Siyaset ve Hukuk (2) | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Siyaset ve Hukuk (2)

YazarResmi

 

“Adalet ancak hakikatten, saadet ancak adaletten doğabilir.” Anatole France

       “İnsanların çoğunda adalet sevgisi, adaletsizlik korkusu yüzünden vardır.” La Rochefoucauld

             Yazının sağ üst tarafında ikisi de Fransız olan yazarlara ait veciz sözler bulunuyor. Bu sözleri burada aktarmamın en önemli amacı şudur. Hem hukuk hem siyaset, pek çok alanda sürdürülen faaliyetlerde olduğu gibi doğrudan insanı gözetmektedir. İş, söz ve eylem alanı olarak bu iki yerde de insan için kaygı, en başta gelir. Bu alanların metinleri, belgeleri, planları, kısa, orta ve uzun vadeli hedefleri; insanlar daha iyi, daha mutlu, daha müreffeh, daha huzurlu, daha güvenli yaşasınlar diye ele alınır. Kimi metinlerin siyasi tercihlere bağlı olarak hakları ve özgürlükleri kısıtlamaları, insan hayatına ve düşünüş tarzına dair belli çerçeveler çizmeleri, bu gerçeği ve genel kanaati değiştirmezler. Dünyanın her tarafında rastlanan ve saymakla bitiremeyeceğimiz bir yığın şey gibi, siyaset ve hukuk da insan içindir. Şüphe yok ki Anatole France da, La Rochefoucauld da bu satırların yazarıyla benzer tasalanma nedeniyle yukarıdaki özlü sözleri dile getirmişlerdir. Önce insan, her şey insan içindir, tasası yüzünden.

Aslına bakılırsa anayasalar da dâhil, hukuksal niteliği olan bütün metinler, siyasal tercihlerin gölgesi, baskısı ve etkisiyle son şekillerini alırlar. Referandum yoluyla halka sorularak ya da parlamentolarda oylanarak nihai şeklini alsın, işin bir tarafı daima siyasettir. Özünde siyasi metinler olan hukuk metinlerinin kanunlaşması, her ne kadar onları siyasi olmaktan çıkarsa da, siyasi alanın konusu olmaya, devam ederler. Özetle söz konusu metinler, siyaset kurumları için çoğu zaman müdahale edilecek metinler olarak görülürler. Zira iktidar, muhalefet kavgası veya çekişmesi, toplumsal düzene dair olan hemen hemen her şey için tartışma ve polemik (Söz dalaşı) alanı açar.

Kabul edilse de, edilmese de siyaset ve hukuk arasında enteresan bir ilişki vardır. Hukuk; siyasal ve toplumsal alanın çerçevesini, partilerin, hükümetlerin hatta devletlerin nasıl olacağını, seçim sistemlerinin şeklini ve işleyişini, devlet ve toplum hayatına dair pek çok meselenin ilke ve esaslarını belirler. Siyaset de hukukun nelere kadir olup olmayacağına, neyin hukuk sayılıp sayılmayacağına, hukukun gücünün neye yetip yetmeyeceğine karar verir. Bir yandan siyasal tercih, bir yandan aynı tercihlerle şekillenen ama siyasal alanı düzenleyen anayasalar da dâhil hukuksal düzenlemeler. Öyle ki hukuk ve siyaset eliyle ya da siyasal tercihlerle oluşan çerçeveler ve konulan kurallar nedeniyle yurttaş iradesi etkisiz kılınabilir. Özellikle siyaset tarafı açısından istendiğinde engelleyici ve kısıtlayıcı yolları seçmek oldukça kolaydır.

Söz gelimi hukuk yoluyla siyaset yapmak yasaklanabileceği gibi siyaset eliyle de özel hukuk oluşturulabiliyor, özel mahkemeler kurulabiliyor, özel yargılamalar yapılabiliyor.

Pozitif hukuk, siyaseti; siyaset, pozitif hukuk eliyle kendini korumaya alır. Her ikisi birlikte modern devleti, kabile ya da aşiret devletinden, imparatorluk devletinden ayıran en temel özelliklerdendir.  Yine temel ve ayırt edici hususlardan biri de hem hukukun hem de siyasetin pozitif hukuk kaidelerine göre kendini var etmesi, tanımlamasıdır. Bir başka deyişle siyaset hukuku, hukuk da siyaseti dokunulmaz alanda tutmayı, en genel anlamıyla büyük resimdeki siyasi tercihlere borçludur.

