Otoriteyi ve Karşıt Üretmeyi Alkışlamak | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Otoriteyi ve Karşıt Üretmeyi Alkışlamak

YazarResmi

                                                                                          “Basit gerçekler kadar güçlü ve güvenli hiçbir şey yoktur.” Charles Dickens

                                           “Beğenmediğiniz bir şeyi alkışlamak, yalan söylemenin birçok çeşidinden biridir.” George Bernard Shaw

 

Sözlükteki manasına göre otoritenin üç tanımı var. Birincisi, yaptırma, yasak etme, emretme, itaat ettirme hakkı veya gücü, yetke, sulta, velayet. İkincisi, siyasi veya idari güç. Üçüncüsü, çalışmalarıyla kendini kabul ettirmiş, başarılı kimse. Aynı şekilde ama başka tanımlamalarla Alman düşünür ve sosyolog Max Weber de otorite tiplerini 3'e ayırır; geleneksel otorite, karizmatik otorite ve hukuksal (demokratik) otorite. Weber’e göre de otorite veya yetke, herhangi bir konuda bir şeyin yeterliliğine herkesi inandırarak bir kişinin kendine sağladığı itaat ve güven; hâkimiyet ve emretme kudreti; yaptırım koyma ve kullanma gücüdür*. Weber ve Engels gibi bu alandan fikirlerini açıklayan daha pek çok kişinin yaklaşımından bağımsız olarak, bilgim el verdikçe bu yazıda otoritenin özellikle siyaset alanındaki etkisini, topluma ve insanlara verdiği zararları tartışacağım.

İki kutuplu dünyadan sonra devletleri yönetenlerin; birbirileriyle ve başkasıyla işbirliğinden, çözüme ve üretime odaklanmaktan, küresel ve bölgesel sorunlarla ilgilenmekten, yapıcılıktan, barış içinde bir arada yaşama amacına hizmet etmekten, ahlaki ve insani davranmaktan zihnen bu kadar uzak bir döneme daha rastlanabileceğini hiç sanmıyorum. Aynı zamanda yöneten kesimlerin tavır yönünden bu kadar sert olduklarına da tesadüf edileceğine ihtimal vermiyorum. Özellikle Türkiye’de, 40 yıldır siyaseti çok yakından izleyen biri olarak bırakın 3-4 yılı, içinden geçtiğimiz böylesine karmaşık, düzensiz ve ayarsız olan 1 yılı dahi hatırlamıyorum. Dünya’da ve Türkiye’de eşanlı olarak alışılagelenin dışında, bambaşka bir kostüm siyasete giydiriliyor. Siyaset zemini, hiç olmadığı kadar çözüm üretmekten uzaklaşan, sürekli gürültü çıkarılan, fırtına koparılan, kavga edilen ve toplumu ayrıştıran sorunlu bir alan haline getiriliyor. Söz gelimi Türkiye’de partilerin grup toplantıları yaptıkları günler, bir akıl tutulması yaşanıyor, hemen hemen bütün partilerin birinci ağızları öfke, hırs, karşıtlık üretiyor, Türkiye, bir uçtan ötekine başka bir havaya sokuluyor. Toplumu oluşturan bir bütünün parçaları değil de sanki düşman kutuplarda olan, iki karşıt toplumu oluşturan ve ayrı kamplarda yaşayan kimseler gibi konuşuyorlar. Parti başkanları veya sözcüleri gerildikçe geriliyor, birbiriyle ilişkileri kopardıkça koparıyor, birbirlerini dışladıkça dışlıyorlar. Bu günlerde siyaset elitinin davranışlarına, duyanda dehşet uyandıran bir dil egemen oluyor. Bunun tek nedeni siyasilerin ve parti yöneticilerinin kişiliği veya siyasal atmosfere egemen olan hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlük değildir. Yurttaşların, her hal ve şartta kendi mahallesindeki parti başkanlarını, siyaset seçkinlerini alkışlaması, kayıtsız şartsız biçimde taraf tutması ve oy verdiği partilerinin arkasından yürümeye devam etmesi, kanımca bunun en başta gelen nedenleridir. Siyaset, takım tutma halinin egemen olduğu bir alana doğru hızla sürükleniyor. Hatta Türkiye’de buna yakın bir çizgide, uçuruma doğru giden yolun içine büyük bir hızla yuvarlanıyor. (Söylemem bir işe yarar mı bilmiyorum ama buna benzer bir süreç görmedim, hatırlamıyorum).

