“Yavaş Yavaş Ölürler
(…)
Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklara esir olanlar,
Her gün aynı
yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin
rengini değiştirme riskine bile girmeyen veya
bir yabancı ile konuşmayanlar.” Pablo Neruda
İsterseniz bütün rahipleri öldürün ama manastırın onuruna dokunmayın.
Umberto Eco
Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.
Heraclitus
Artık değişmeyecek hale geldiğin zaman, bitmiş sayılırsın.
Bruce Barton
Efesli Heraklitos, değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu söylerken insanlığın deneyim imbiğinden süzülerek yaşadığı döneme kadar gelen, oradan da günümüze ulaşan karşı konulamaz bir gerçeğin altını çiziyor, değişim karşısındaki dirence, itiraza, nafile ret edişlere dikkatimizi çekiyor. Peki değişim dediğimiz şey nedir, nasıl bir şeydir, bir kavram mı, kaçınılmaz bir aşama mı, varılacak nihai bir yer mi? Dostoyevski, geri döndürülemez tek mutsuzluk ölümdür, diyor. Nasıl ki bütün yıkıcı etkileri bilinmesine karşın hiçbir insan ölümden geri dönemiyorsa; her türlü sancısına, ona karşı gösterilen dirence, hakkında yapılan itirazlara rağmen değişimin de kaçınılmaz bir nokta olduğu gerçeğine hiçbir kurum veya toplum karşı duramaz.
Değişim ve değişme konusunu etraflıca irdelemeden önce sözcük anlamına bakmakta yarar var. Türk Dil Kurumu, bu kavramın manasını iki şekilde açıklıyor; bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütünü, değişme ya da belli bir süreç içinde yer alan değişikliklerin tümü. Ayrıca anlam tartışmasını geliştirmek isteyen her birey tarafından, değişim kavramının etimolojik olarak başka bir karşılığı da ileri sürülebilir elbette.
Açık ki doğal bir süreç olmasına rağmen değişim hiç kolay değil. Hele insanların ve onların kurduğu kurumların değişmesi oldukça güç görünüyor. Bundandır ki Gabriel Garcia Marquez, bir insan için, alıştığı gömleğinin rengini değiştirmek bile çok zordur, diyor. Çevremizde hayat boyu aynı renk kıyafetler, özellikle bir örnek ve aynı renkte olan çorap, kazak ve gömlek giyen yığınla insan yaşıyor. Aynı şekilde üyesi olduğumuz derneklerin, partilerin, kendimizi bağlı saydığımız geleneklerin dışında kalmanın ne kadar güç olduğunu biliyor, görüyoruz. Aidiyet duygusu, kimi insanı mutlu eder, kimi insanda kıvanç duygusuna neden olur. Bazen de insanı kendine tutsak eder, bağnaz hale getirir insanı. Bilinmelidir ki düşünce ve duyguları uçlarda yaşamak, her zaman yeni sorunlar doğurur. Ne zaman dengeli davranılsa o zaman daha gerçekçi olanla, doğruyla iş görmek daha rahat ve sıkıntısız hale gelir. İktidar tutkusunun tehlikeli ihtirasa; abartılan milliyetçiliğin, başka halklara düşmanlık besleme düzeyine; futbol takımı tutma bağnazlığının, farklı takımları kayıtsız şartsız ret etme haline; particiliğin/partizanlığın, diğer partilere körlük düzeyinde itiraz etmeye dönüşme olasılığı hep yüksektir. Farklılıklarıyla bir arada yaşayan insanlar ve toplumların daha hoş görülü ve her yönden daha gelişkin olacağına şüphe yoktur.
