlere dayanır. Eseri beğenenler genellikle özgünlük ve yenilikçiliğe vurgu yaparken, eleştirenler daha çok geleneksel estetik ve ahlaki değerlere odaklanır. Bu ikilik, sanatın ne olduğu ve ne olması gerektiği tartışmasının bir yansımasıdır. Yaratma Cesareti kitabının yazarı Rollo May’in yaratıcılık üzerine düşünceleri, bu noktada anlam kazanır. May, yaratıcılığın varoluşsal bir cesaret eylemi olduğunu savunur; bu eylem, sanatçının bilinmeyenle yüzleşmesini ve statükoyu sorgulamasını gerektirir. Bu bağlamda, bir eserin sınırları zorlaması, May’e göre gerçek bir yaratıcılığın göstergesi olabilir. Amerikalı sanatçı Marcel Duchamp’ın “Çeşme” adlı eseri, sanat dünyasının yerleşik kurallarını radikal bir şekilde sorgulayarak bu cesur eyleme bir örnek teşkil eder.   Eleştiri, sadece estetik yargılarla sınırlı değildir; ideolojik ve estetik çerçeveler de eleştirileri şekillendirir. Jean-Jacques Rousseau, sanatın toplum üzerindeki etkisine dair kuşkularını dile getirmiştir. Rousseau’ya göre, sanat ve bilimler, toplumu yozlaştırabilir ve insanı doğasından uzaklaştırabilir. Bu bakış açısıyla, bazı eleştirmenler bir eserin toplumsal değerlere aykırı olduğu yönündeki iddialarını Rousseau’nun düşüncelerine dayandırabilirler.   

 

Tepkiler, Etkiler ve Yıkım   

 

  Bir sanat eserinin yarattığı tartışmalar ve eleştiriler, sanat dünyasında hararetli bir atmosfer yaratır. Sanatçıların bu eleştirilere verdikleri farklı yanıtlar, edebiyat eleştirmeni Derrida’nın “yapıbozumu” (dekonstrüksiyon) kavramıyla açıklanabilir. Derrida, metnin sabit bir anlamı olmadığını, aksine farklı okumalarla sürekli yeniden kurulduğunu savunur. Bu bakış açısıyla, sanatçının eserinin arkasında durarak kavramsal çerçevesini açıklaması veya eleştirilere meydan okuyan bir tavır sergilemesi, eserin anlamını yeniden inşa etme çabası olarak görülebilir. Tartışmaların eserin tanınırlığını artırması, filozof ve toplum eleştirmeni Ivan Illich’in “kurumsal sapmalar” teorisiyle bağdaştırılabilir. Illich, modern kurumların (bu durumda sanat dünyası) kendi varlıklarını sürdürmek için “tartışma yaratma” gibi yan etkiler üretebileceğini öne sürer. Bu durumda, eleştiri ve polemikler, eserin kendisinden daha çok, sanat piyasasının ve kurumlarının dinamiklerini güçlendiren bir araç haline gelebilir.   Sonuç olarak, bir yaratıcının tartışmalı eseri hakkında yapılan eleştiriler, eleştirinin ne kadar karmaşık ve çok boyutlu bir olgu olduğunu gösterir. Eleştirinin adil, yerinde ve etkili olup olmadığını değerlendirmek için, Adorno’nun kültürel eleştirisinden Derrida’nın yapıbozumcu yaklaşımına, Rousseau’nun toplumsal kaygılarından Rollo May’in yaratıcılık felsefesine kadar farklı bakış açılarını dikkate almak gerekir. Yapıcı ve düşünceli eleştiriler, sanatın ve kültürün gelişimine önemli katkılar sağlarken, önyargılı ve yıkıcı eleştiriler sadece polemik yaratmaktan öteye gidemez. Her eleştiriyi kendi bağlamında değerlendirmek ve farklı bakış açılarını anlamaya çalışmak büyük önem taşır. Bu, eleştirinin yalnızca bir yargılama aracı değil, aynı zamanda yaratma ve anlama sürecinin de bir parçası olduğunu gösterir.   

 

Eleştiriye Emek Verenlerin Katkıları

 

  Adı geçen isimlerin bakış açıları, eleştirinin farklı yönlerini aydınlatarak onu daha bütüncül bir şekilde anlamamızı sağlıyor. 