Acıma duygusu bütün insanlığın başlıca ve belki de tek yasasıdır, diyor Dostoyevski. Hâlbuki dillere pelesenk olan bir cümle de şudur. Hayat acımasızdır. Hatta hayat o kadar acımasızdır ki, doğru olanı yapmak için kimi zaman isteklerimizden, kimi zaman sevdiklerimizden ve kimi zaman da bize bel bağlayanların umutlarından, güven duygularından vazgeçmek gerekir. Böyle zamanlarda uyumlu bir ümit ile neşe, hayatın acımasızlığı karşısında bambaşka bir şeye dönüşüyor. Velhasıl insan kendi hatalarına ve yanlışlarına karşı daha açık düşünceli ve gerektiği kadar acımasız davranamıyor. Aynı nitelikleri arkasında yürüdüğü parti başkanlarına karşı da gerektiği gibi ortaya koyamıyor. İnsan toplum, insan siyaset hatta insan otorite ilişkisinde; insanın o derin vazgeçişi, yaralı, zayıf, acı çeken kimselere karşı gösterdiği saygısı, vicdanı, insana karşı geliştirdiği bağlılığı ne kadar büyük görünürse görünsün, biat eden insan, önünde sonunda kendi kazdığı çukurun dibine yuvarlanıp orada debelenmek zorunda kalacaktır. Kendi iradesine güvenmediği, ayakları üzerinde duramadığı için orada bile bir insandan medet umacaktır. Belki de bu yüzden Tolstoy, insanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır, diyor.

Hiç kuşku olmasın ki tarih boyunca bunca acıyla yoğrulan insan türü, kendi çıkarlarına uygun davranılmasına rağmen, daha dengeli, daha sağduyulu ve toplumsal yararı gözeten bir tutum alabilir. Örneğin, her türlü saygıyı hak etseler bile siyasi figürleri, özellikle de önder kadroları, lider konumundaki şahsiyetleri (Parti genel başkanları, hükümet veya devlet başkanları), otoriter konuma getirme ihtimali taşıyan her türden destek, övgü, onama, takdir, arka çıkma, adamı olma faaliyetlerinden ve körü körüne bağlılık anlamına gelen hareketlerden kaçınmalıdır. Sevgi ve bağlılık hangi yoğunlukta olursa olsun, bu kimseler hangi pozisyonda görev yaparsa yapsın, onlarla mesafeli olmak ve belli bir düzey içinde ilişkilenmek gerekir. Bu kesimle ilişki dava arkadaşlığı, yoldaşlık ya da kardeşlik hukukuna erişse bile, böyle olmalıdır.

Unutmamak gerekir ki birinin adamı olma hali, sadece kötü bir haletiruhiye değil, toplumun tümüne zarar verecek kadar toplumsal bir sorundur. Gizli, açık bir güç karşısındaki boyun eğiş, çoğu zaman bulaşıcı bir hastalık gibi hem otoriteyi daha da sertleştirir hem ahaliyi, halk yığınlarını daha da korkutur. Hak tanır kimselerle haksızlığın mücadelesi bu alanlarda daha belirgin hal alır. Hiç şüphesiz, bir hırka bir lokma derdiyle yaşayan, hayalleri çok küçük olan ve umut etmekten başka çaresi olmayan halk yığınlarının, hangi nedenle olursa olsun itaatkâr duruşu, otoriteye güç verir, otoritenin başını döndürür ve otoriteyi baştan çıkarır. Uzlaşma kültüründen yoksun siyasi figürler, uzlaşma kültürünü, bilgiyi, birikimi ve refahı daha az önemseyen toplumlarda boy verir, bu tür toplumlarda yaşama fırsatı bulurlar. Böylesi toplumları yakından tanıyan ve edebiyat dünyasının en önemli yazarlarından olan Dostoyevski, bütün zorluklarına rağmen, “Aşırı uçlar da uzlaşır,” demektedir.