Unutulmamalıdır ki Almanya’yı en çok Hitler, İtalya’yı en çok Mussolini, Irak’ı en çok Saddam Hüseyin, bir zamanların Türkiye’sini de en çok Kenan Evren sevdiğini iddia ediyordu. Bir iddia ya da sanrı olsun abartılı sevgiye ve iktidar hırsına kapılan üç devlet adamı, zamanla ülkelerini uçuruma sürükledi. Günümüzde Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ve Saddam Irak’ı, tarihin çöplüğe attığı, halkların büyük acılar çektiği ülkeler olarak anılıyor. Kenen Evren Türkiye’sinin toplum hafızasında çok kötü izler bıraktığından hiç şüphe yoktur. Bu kabil örnekleri, isim ve ülke sayarak çoğaltmak mümkün. Ne var ki konumuz bu değil. Başka bir anlatımla altını çizmek gerekirse, adı her neyse bir şeyi tutkuyla sevmenin, kurumsal yapıyı, partiyi, derneği, devlet aygıtını aşkla sevmenin ve onu istemenin, saltanatın ve şatafatın kışkırtıcı gücü, kimi zaman gelir sevginizi zehirler, sevgi duygusunu yolundan çıkarır, kurumu vurur, kuruma zarar verir hatta söz konusu kurumu ortadan kaldırır. Burada esas olan, kışkırtıcıyla dönüştürücü alan arasında doğru bir denklem kurmak, günün şartlarına uygun bir zemin ve geleceğe taşınabilecek steril (arınık) bir ortam yaratmaktır.
Öte yandan elbette ki değişmek, kendini yenilemek, alışkanlıkları değiştirmek büyük riskler hatta sarsıcı sancılar ortaya çıkarabilir. Söz gelimi yılan derisini değiştirme sürecinde, muazzam sancılar çeker, derin acılar yaşar. Yılanın bu evredeki çilesi, acıyla imtihanı, sürece tanık olanlar bakımından çok belirgin olarak izlenebilir haldedir. Kendine özgü ve oldukça dramatik olan bu sancılı sürece rağmen yılan, yılda en az iki defa deri değiştirir. Fakat yılanın deri ya da kabuk değiştirirken büyük sancılar çekmesi, onu tabii ve yaşamsal olan bu yoldan geri döndüremez. Meselenin bir boyutu güçlükler içerirken bir boyut da tabiatın gereği olarak zorunluluktur, kaçınılmaz olana razı gelmektir. Acılara, sancılara, yaşanan her türlü zorluğa, çekişmeye rağmen, günümüz uluslararası ortamında değişim arzusu, hiç olmadığı kadar genel kabul görüyor, dünya üzerinde sürekli bir yayınlık kazanıyor. Denebilir ki yeni akım fikirlerin, dünyadaki gelişkin ve öncü kurumsal yapıların, yeni yaklaşım tarzları, en temel ve en ortak paydaları, değişim gerçeğidir. Muhatabına ya da muhataplarına acı verdiği, sancı yaşattığı halde, tabiat; toplumlar, kurumlar ve insanlar değişiyor, değişiyor, değişiyor. Bu süreci şöyle bir döngüyle ifade etmek mümkündür, değişiyoruz, dönüşüyoruz/yenileşiyoruz/gelişiyoruz ve değişiyoruz.
Ehemmiyeti ve bilinen zorlukları nedeniyle dilerseniz şimdi de bu konuya, yani var olan durum ve değişim sürecine aşağıdaki bağlamlardan etraflıca bakalım.
Söz gelimi dönüşmeden değişmek (Yönerge, yönetmelik, talimname, şirket ana sözleşmesi, tüzük, program ya da anlayış veya metot değiştirmek); dönüşerek değişmek (Şirket evliliği, parti birleşmeleri, vakıf senetlerinin mahiyetini yenilemek, dernek amaç ve hedeflerini çeşitlendirmek, ürün gamları ya da tasarımlarıyla oynamak); başkalaşarak değişmek (Ad ya da mekân görüntüsünü değiştirmek, iç ya da dış görünürlüğe müdahale ederek değişmek, eskisinden vazgeçip yerine yeni bir şey ikame ederek değişmek, içerik ve hedefler yönünden değişmek); gelişmek için değişmek (Yeni bir anlayışa inanarak değişmek, popüler olana, daha fazla kabul görene yönelerek değişmek); günün şartlarına ayak uydurmak için değişmek (Amiyane deyimle modaya uyarak değişmek, yeni nesil işlere girişerek değişmek, uluslararası trendleri (eğilimleri) referans alarak değişmek).
Görüldüğü gibi esas olan değişmekse ve gerçekten değişim ihtiyaçsa onun için dayanak bulmak oldukça kolaydır. Bir uçtan diğerine değişim yelpazesinde bir yer veya gerekçe bulmak, hiç de zor değil. Değişme iradesi neyi amaçlıyorsa onu öngörmeli insan. Hedef ileri gitmekse o mekanizmaları bulmak ve uygulamak gerekir. Bazen ileri yönlü bir adım gibi görünse de kimi hamleler, sizi birkaç adım ileri fırlatmak, sıçratmak yerine, sizi geriletebilir. Bu gibi riskleri ya göze alırsınız ya da yerinizde sayarsınız. Karar vericilerin bunu böyle okumasında sayısız yarar vardır.