  

Sainte-Beuve ve Adorno: Sainte-Beuve’ün eleştiriyi sanatçının kişiliğiyle ilişkilendirmesi, eleştirinin öznel boyutu ve sanatçının yaşam öyküsünün eseri nasıl etkilediği üzerine odaklanır. Buna karşılık Adorno’nun “kültür endüstrisi” eleştirisi, sanat eserinin toplumsal ve ekonomik bağlamını ortaya koyar. Birlikte, eleştirinin hem kişisel hem de sistemsel faktörlerden etkilendiğini gösterirler. Adorno, Marksist gelenekten beslense de ortodoks Marksizm’i eleştirerek sanatın sadece altyapının bir yansıması olmadığını, kapitalizmin kendisini üreten bir güç haline geldiğini savunur.   

  

  Rollo May ve Jean-Jacques Rousseau: May, yaratıcılığı cesur bir eylem olarak görürken, Rousseau sanatın toplumsal yozlaşmaya yol açabileceği konusunda kuşkucudur. Bu ikili, eleştirinin sanatın amacına ve topluma olan etkisine dair temel bir tartışmayı temsil eder: Sanat, cesaretle sınırları aşmalı mı, yoksa toplumsal normlara saygı mı duymalıdır?   

 

  Umberto Eco ve Jacques Derrida: Eco, eserin çoklu yorumlara açık bir yapıya sahip olduğunu savunarak eleştirinin sınırsız potansiyelini vurgular. Derrida’nın yapıbozum yaklaşımı ise sabit bir anlam olmadığını ve her okumanın yeni bir yorum yarattığını gösterir. Bu iki yazar, eleştirinin metnin kendisinden daha çok, onun yorumlanma süreciyle ilgili olduğunu ve anlamın dinamik bir şekilde inşa edildiğini aydınlatır. Derrida’nın yaklaşımı, Sainte-Beuve’ün eleştiri yöntemine radikal bir karşı çıkıştır. Sainte-Beuve, metnin anlamını sanatçının niyetine bağlarken, Derrida tek bir "doğru" yorum olmadığını söyler. 

  

  Ivan Illich: Illich’in kurumsal eleştirisi, eleştirinin sadece eseri değerlendirmekle kalmayıp, aynı zamanda sanat kurumlarının ve piyasasının işleyişini nasıl şekillendirdiğini gösterir. Bu bakış açısı, bir tartışmanın sanatsal değerden çok, piyasa dinamikleriyle ilgili olabileceğini ortaya koyar. Bu tartışmalar, eleştirinin sadece bir yargı verme aracı olmadığını, aynı zamanda kişisel, toplumsal, ekonomik ve felsefi boyutları olan karmaşık bir süreç olduğunu anlamamızı sağlar. Her biri, eleştiri pratiğinin bir yönünü derinleştirerek, onun neden bu kadar önemli ve tartışmalı olduğunu açıklar. Ayrıca bir eleştirmenin eseri değerlendirirken gözlem, bağlam analizi ve yorumlama gibi adımları izlemesi, eleştirinin belirli bir metodolojiye dayandığını gösterir.  

 

Marksist Eleştiri Perspektifi

  

Marksist eleştiri, iş ve eylem, estetik ve sanat konularına üretim ilişkileri, sınıf mücadelesi ve ideoloji çerçevesinden yaklaşır. Bu perspektif, sanatı sadece bireysel bir ifade biçimi olarak değil, aynı zamanda toplumun ekonomik ve politik yapısının bir yansıması ve aracı olarak görür.   

 

  İş ve Eylem Perspektifi: Marksistler için iş (emek), insanın doğayı dönüştürerek kendini gerçekleştirdiği, varoluşunun temelini oluşturan bir eylemdir. Ancak kapitalizmde iş, yabancılaşmış bir faaliyete dönüşür. İşçi, ürettiği nesneye, üretim sürecine ve kendi doğasına yabancılaşır. Bu yabancılaşma, sanat ve estetik alanına da yansır.   

  Sanatın Metalaşması: Kapitalist sistemde sanat eseri, tıpkı diğer ürünler gibi bir meta haline gelir. Sanatçının yaratıcı emeği, piyasa değeri üzerinden alınıp satılan bir ürüne dönüşür. Bu durum, sanatçının eser üzerindeki kontrolünü kaybetmesine ve sanatsal ifadenin ekonomik taleplere göre şekillenmesine yol açabilir.   

  Sanatçının Yabancılaşması: Sanatçı, emeğinin ürünü üzerinde tam bir söz sahibi olmaktan çıkarak, galeri sahiplerinin, koleksiyonerlerin veya piyasanın taleplerine hizmet eden bir “üretici” konumuna düşebilir. Sanat, gerçek özgünlüğünü kaybederek, sistemin devamlılığını sağlayan bir eğlence veya statü sembolüne indirgenebilir.   

Estetik ve Sanat Eleştirisi Marksist eleştiri, sanatın toplumsal yapıyı gizleyen veya pekiştiren ideolojik bir aygıt olduğunu savunur. Bu bakış açısına göre sanat, baskın sınıfın çıkarlarına hizmet ederek, mevcut sistemin doğal ve kaçınılmaz olduğu yanılsamasını yaratır.   