Hayatın zorlukları karşısındaki çekilmez yaradılışlarına, yoksulluklarına, yetmezliklerine, bütün dezavantajlı yönlerine rağmen, bir otoritenin arkasından sessizce yürüyen halk yığınları, sadece kendi geleceklerini değil, çocuklarının ve onlardan sonra gelen kuşakların da istikbalini ipotek veriyorlar. Böyle böyle başkalarıyla ortak oldukları geleceği, hacir (kısıt) altına alıyorlar. Kendi hayatlarını rehin bırakmaya razı olanlar, ne yazık ki başka hayatları yeterince düşünemiyor, başka hayatlara ve toplumun geleceğine dair kaygı taşımıyorlar. Siyaset erbabının bir hiç yüzünden, durmadan bağırıp çağırmalarına, dışarıyla hiçbir ilgisi görünmeyen birtakım gelişmeleri şikâyet edip durmalarına sessiz kalmak, olası gaddar uygulamaların ayak seslerini duymamak anlamına gelir. Hiç kuşku olmasın ki, yaşamayı berbat eden, herkesi ve her şeyi dışlayan, düşman gören, toplumun bir kesimiyle küskünlüğünü siyaset sayan ve başı sıkıştığı her dönemde kendisine sataşılacak yeni alanlar bulan, despotluğa varan düzeyde zulüm yapan, ego ihtiyacını bir şekilde gideren odak, önünde sonunda otoriterleşir. Aynı odak, gücü ele geçirince, bu kez de kudretinin bir sınırının olmasına takılanlara, bunu sorun olarak görenlere sataşır. Hiç şüphe olmasın ki iktidardakilerin eline fazla güç geçmesi, tarihin hiçbir döneminde onları iş bilir, muktedir ya da kudretli yapmamıştır, yapsa yapsa onları baskıcı eğilimlere yöneltir, otoriter kılar.

Hiçbir yurtseverlik ve vatanperverlik duygusu, otoriteyi övmekle ve otoritenin arkasına takılmakla açıklanamaz. Otoriteye yeni alanlar açan ve daha güçlü bir otorite oluşumuna fırsat veren bağlılık, yandaşlık ve her türlü bağnazlık, asla ve hiçbir zaman vatanseverliğin unsurları sayılamaz. Bu gibi yaklaşımlar, oldukça sakıncalı hatta tehlikelidir. Vatan sevgisi de dâhil, her türlü sevgi, siyasi bir eylem değil, insani duygudur. İnsani duyguları, siyasete ve çıkara dayalı bir şeylerin ölçüsü haline getirmek yanlışların en büyüğüdür. İnsanın insana tabi olması, insanın insana adanması her dönemde sorunlu olduğu gibi, bugün de hayli sıkıntı veren bir haldir. Yasaların ve değerler zincirinin ağırlığına ihtiyacı olmayanlar, yaptırım gücüne ve bir düzene inanmayanlar, adalet ve merhamet duygusundan yoksun olanlar, kuralları hiç yerinde görenler, gün gelir yasa dâhil hiçbir şey tanımazlar. Unutmayalım ki bugün bizi alkışlayan eller, gün gelir bize taş atar.

İngiliz yazar ve sözlük bilimci Samuel Johnson, Vatanperverlik tüm alçakların son sığınağıdır, özlü sözünü söylemiş. Zira bazen ‘alçak’ olamayanlar da ‘alçakları’ savunmak için vatanseverliği sığınak olarak görürler ya da gösterirler. ‘Vatanseverlik’, ‘yurtseverlik’ gibi daha yumuşak kelimelerin ardına saklanan ve utangaçlık duygusuyla yapılan milliyetçilik, dikkat edilmezse ve dengeli davranılmazsa ırkçılık tehlikesine varacak kadar yoğunlaşan milliyetçiliğin yoluna döşenen, göze ve gönle hoş görünen taşlar haline gelir. Birçok ülkede, özellikle de Ortadoğu ülkelerinde, “Söz konusu vatan ise, geri kalanı teferruattır,” lafı ya da onun aynısı anlamına gelen spot sözcüklerin arkasına gizlenen pek çok karanlık iş yapılmış, yasalara ve törelere uygun hareket etmeyen odakların güçlerine güç katılmıştır. Hatta pek çok tiran ve otorite; bu kavramla topluma kan kusturmuş, iktidarını pekiştirmiş, bolluk ve zenginlik içinde gösterişli bir yaşam sürdürmüştür.