Değişim öyle bir şey ki, onunla girişilen mücadeleyi kazanmak neredeyse imkânsızdır. Ya istediği yönde sizi değiştirir ya sürekli ve aralıksız sancılarla sizi sarsar ya da sizi yok eder veya öldürür. Bir şey var olur, büyür, değişip gelişir, değişmezse ölür ya da yok olup gider. Kısacası bu dünya üzerindeki her şey, buydu şuydu demeden değişti, değişiyor. İnsanlar gibi siyasal ve toplumsal kurumlar da hatta her şey ama her şey mutlaka değişir. Hiçbir kuşku olmasın ki Güney Afrika’da beyaz ırk neden değiştiyse, Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahilerin hakları nasıl genişlediyse ve giderek beyazlarla eşit düzeye eriştiyse; ikinci dünya savaşı sonrasındaki dünya nizamının arkasından ortaya çıkan yeni devletler, nasıl ki mantar gibi türediyse (çoğaldıysa); kapalı denen rejimler, demir perde ülkeleri olarak adlandırılanlar, işlettikleri zulüm çarkıyla anılan otoriter rejimler, nasıl ki yerle yeksan oldularsa ve olmaya devam ediyorlarsa; kendini dayatan değişim-değişme- eğilimi ve yığınların desteğini kazanan hatta kaçınılmaz bir ihtiyaca dönüşen değişim istemi, engellenemez ve ertelenemez bir gereksinimdir. Söz konusu olan değişimse eğer, moda deyimle gerekçe bulmak işten bile değildir. Denebilir ki değişim için hiçbir neden aramaya gerek yoktur. Zira değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.
Tek tek kıtalar, bölgeler, ülkeler, partiler, uluslararası örgütler yönünden de durum budur. Sürekli gelişim ve değişim baskısı nedeniyle NATO, AGİT, AET, AB, NAFTA, APEC, ‘ŞENGAY BEŞLİSİ/BİRLİĞİ’ ARAP BİRLİĞİ, OPEC, OECD, İSEDAK, KEİ gibi pek çok devletlerarası örgüt bile değişti, değişiyor. Denebilir ki BM gibi bir örgüt dahi önceki yıllarda hiç olmadığı kadar değişim dalgasına maruz kalmaktadır. İngiltere’nin Brexit süreci ile AB’den ayrılma çabası, Macron’un NATO’nun beyin ölümünü gerçekleştirdiğini söylemesi, Erdoğan’ın dünya beşten büyüktür yaklaşımı, Rusya’nın OPEC tutumu, başka ülke ve liderlerin farklı kurumlar hakkındaki düşünceleri, söz gelimi Trump’ın BM ve NATO bütçelerine dönük ifadeleri, Putin’in-Rusya’nın NATO’nun genişlemesi karşısındaki yeni görüşleri, orta ve uzun vadede pek çok uluslararası kurumun değişim sürecine gireceğini göstermektedir.
Doğan Hançerlioğlu, partiler, dernekler ve benzeri kurumlar kurduğumuzu, araç saydığımız bu kurumları zaman içinde amaç haline getirdiğimizi ve giderek kurumların mevcut yapılarını korumaya odaklandığımızı, söz konusu kurumlar üstüne titrediğimizi, onlara bağlı hale geldiğimizi anlatıyor. Gerçekte bu, tam olarak trajikomiktir, hem ağlatan hem güldüren bir durumdur. Bu durum, insanı sevmeyip ama insanın varlığıyla anlamlı hale gelen camilere tapınmak gibidir. Ya da insanı hiç yerine koyup, insanın rahatı, esenliği, sağlığı, morali ve motivasyonu için yapılmış mekânları kutsamak gibidir. Kurumları çürütün ama onu değiştirmeyin, insanların düşünceleri değişsin ama bu değişim onların kurduğu araçlara yansımasın. İnsanlar ne şekilde değişirse değişsin, hangi farklı fikirlerle buluşursa buluşsun ama onlar için olan kurumlara hiç kimse el değmesin, kurdukları yapılara hiç kimse ilişmesin. İnsanoğlu, daha çok da ayrıcalıklı bir kesim, kendisi için gerekli gördüğü yapılara dokundurmamak için tarih boyunca kendince yol, yöntem bulmuş; hayatın gerçekleriyle çelişse bile çare ve bahane üretmiş; kendisini var eden kurumsal yapıları bir şekilde teçhiz ve tahkim etmeye çalışmış; bazen başarmış, bazen devrilen kurumların enkazı altında can vermiş; yok olup gitmiş. Fakat hep yalpalamış, çelişkilerle ve zıtlıklarla bir arada yürümüş.