Hukukun pek çok alana dair ilke ve esasları belirlemesi, iktidar gibi güçle yozlaşma ihtimali olan hatta mutlak güçle mutlaka yozlaşma eğilimi gösteren bir güç odağının kendisini hukuka bağlı saymasını beraberinde getirir. Zira daha fazla güç isteyen siyaset ancak hukukun gücüyle dizginlenebilir. Modern toplumlarda, şöyle ya da böyle devletin ve iktidarların hatta siyasi partilerin hukuksal örgütlenişi, bu alanlardaki faaliyetlerinin hukukla ilişki içinde ilerlemesini sağlar. En yalın anlamda ifade etmek gerekirse bir aile eliyle veya birbirine yakın soy bağlarından gelen bir kesim tarafından yönetilen ve aşiret devleti de denilen devletlerle modern devlet arasındaki fark, hukuksal örgütleniştir. Toplumsal meşruiyetini kaybeden iktidarların ve çetelerin yönetimindeki iktidarların durumu aşağı yukarı böyledir. Hukuk devleti de, iktidarların kendilerini yetki ve sorumluluk yönünden kısıtlaması da siyasal bir tercihtir ve üstelik moderndir, ilericidir, demokrattır. Söz gelimi 1215 yılında imzalanan Magna Carta (Büyük Ferman ya da Büyük Özgürlük Fermanı), tarihin bilinen en eski siyasal ve hukuk belgesidir. Anılan belge hiç kuşku olmasın ki siyasi belge olduğu kadar çok önemli bir hukuk belgesidir.

Güçler ayrılığının neden bu kadar önemli olduğu, her bir kuvvetin neden öbürünün alanının dışında kalması gerektiği konusunda öğretici iki veciz sözü hatırlatmakta yarar vardır. Çağının ve ülkesinin en iyi yazarları arasında sayılan, belki de bu alanda dünyanın en iyisi olan Dostoyevski, günümüzden 150 yıl önce; güç, ancak güçle elde edilir, diyerek gücün hangi oranda belalı ve can yakıcı olabileceğine işaret etmiştir. Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’yle aynı yıllarda yaşayan John Dalberg-Acton (Lord Acton)’un güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır, vecizesi, güçler ayrılığının neden bu kadar önemli olduğunu, yıllar içinde yaşanan sayısızca olumsuz örnek henüz oluşmadan olanca açıklığıyla gözler önüne sermiştir.

Hukuk ve siyaset arasında çok sayıda karmaşık ilişki bulunması ve bunun çatışmaya dönüşmesi olasılığı, hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır. Buna karşın kesişen noktaların sayısı arttıkça siyaset hukuksal düzlemde kalmaya ve hukuksal düzleme saygı göstermeye, kendisini daha çok mecbur hissedecektir. Böyle böyle siyasal tercihler, günün sonunda hukuksal ilke ve esasları referans almak zorunda kalacaktır. Siyaset ve hukukun kimi zaman iç içe geçmesi, hiçbir hal ve şartta iki alanın birbirine karıştığı ya da birbiriyle aynılaştığı izlenimi vermemelidir. Bu yöndeki bir izlenim siyasal tercihlerin, hukuk süreçleri üzerindeki gölgelerini hatta baskılarını artırır.

Hukuk ve siyasete özgü alanlar, toplumsal gelişme süreçleriyle ve toplumun adalet duygularıyla çok yakından ilgili oldukları için, her iki alanın ortak kavramlarla ilerlemesi, birbirine benzer kavramlarla kendisini teçhiz ve tahkim etmesi son derece anlaşılırdır. Hak, adalet, özgürlük gibi kavramlar en başta gelen ortak kavramlar ve ortak çalışma alanlarıdır.

Aynısının aynısına benzer kavramlarla ilerleyen iki alanın, yasa yapım sürecindeki ilişkisi, üzerinde durulması gereken bir başka önemli noktadır. Hukukun düzgüsel (normatif) tarafı, belki de kolaylıkla onu zaten pragmatik (faydacı) olan siyasetten ayırır. Bir yandan değerler dizimi, kurallar, bir ölçü ve düzen var; bir yanda yararcılık, karşısındakini alt etme, muhalefeti ötekileştiren ve hatta düşmanlaştıran oldukça amorf başka bir düzen var. Aslına bakılırsa bazı siyasi yapılar yönünden bu durum, tam bir düzensizlik halidir.

Kimi zaman farklı kulvarlarda, kimi zaman aynı alan üzerinde ilerleyen ve kaynağı çıkar odaklı olmaya dayanan siyaset ile kaynağı kurallar ve kaideler olan, akla ve mantığa dayanan hukuk arasındaki ilişki, mesafeli ve düzeyli görünmesine rağmen, çoğu zaman tatlı sert bir ilişkidir. Aynı zamanda hem yargısal hüküm kurma süreçleri hem genel olarak hukukun ussal olma durumu hem de üzerinde yürüdüğü zeminin normatif olması, hukuk ve siyaset bakımından başka bir pencere aralamaktadır. Bu pencereden bakanlar, hukuk ve siyaseti tamamen birbirinden ayırırlar ya da iki kurumun ayrı olduğunu iddia ederler. Bu kesimlere göre, hukuki normlar, hukuki metinler nasıl yaratılırsa yaratılsın yargısal hüküm kurma süreçleri, yalnızca hukuk alanının içerisinde özel bir akıl yürütme ile gerçekleşmelidir. Aynı kesimlere göre, politik kavgalar ve politik söylemler hatta çatışmalar, yargısal karar alma sürecine etki etmemelidir.