İki seçim döneminde de ‘Yeniden büyük Amerika’, ‘Amerika’yı tekrar büyük yapmak için’, ‘Amerika’yı güçlü tut’ ya da ‘Amerika’yı büyük yapmak için’ gibi sloganlarla seçim kampanyası yürüten Trump dâhi seçim kazanmak uğrunda, “Vatanseverlik hareketimiz ilk günden beri saldırı altında,” diyerek, milliyetçi duygulara seslenmekten geri kalmadı. Dünyanın en gelişmiş ülkesinde siyaset erbabı bu tarz söylemlere bel bağlayıp bu tür klişelere sarılıyorsa insanlığın, insani değerleri egemen kılmak için gideceği çok fazla yolu var. Ne yazık ki Amerika gibi pek çok alandaki dev bir ülkede durum bu hale gelince başka ülkelerin bu yola girmesi, aynı yolu izlemesi, kötü kopya çekmesi kaçınılmaz oluyor. Anlaşılan o ki bu gibi durumlarda da üzüm üzüme baka baka kararıyor. Sadece üzüm üzüme bakarak kararmıyor, insanlar da birbirlerinden etkileniyor, birbirlerinin yüzüne bakıyor, birbirinden istifade ediyor, birbirinin yolundan veya daha güçlü ve etkili olanların açtığı yoldan gidiyor. Nihayet 6 Ocak 2021 günü Trump, itirazlarının değerlendirilmesi sonucunda Georgia Eyaleti seçimini ikinci kez kaybedince, vatanseverlik duygusuyla seçimlerin tümüne itiraz etti. Kişisel hırsına vatanseverliği kalkan yaparak Amerika’yı geri kazanmak gibi bir garabet icat etti ve istenmeyen pek çok hadise meydana geldi.

Konuyla doğrudan ilişkili olması nedeniyle yeri gelmişken insanın, kendi varlığının kaynağı, ideal düzen arayışı, insanların birbirleriyle ortak yaşamları karşısındaki tutumu hakkında, kısa da olsa birkaç cümle kurmakta yarar görüyorum. Ontolojik (Varlık bilimi) olarak insanın çok fazla bilinmezlikleri, belirsizlikleri ve kestirilmez yanları vardır. Bunlar o kadar çok ki, insan neyin içindeyse, sebebi ne olursa olsun orada derin, ciddi ve önemli toplumsal sorunlar ortaya çıkıyor. Sorunların kendisiyle beraber çözüm yolları, çözüm araçları eş anlı olarak uç veriyor. Yani bir yerde balık varsa su da vardır. Siyasetin olduğu yerde de muhakkak insan, insanın olduğu yerde zaten siyaset vardır. İnsan hüznünün bakir doğasında ne yoktur ki? Hatta bu benzersiz ve kendine özgü derinlikte, genişlikte kim ve ne kaybolmaz ki? Yeni söylemler, yeni kavramlar, yeni arayışlar, bitmeyen ihtiyaçlar, buluşlar ve yeni keşifler. Zira insanın öğrendiği ve henüz bilmediği her şey tabiatın ona cömertçe sunduğu armağanıdır. Anlık olanlar da dâhil insanın kendisine ait bütün değerler, karakteristik olanların bir kısmı hariç, sonradan edinilmiştir. Başı sonu belirsiz birtakım muhakemeler yürütmeye yatkın olsa da insan, günü kotarmaya, anı yaşamaya daha çok hevesli gibidir. İnsanın birbirini fark etmesi, birinin öbürü için iyi işler yapması, henüz gerektiği kadar ve yeterli ölücüde yaygın ve kabul gören bir durum değildir. Örgütsüz ve iletişim olanakları kısıtlı insan, bazı insani duyguların, vicdanı ilgilendiren hikâyelerin, ortak acılara yol açan dramların hatta trajedilerin farkına varmakta zorlanan insandır. Demokratik bir toplum yaratabilmek için, önce bireylerin kendi günlük yaşamlarında, diğer kişilerin görüşlerine saygılı ve hoşgörülü olmayı öğrenmeleri gerekir, diyen Doğan Cüceloğlu’nun bu etkili sözüne, kanımca şunu ilave etmek gerekir: Demokratik bir toplum yaratabilmek, aynı zamanda insanların yaygın örgütlüğüyle, özgürce ve daha ucuz şekilde iletişim olanaklarına erişmesiyle mümkündür.