Değişime direnmek, adeta ben sana hayat veriyorum ama özgürlüğüne karışıyorum diyen otoriteye boyun eğmektir. Hayatı böyleyken de, yani özgürlüğü elinden alınmışken de sevdiğini sanan sadıklar, adanmışlar gibi olmaktır. Ya da işine geldiği için, öyle olmasını istediği için sanrılarla sevmek, kutsadığı kurumları korumak, sevdiğini ileri sürmek gibi düşsel olanla yetinmektir hatta birlikte ya da ayrı ayrı birçok yanlışın göbeğine düşmektir, değişim gerçeği karşısında direnmek. Daha kuvvetli bir ifadeyle belirtmek gerekirse, denebilir ki içinden çıkılmaz derin bir dehlize düşmektir, değişim süreçlerine direnme. Bütün partilileri kovun, partilileri ihanetle suçlayın ama partiye dokunmayın; iktidarınızı eleştiren herkesi bir şeyle suçlayın ama kendinize hiç bakmayın, hiç değişmeyin, iktidarınıza hiç ilişmeyin. Devletin kurumlarını günün şartlarına, demokratik esaslara göre yenilemeyin, değiştirmeyin ama herkesi devlet, asker ya da polis düşmanı olarak suçlayın. Umberto Eco’nun deyimiyle, bütün rahipleri öldürün ama manastırın onuruna dokunmayın.
Tarih boyunca insanlık, değişim evrelerinde sancıyla kıvranmış, yol, yordam aramış, bu çabasını özlü sözlerle ifade etmiş, değişim uğrunda bedeller ödemiştir. Hepsi de başka coğrafyalardan olan devlet ve siyaset, edebiyat ve iş insanlarının değişim konusundaki veciz sözlerini hatırlamak, belki değişim istemi yönündeki gayretlerin ırmak olup aktığı ortak hafızaya güç verir, onu daha da berraklaştırır. İngiltere'nin yönetim biçimini krallıktan Cumhuriyet'e çeviren ama 1650'den 1658 yılında ölünceye kadar Devlet Koruyucu Lord unvanı ile ülkeyi tek başına idare eden ve önemli bir siyasi kişilik olan Oliver Cromwell, daha iyi olmaya çalışmayan, iyi olarak da kalamaz, demektedir. İyi yöndeki değişime, gelişerek değişmeye vurgu yapan, İngiltere tarihinde Magna Carta’dan sonraki en önemli demokrasi hamlesi sayılan Cromwell Ayaklanmasının ya da Cromwell Devrimi’nin lideri, değişimin önemini, değişim vurgusunu, iyi kalmak ve daha iyisini yapmak iradesi arasındaki doğru ilişkiyle ortaya koymaktadır.
Hem Oscar hem de Nobel ödülünü alan İrlandalı yazar Bernard Shaw, bu dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir, diyerek risk almayı, değiştirmeyi ve değişmeyi salık verirken; İngiliz işletme yönetimi uzmanı Robert H. Waterman, değişim, bir şeyleri riske atmaktır, bu bizi güvensiz kılar. Değişmemek en büyük risktir; ancak nadiren böyle algılanır, saptamasını yaparken; risk, değişim, arayış ve yaratım arasındaki sarsılmaz bağları bizlere hatırlatmaktadır.
Güçlü kişilik ve güçlü yapılarla değişim arzusunu ilişkilendiren Fransız yazar Andre Gide, insan ne kadar zayıf olursa; garip olandan, değişiklikten o kadar tiksinti duyar; çünkü en hafif yeni fikir, alışkanlıklarda en küçük bir değişiklik, onun gösteremeyeceği bir erdem, bir çevreye uyma çabasını gerektirir, demektedir.