  Altyapı ve Üstyapı İlişkisi: Marksist kuramda toplum, ekonomik altyapıdan (üretim güçleri ve ilişkileri) ve bu altyapının üzerine inşa edilen üstyapıdan (devlet, hukuk, din, sanat gibi kurumlar ve ideolojiler) oluşur. Sanat, üstyapının bir parçası olarak, altyapıdaki sınıf ilişkilerini yansıtır ve bu ilişkilerin devamlılığına hizmet eder. Örneğin, burjuvaziye ait tablolar, genellikle o sınıfın zenginliğini ve gücünü yüceltir.   

  İdeoloji ve Gizleme: Sanat, sınıf farklılıklarını gizleyerek veya meşrulaştırarak ideolojik bir rol oynar. Bir müzik eseri veya bir film, yoksulluğu bireysel bir sorun olarak sunarak, aslında sistemin yarattığı yapısal eşitsizlikleri göz ardı etmemize neden olabilir.   Devrimci Sanat Potansiyeli: Ancak Marksistler, sanatın sadece mevcut düzeni yansıtan pasif bir ayna olmadığını da vurgular. Sanat, aynı zamanda bilinç uyandırma ve devrimci bir eylem aracı olarak da kullanılabilir. Diego Rivera’nın duvar resimleri, bu perspektifi yansıtan güçlü bir örnektir. Meksika devrimi sonrası işçi sınıfını, sömürüyü ve sosyal adaletsizliği resmetmesi, sanatı bilinç uyandırma ve devrimci bir eylem aracı olarak kullanır.   

  Sanat ve   Gerçeklik: Marksist estetik, sanatı toplumsal gerçeklikle ilişkisi üzerinden değerlendirir. Gerçekçilik, çoğu Marksist için önemli bir estetik kategoridir. Sanatın toplumsal ilişkileri ve sınıf mücadelesini doğru ve ikna edici bir şekilde yansıtması beklenir. Ancak bu, sanatın sadece bir propaganda aracı olması gerektiği anlamına gelmez. Sanat, aynı zamanda insanların duygu ve bilinçlerini harekete geçiren bir estetik güce sahip olmalıdır. Bu bağlamda Marksist eleştiri, bir sanat eserine bakarken “kimin için yapıldı?”, “hangi sınıfın değerlerini yansıtıyor?” ve “sistemin çelişkilerini mi gizliyor yoksa açığa mı çıkarıyor?” gibi sorular sorar. Sanatı, toplumsal mücadelenin ve ideolojik çatışmaların ayrılmaz bir parçası olarak konumlandırır.  

  Sonuç olarak, bir yaratıcının tartışmalı eseri hakkında yapılan eleştiriler, eleştirinin ne kadar karmaşık ve çok boyutlu bir olgu olduğunu göstermektedir. Bu karmaşıklık, eleştirmenin ve okuyucunun omuzlarına önemli bir yük bindirir. Eleştiri, Adorno’nun metalaşmaya karşı bir duruş, Rollo May’in cesur yaratıcılığın bir kutlaması, Rousseau’nun toplumsal bir sorgulaması, Derrida’nın ise anlamın çok katmanlı yapısının bir keşfi olabilir. Önyargılı ve yıkıcı eleştiriler sadece polemik yaratırken, gerçek anlamda yapıcı ve düşünceli bir eleştiri, bu farklı bakış açılarını birleştirerek sanatın ve kültürün gelişimine paha biçilmez bir katkı sağlar. Bu nedenle, her eleştiriyi kendi bağlamında değerlendirmek, farklı bakış açılarını anlamaya çalışmak ve sanatın sunduğu sonsuz olasılıkları kucaklamak, modern eleştirinin en önemli görevidir.

 

Kişilerin İş ve Eylemleri Hakkında Eleştiriler Nasıl Olmalı?

 

  Sanat eserleri gibi, kişilerin iş ve eylemleri de çok boyutludur ve bu yüzden eleştirilirken bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşılmalıdır. Tıpkı bir sanat eleştirmeni gibi, bir kişinin eylemlerini değerlendirirken de belirli ilke ve yöntemlere bağlı kalmak, eleştirinin yapıcı ve adil olmasını sağlar. Bu ilkeleri, daha önce ele aldığımız yazarların bakış açılarıyla ilişkilendirerek somutlaştıralım.