Hukuk düzenindeki akla uygunluk varsayımına rağmen, ne yazık ki zaman zaman ussal olmayan şeyler bu alanda yeşerebilmektedir. Her türlü uyuşmazlığın akıl yoluyla ulaşılabilecek çözümlere kavuşturulması kabulü, siyaset hukuk ilişkisinin topluma gösterilmek istenen en belirgin, en derli toplu ve en dokunulmaz tablosudur. Aklın kurallarına dayanılarak ulaşıldığı iddia edilen yargı kararları, hukuksal düzenin de, hukuk düzleminin de pozitif hukukun görünür kılınmak istenen en ileri noktasıdır.

Hâkim ya da hâkimin düşüncesinin değişmesi, akla uygunluğuyla varılması gereken kararı değiştirmez. Siyasetle benzeşen ve subjektif olan tek bir alan vardır ki, o da hâkim ancak kanaatini* değiştirirse kararını değiştirebilir. Kanaatler ve kararlar arasında da çoklukla sıkı bir ilişki yoktur. Zaten ceza gerektiren durumlarda takdir hakkı** denilen ceza artırımı veya indirimi halleri en belirgin kanaatler kısmını oluşturur. Yani yargıçlar yalnızca kanaatlerine göre karar vermezler ve kendi isteklerine, kişisel iradelerine göre takdir hakkı kullanmazlar. Bu haller de yasalar ile belirlenir. Diğer bir deyişle şatlar ne olursa olsun yargıçlar, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Konuya biraz daha açıklık getirmek gerekirse; yargıçta, “sanığın kişiliği” ile “kanıtları özgürce değerlendirme” olanağı veren bir “takdir hakkı” olsa da Yargıtay gibi yüksek hâkimlerden oluşan bir kurum, “vicdani kanaatin kesin, tutarlı ve çelişmeyen verilere dayandırılması”nı istemektedir. Takdir hakkında da vaziyet böyledir. Kanunun belirlediği durumlarda (gereğine, haklı sebeplere göre) yargıca tanınan değerlendirme serbestliğidir.  

   Vicdani kanaatine göre karar verme ve takdir hakkı kullanma, hukuk sistemi açısından en tartışılır durumdur. Kanun koyucu bu durumu, yargılamada ve karar almada en az etkili olabilecek şekilde düzenlemek zorundadır. Kanun koyucu siyasetçi olunca iktidarlar, hukuk eliyle bu sorunlu alanı çoğu zaman bir sopa olarak kullanmak ister. Bazen karar vericiler, karar verdiklerinde hukuk dışı alanlardan, dünyadaki ve bir ülkedeki genel siyasi durumdan, iktidar ya da muhalefettin gücünden hatta şahsi dünya görüşlerinden etkilenmektedirler. Bu gibi bazı haller, siyasetin hukuk üzerine düşürdüğü gölgeleri artırır.

Aklı yürüten kişi olunca süreç ister istemez kişisel hale gelmektedir. Yargıçlar herhangi bir karar alırken iradi bir tercihte bulunursa ya da buna imkân verilirse hukuk ve siyaset alanı iç içe girer. Aynı yargıç aldığı kararları hukuksal olarak gerekçelendirme ve onları hukuka uygun hale getirme zemini de buluyorsa siyaset ve hukuk ilişkisinin hukuk deyimiyle iç içe geçmesinin tam halidir. Ne yazık ki hukuk düzeni için her zaman kendi alanında kalarak ya da hukuk zemininde ilerleyerek hüküm kurulmasını zorlaştıran kimi eklektik ve siyasetten beslenen yumuşak alanlar vardır. Bu da hukuka ve hukuk düzenine duyulan güveni zedeleyen unsurların en başında gelir.

Hiç kuşku olmasın ki her türlü basından ve sosyal medya mecralarından gelen baskıların, mahkeme salonlarına biriken siyasi kalabalıkların, yabancı ülkelerden gelen gözlemcilerin, resmi ya da gayri resmi görevlilerin, bilinçli şekilde örgütlenen kamuoyu tepkisinin, resmi veya gayri resmi sivil toplum örgütlenmelerinin, yargı süreçlerini gözleme (Denetleme bile denebilir) çabası, şu veya bu oranda hâkimlerin bağımsızlığını etkileme potansiyeli taşır. Bu alandaki faaliyetlerin tamamı; siyaset alanının, doğrudan ya da dolaylı olarak, bilerek ya da bilemeyerek, isteyerek yahut hiç farkında olmayarak hukuka ve hukuk süreçlerine müdahale niteliğindedir.  