Kişisel ya da kurumsal olsun değişim sürecinin zorluklarını, tarih boyunca tecrübe eden insanlık, çoğu zaman bu evreleri, yazının başlarındaki yılan örneğiyle de anlatmaya çalıştığım gibi hiç kuşkusuz derin sancılarla, sorunlarla geçebilmiştir. Voltaire, bu zorluğa dikkat çekerken, kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmede şansının ne kadar az olduğunu anlarsın, demektedir. Öte yandan Amerikalı iş insanı Max de Pree, sonuç olarak şunu unutmamak önemli, olmamız gereken şeyi, olduğumuz gibi kalarak olamayız, diyerek şartlar ne olursa olsun değişimin zorunlu olduğunu ileri sürmektedir. Yurttaşı Max de Pree gibi, yazar ve yayınevi sahibi Lousie Hay ise, değişime en direndiğiniz şeyler, değiştirmeye en çok ihtiyacınız olan şeylerdir, diyerek değişimin kaçınılmaz olduğuna cesurca vurgu yapmaktadır. Bundandır ki çoğu siyasi yapılar, değişmek zorunda kaldıkları ve değişim ihtiyacına direndikleri zaman sancı çeker, iç sorunlar yaşar, çatırdar ve giderek can çekişip tükenir hatta tarih sahnesinden silinirler. Türkiye’de bu gibi örnekler onlarla sayılır. Tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalan yığınla partinin gerçek açmazı buydu. Değişme ve yenileşme karşısındaki akıl almaz direnişleri, zaman içinde onları tüketip yok etti, siyaset sahnesinden sildi. İktidar gören beş parti (ANAP, DYP, DSP, REFAH-FAZİLET PARTİSİ, SHP) ve kuruldukları gün büyük umutlar yaratan, iktidar veya ana muhalefet partisi olabileceklerini akla getiren Yusuf Bozkurt Özal (Yeni Parti), Cem Boyner (Yeni Demokrasi Hareketi), Bedrettin Dalan (Demokrat Merkez Parti), Cem Uzan (Genç Parti), Ali Haydar Veziroğlu (Demokratik Barış Hareketi) gibi, o günün güçlü figürlerinin kurduğu partilerin, bugün esamisi okunmuyor.
Ortak yaşam ve üretim alanı bulduktan bu yana insanlık, statükoda (var olan durum ya da mevcut durum) ısrarın acılarını yaşadı, ağır bedellerini ödedi. Değişim sancılarının eşlik ettiği yöneten ve yönetilenlerin kavgası hep sürdü. Bir avuç seçkinin ya da imtiyazlının yönettiği sistemlerin tümünde, iktidarı elinde tutanların statükodaki ısrarı yüzünden (sınıf ya da zümre farkı olmaksızın), derin toplumsal yaralar açıldı. Otoriter yapılar, baskıcı rejimler ortaya çıktı. Var olan durumda ısrarın yıkıcı etkilerini kavramak ve mevcut durumun her zaman iyileştirilebilir olduğuna inanmak için, birinci dünya savaşından sonraki gelişmelere bakmak yeter de artar bile.
Gelişen dünya şartlarında ve günümüz uluslararası ortamında müesses nizama göre pozisyon almak ve olası dahi olsa ileri sıçrama ihtimalleri karşılığında risk almak, kurumlar ve onları yöneten kadrolar için ivedilikli bir öncelik olmalıdır. Bilinmelidir ki değişimin gücü karşısında direnmek, olası risklerden daha az riskli değildir. Akılda tutmak ve tekraren hatırlamak gerekir ki, büyük umutlarla kurulan ancak risk almaktan korkan partiler, kurulduktan kısa süre sonra kabuklarına çekildiler, bazı çevrelerin baskılarına dayanamayıp rotalarını değiştirdiler ve böylece kuruluş amaçlarından uzaklaşıp yok oldular. Yine pek çok ticari markanın ve kurumsal kimliğin akıbeti de böyle oldu. Büyüklü, küçüklü özel veya devlet bankaları, büyük ticari firmalar, şu ya da bu adla çıkan gazeteler, özelleştirilen ya da adları değiştirilen kamu kurumları, siyaset ve ticaret dışı alanda faaliyetleri olan başkaca kurumlar, değişime direnen yapılara örnek verilebilir.