 

1. Eleştiri Yıkıcılıktan Kaçınmalı, Bağlamı Anlamalıdır

 

  Eleştiri, öncelikle yıkıcı olmaktan kaçınmalı ve bağlamı anlamaya odaklanmalıdır. Bir kişinin eylemi, sadece görünürdeki sonuçlarıyla değil, o eyleme yol açan koşullar ve niyetlerle de değerlendirilmelidir. Bu, Sainte-Beuve’ün bir eseri sanatçının yaşam öyküsünden yola çıkarak anlama çabasına benzer. Bir kişinin aldığı kararı eleştirirken, o kararı vermesine neden olan kişisel, ekonomik ve sosyal koşulları dikkate almak gerekir. Örneğin, bir çalışanın performansını eleştirirken, sadece ürettiğine değil, yaşadığı kişisel zorluklara veya iş yerindeki yetersiz kaynaklara da bakmak, daha adil bir değerlendirme sunar.

Adorno’nun “kültür endüstrisi” eleştirisi, bu bağlamda sistemin birey üzerindeki etkisine odaklanır. Bir kişinin eylemini eleştirirken, onu bir sistemin (politik çevre, şirket kültürü, ekonomik baskılar, toplumsal beklentiler) basit bir ürünü olarak görüp görmediğimizi sorgulamalıyız. Bireyin özgün potansiyelini engelleyen sistemsel sorunları göz ardı ederek yapılan eleştiri, kolayca yüzeysel ve haksız bir yargıya dönüşebilir.

 

2. Eleştiri Eylemin Yaratıcılığını ve Cesaretini Vurgulamalıdır

 

  Rollo May’in yaratıcılığı bir cesaret eylemi olarak görmesi, bireylerin eylemlerine yönelik eleştirilerde de önemli bir ilkedir. Eleştiri, bir eylemin ardındaki cesareti veya yenilikçiliği takdir etmelidir. Yenilikçi bir proje başlatan, geleneksel yöntemlere meydan okuyan veya bir risk alan kişiyi eleştirirken, eylemin potansiyelini ve taşıdığı cesareti vurgulamak gerekir. Bu, kişiyi sadece sonuç üzerinden değil, niyet ve potansiyel üzerinden değerlendirerek yapıcı bir geri bildirim sunar.

 

3. Eleştiri Adil ve Çok Yönlü Bir Dil Kullanmalıdır

 

  Tıpkı Umberto Eco’nun “açık eser” teorisinde olduğu gibi, bir kişinin eylemi de farklı yorumlara açıktır. Bu nedenle, eleştiri tek bir “doğru” anlamı dayatmak yerine, farklı perspektifleri hesaba katmalıdır. Eleştiride kullanılan dil, duygusal ve kişisel saldırılar yerine nesnel ve yapıcı olmalıdır. Yıkıcı eleştirinin aksine, yapıcı eleştiri kişinin eylemini analiz ederken “Benim bakış açımdan bu eylemin olumlu/olumsuz yönleri şunlardır” gibi bir dil kullanarak, kişisel yorumun sınırlarını belirginleştirir ve karşı tarafın savunmaya geçmesini engeller.

 

4. Eleştiri Toplumsal Etik ve Sorumluluğu Göz Önünde Bulundurmalıdır

 

Jean-Jacques Rousseau’nun sanatın toplumu yozlaştırabileceği yönündeki kaygıları, bir kişinin eylemlerini toplumsal etkileri üzerinden eleştirmemizin önemini gösterir. Bir kişinin eylemi sadece bireysel bir başarı veya başarısızlık değildir; aynı zamanda toplumsal normlar, etik değerler ve genel ahlaki düzen üzerinde de bir etki yaratabilir. Eleştiri, bu eylemin toplumsal sonuçlarını ve sorumluluklarını göz önünde bulundurarak, sadece kişisel değil, aynı zamanda kolektif bir perspektiften de değerlendirme yapmalıdır.

  Sonuç olarak, kişilerin iş ve eylemlerine yönelik eleştiriler; bağlamı, niyeti ve potansiyeli dikkate alan, yapıcı bir dil kullanan, adil ve çok yönlü olmalıdır. Böyle bir eleştiri, bireylerin gelişimine katkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda daha adil ve anlayışlı bir toplum inşa etmemize de yardımcı olur. Ümit Tektaş, 21.08.2025

 

(*) Bu yazı, eleştiri ve yorum üzerine hazırladığım dosyadan alınmıştır.

(**) Campbell’s Soup Cans, Amerikalı pop art sanatçısı Andy Warhol tarafından Kasım 1961 ile Haziran 1962 arasında üretilen 32 resimden oluşan bir seridir. Her tuval 20 inç (51 cm) yüksekliğinde ve 16 inç (41 cm) genişliğindedir ve bir Campbell’s Soup konservesi resmi içerir. Vikipedi