Siyaset bazen günlük tartışmalar, yerel dengeler, yararcı yaklaşımlar, günlük çıkarlar, kendine dair açmazlar, süreçler karşısındaki yetmezlikler ve dün dündür bugün bugündür gibi kerameti kendinden menkul kimselerce dile getirilen garip sözler üzerinden ilerler. Bazen de edebiyat ve hukuk bakımından bir tür garabeti ifade eden ve hiçbir alamet-i farikası olamayan laflar edilir. Bu zamanlarda siyaset ve siyasetçi, bir şey bulamadığı zaman bir şey bulduk; hiçbir şey olmamışsa bile bir şeyler olmuştur denen; sırf toplumu ayrıştırmak ve rakipleriyle aralarında bir fark varmış gibi göstermek için yerliye yerli; milliye milli adları koyarak motivasyon (isteklendirme) kavramları keşfeden ama bir türlü doğrudan yana olamayan (Kediye kedi diyemeyen) bir masada, amaca varmak için bütün araçları kullanmak gerek diyen Makyavel’le yan yana oturmaktadır.

Açıkça söylemek gerekirse Makyavel’in amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan, siyaseti ahlaktan ayıran ve her türlü ahlak kuralını hiç sayan teorisi bile bir düzen ve çerçeve öneriyor. Makyavel dahi, bu tezleri ileri sürerken siyasetin kendine özgü bir alanı olması gereğine hatta farklı ve özerk bir alanda yol almasının önemine vurgu yapmaktadır. İster Makyavel ister günümüz etik değerleri ister her şeye dayanak yapılan ulusal ölçekteki hassasiyetler, siyaseti tarihteki bilinen çizgileri ve düzeni dışına itememelidir. Siyaseti özünden farklı ve kaygan zeminlere doğru sürüklemek, onu toplumların gelecek umutlarını canlı tutmaktan ve her gerektiğinde başvurulacak şey olmaktan çıkarır. Öyle ki ulusal değerleri siyasetin payandasına, sıçrama tahtasına dönüştürenler, önünde sonunda, sözde yere göğe sığdıramadıkları ulusa ve ulusal değerlere zarar verirler. Toplumların ortak hassasiyetlerini kendi siyasi gelecekleri için varlık yokluk sebebi görenler, toplumları bölmeye, derin toplumsal yaralar açmaya mahkûm olurlar. Bu yüzden de siyaset ve hukuk ilişkisi, hukuk bir gün herkese lazım olur, cümlesindeki engin uzak görüşlülüğe uygun bir zeminde yürümelidir.

Sorunlarına eğildikleri veya çözüm aradıkları izlenimi vererek kimi toplumsal grupların desteğini kazanmaya dönük manevralarla, bir takım gizli düşüncelerle, subjektif niyetlerle, yalnızca oy kaygılarıyla ve bir yığın yalan, dolan ve yalpalanmalarla yol alan, durmadan yeni sorun alanı açan kimselerle yapılan şeyin adı siyaset değildir. Bunlar olsa olsa Makyavel’in amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan teorisinin kötü kopyacısı olur. Ne yazık ki bu dönemin siyaseti birbirinden çok başka olan dünyalardan parçalarla iş görüyor, çıkarına uyduğunda hiç zorluk çekmeden hayaletlerle bile yolculuk ediyor. Kimi siyasi yapıların gerektiğinde hukuk dışı alana taşarak bunları yapabiliyor olması, siyasetin sadece bir yüzünü gösterir. Söz konusu tablo, bu kabil siyasilerin hem hukuku hem toplumun çıkarlarını gözetmediğini ortaya koyar.

Bu bölüme dair son söz yerine, ne biri ne öbürü yönünden kendini toplumdan soyutlamak, toplumun geleceğini gözetmemek mümkün değil. Hukuk da, siyaset de toplum içinde, toplumla beraber yaşar ve hak ettiği değeri görür.

(*) Elindekinden hoşnut olma durumu, kanıklık, yeter bulma, yetinme, fazlasını istememe, doyum. Kanma, inanma: Kanış, kanı, inanç, düşünce.

(**) Kanunun belirlediği durumlarda yargıca tanınan değerlendirme serbestliği, takdir yetkisi.

Not1: Bu bölümün bazı kısımlarının hazırlanmasında sosyolojisi.comhukuk-ve-siyaset/4377.html başlıklı isimsiz yazıdan yararlanılmıştır.