Hiç kuşku olmasın ki bir insanla bir belde, bir şehir, bir ülke hatta bir dünya değişir. Değişim, güç ve etki alanı bakımından küçük bir kıvılcımken dünyayı sarabilir, lokal (yerel) bir durumken evrensel niteliğe bürünebilir. En fazla, yaklaşık üç bin yıllık tarihi olan İbrahimi (semavi) dinler (Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık), Kudüs-Mekke merkezli oldukları halde, bütün dünyaya yayıldılar. 1917 Bolşevik Devrimi (Bolşevizm) ve onun lideri Lenin’in şöhreti (Leninizm), bir dönem dünyayı etkisi altına alan politik akıma dönüştü. Yeşillerin gelişimi, şaşırtıcı düzeyde sol siyaseti ve bazı toplumsal kesimleri etkisi altına aldı. 1968’de Paris’te ortaya çıkan gençlik hareketi, bütün dünyayı kasıp kavuran bir sürecin başlangıcı oldu. Arap Baharı denilen değişim dalgası, birkaç gün içinde birçok Arap ülkesini etkisi altına aldı ve söz konusu ülkeleri derinden sarstı. Böylece siyasetçiler ve analistler, 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Ürdün, Yemen gibi ülkelere değişik biçimlerde sıçrayan değişim hareketinin, yani Arap Baharının mesajlarını daha gerçekçi bir şekilde okumaya, işin gereğini yapmaya, sınırlı da olsa değişmeye odaklandı.
Şu ya da bu şekilde tabiatın sürekli ve aralıksız olarak değiştiğinden ve yenilendiğinden hareketle bir an için aşağıdaki tasımlardan (kıyas) yola çıkalım:
Bütün insanlar ölümlüdür, Sokrates de bir insandır, o halde Sokrates de ölümlüdür. Canlı varlıklar değişir, insanlar da canlıdır, o halde insanlar da değişir veya dünya yüzündeki her kurum ya da yapı değişir, bizim kurumlarımız da dünya yüzünde yer alır, o halde bizim kurumlarımız da değişir uslamlamasıyla (usa vurma) kıyasları çoğaltabiliriz. Aynı zamanda insanlar olarak istesek de, istemesek de değişim dinamiğinin kapısının ardına kadar açık olduğunu söyleyebiliriz. Önemli olan ardına kadar açık tutulan bu kapıdan zamanında hatta zamanı gelmeden içeri girebilmektir.
Değişim iradesinin her an biçim değiştirdiğini, hareket halinde ve canlı olduğunu, bir gün burada, bir gün orada, dünyanın başka köşesinde kendine yeni bir faaliyet alanı bulduğunu söylemek mümkün. Mübalağa olmazsa eğer, değişim demek, yaşama gücünün ta kendisidir. Denebilir ki o, yani değişim, canlı bir virüs gibi bütün dünyada dolaşmakta, kitleleri etkisi altına almaktadır. Değişim dalgasının dirimi (yaşama gücü), önündeki bütün direniş odaklarını, direnç barikatlarını alt etmeye muktedirdir. Tabiatın akışı bu yönde devam ettikçe ve dünya durdukça, önünde sonunda değişimin gücü galip gelecektir.
Öte yandan her türden korkuya, kaygıya ve olası risklere rağmen metodolojik olarak değişmenin gereğine inanıldığında ve değişim metodolojisi (yöntemi) ön kabulüyle konuya yaklaşıldığında bütün sancıların aşılacağı görülecektir. Zaman ve zemin, yöntem ve katılım bakımından süreçler iyi işletildiği oranda; değişim seyrinin sancılarını kontrol etmek, negatif etkiyi azaltmak, farklı iç dinamikleri aynı potada tutmak daha kolay hale gelir.
Kendini bir şeye ait hissetmek (aidiyet duygusuyla hareket etmek), bir şeyle kendini en iyi bir şekilde ifade etmek; günün birinde o şeye tutkuyla, inatla bağlanmaya, adı her neyse o şeyi amaç edinmeye, uğrunda mücadele etmeyi değer görmeye yöneltmektedir. Ölümcül Kimlikler adlı eserinde Amin Maalouf, bu tür aidiyetlerin giderek genelleştirildiğini ve karşıt yaratmaya vardırıldığını söylemektedir. Genel olarak reddedişlerin ve kabullerin insanları katılaştırdığını, yanlışlara sürüklediğini ileri süren Maalouf, Arap’san Arap’ın her hal ve şartta iyi, İsraillinin hep kötü olduğunu, Filistinlinin daima haklı ve meşru işler yaptığı ön kabulüne inandığını; karşılıklı bilinçli tahriklerin etkisiyle Kürt’ün Türk’ten, Türk’ün Kürt’ten nefret eder hale geldiğini ifade etmektedir. Özetle komşum, mahallelim, köylüm, kasabalım, hemşerim, meslektaşım, yoldaşım, yurttaşım, ümmettim gibi aslında birleştirici sanılan ama bilerek ya da bilmeyerek ayrımcılığın aracına dönüştürülen pek çok aidiyet, tehlikeli ve örseleyici hale getirilmektedir. Ölümcül kimlikler, toplumları, ulusları hata hemşerileri yatay olarak bölüyor, onlar arasındaki dayanışma bağlarını, yüz yıllara dayanan geleneklerini, akrabalık ilişkilerini tehdit ediyor, kardeşlik gibi barışçı duyguları derinden sarsıyor, farklılıkların bir arada yaşama arzu ve iradesini zayıflatıyor.
Yalan söylemeyen; tutamayacağı sözü vermeyen; açıklıktan ve şeffaflıktan yana olan, laf yerine iş üreten; devlet yerine, insanı odak alan; herkes için özgürlük hakkını savunan; halkların geleceklerini tayin etme hakkına-devlet olma hakkı da dâhil- saygı gösteren; temel haklar ve özgürlükler söz konusu olduğunda ama ve lakin sözcükleriyle iş görmeyen; kısıntısı olmayan bir demokrasiyi savunan; fikrin, bireyin, malın ve sermayenin serbest dolaşımından hiçbir şekilde rahatsız olmayan; her türlü şiddete karşı duran; özgürlüğü kısıtlama söz konusu olduğunda, sadece şiddeti öven, savunan ve şiddete çağrı yapan özgürlükleri engelleyen yeni bir akıl geliyor. Bu akıl hem yeni akım akıldır hem de dünyanın geleceğini yapılandıran akıldır. Hiç şüphe yok ki, bu akımın kıblesi değişimdir. İnsan odaklı olmaktır. Kayıtsız şartsız insanı sevmek ve onun zekâsına saygı duymaktır. Bu akıl, kendinden çok önce yaşayan Maksim Gorki’nin ifadesiyle geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz, diyebilmektir. Aynı zamanda bu akıl, milattan önce yaşamış (MÖ 469-399) ve Tek bildiğim, bir şey bilmediğimdir, diyen felsefenin babası Sokrates gibi, Bir şeyler değiştirmek isteyen insan, önce kendinden başlamalıdır, demektedir.
Kimine göre aşk, kimine göre korkuya kapılma, kimine göre güce tapınma, kimine göreyse ölüm duygusu değiştirebilir her şeyi. Bundandır ki, Halil Cibran, sadece aşk ve ölüm değiştirebilir her şeyi, demektedir. Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir, diyen Heraclitus’tan değişim, değişmeyen tek şeydir, vurgusu yapan Arthur Schopenhauer’a, değişim, ancak içeriden açılabilen bir kapıdır, aklını ortaya koyan ve kendisi eski bir futbolcu olan Terry Neil’a kadar herkes, değişimin kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor. Öyle görünüyor ki değişim, kavram olarak kalsa bile bir hareket noktası hatta başlangıç noktası şeklinde algılandığında, işin sırrı çözülüyor, rengi değişiyor. Bu yüzdendir ki, dünyayı değiştiremiyorsan, dünyanı değiştirirsin. Hepsi bu, diyor Stefan Zweig. Hayatı boyunca müzakere yapan, bir uçtan ötekine Hindistan’ı dolaşan, büyük yürüyüşüyle ün yapan, Hindistan halkları arasında arabulucu olan, yılmadan, usanmadan barış için uğraşan ve aynı zamanda bir devrimci olan, Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin siyasi ve ruhani lideri, Mahatma Gandhi, dünyayı değiştirmek istiyorsan, ilk önce kendinden başla, demektedir. Rüzgârın yönünü değiştiremiyorsanız, yelkenlerinizi değiştirin, diyen Max de Pree, gerektiğinde değişimin en olası olanından başlamamız gereğine, üstelik akıl dolu bir veciz sözle değinmektedir.
Son söz yerine bir soruyla yazıyı bitirelim: Ne dersiniz değişmekten korkmaya, mevcut halimizle kalmaya gerek var mı?