Tarihsel süreçleri gereği insanlar, farklı toplumsal katmanlardan, farklı ekonomik ve sosyal çevrelerden geliyor. İnsanların sınıfsal konumunu, eşitlik ve adalet karşısındaki tavrını ifade etmeye uygun olarak, bir Alman atasözü, “Eşitlik arayan mezara gitmeli,” diyor. Çünkü hayat; öyle tek düze, her şeyin kolay idare edildiği, bütün arzuların yerine geldiği, karşılıksız olarak olanakların paylaşıldığı ve insanın her yerde ve her anda istediğini yaptığı, yapabildiği bir şey değildir. Hayat öyle bir hızla değişiyor ki, bazen insanların sorunları, başka şeye dönüşüp sorun olmaktan çıkıyor. Ya çözüm yolları artık yol olmuyor ya çözümler çözüm olmaktan çıkıyor ya da geç kalındığı için çözümler gerçek manada çözüm olamıyor. Söz gelimi seçmenlerin sorunları çözülmeden, başka şeylere dönüşmeden, seçmenlerin kendisi, bizatihi dönüşüp değişiyor. Hatta yeni seçmen profilleri (görüntüleri) ortaya çıkıyor. Kısacası, bırakın sorunların sorun olmaktan çıkmasını, insanın kendisi çağa ve zamanına göre, yeni ihtiyaçları ve çıkarları ışığında tutum ve beklenti değiştiriyor.

İdeal düzen arayışları karşısına çıkarılan bir dolu sorunlu ve az gelişmiş düzen vardır. Hatta anılan düzenlerin bazısı sahte denecek kadar sıkıntılıdır. Bu düzenlerin bir kısmına göre ister sizin için faydalı ister zararlı olsun, asıl olan, toplumda belirmiş genel kurallara uymaktır. Bazı kesimlere göre de kurnaz davranıp toplumu, herkesin zararına olarak kendi mutluluğunu ve iyiliğini yaratma kuramıyla      (Anarşist, Monarşist ve Teokratik Rejimler) açıklamaya çalışmak, yıkıcı bir tavırdır. Çünkü bu tavrın kendisinin ya da bu tavrı açıklama tarzının ağır sonuçları var. Bu da yasaları, toplumu ya da insanları atlatarak, harcayarak, elde edilen şeyin haklı ve uygun olduğuna inanmaya zorlar. İster şu kesim ister bu kesim ister otoriter ister demokratik ister açık toplum ister kapalı toplum ister insan odaklı ister devlet ya da otorite odaklı olsun, esas olan şudur: toplumun çıkarları ve geleceği anılmadan, önemsenmeden toplumu açıklamak her zaman oldukça ciddi ve olumsuz sonuçlar doğurur.

Ernesto Che Guevara, Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun, diyor. Çok kesin ve köşeli olan bu sözlerin sahibi, belki de sözlerine inanarak ve onları hayatında uygulayarak yaşadı ve öldü. Onunla çağdaş olan ve bir sonraki yüz yılda roller üstlenen kuşakların ne kadarı böyle yaşar, bunu kestirmek olanaksızdır. Yaşayarak öğreneceğimiz bu gibi belirsizlikleri ancak ve ancak tarih bize gösterecektir. Zira insan, sürekli olarak şaşırtan varlıktır. Bir acıdan başka bir acıya yürüyecek kadar çelikten bir iradesi olmasına, zihnini çetin düşüncelerle doldurabilmesine ve orada yaşatmasına, pek çok güçlüğe göğüs germesine rağmen, insan hep bir çıkış yolu bulur. Fakat otorite söz konusu olduğundan aynı insan, nasıl olur da başka bir insana bu kadar teslim olur, başka bir insanın oyuncağı haline gelir, işte bunu anlamak kolay olmuyor. Güce ve özellikle de paraya tapınmak kadar olmasa da bir kişiye bağlanmak, onun otoritesini alkışlamak, ancak ve ancak düşük profilli (görüntülü) bir insan olmanın, önemli bir şahsiyet sorunu yaşamanın ve altı çizilecek derecede dikkat çeken bir siyasi tavrın belirtisidir. Bu şekilde ifade edilebilecek, değerini yitirmiş, kendini veren ve aşırı bağlı olan insanların oluşturduğu bir toplumda, hayat bazıları için, özellikle de siyasal gücü kötüye kullananlar için oldukça kolaydır. Her toplumda bir kesim vardır ki bütün zayıf insanlar gibi kendi vicdanından, aklından çok başka kimselere kulak verir, onların sözlerini dinler. Bu yüzden anılan toplumlarda hatta devlet örgütlerinde, aileleri ve insanları birbirine bağlayan sevgi eğiliminin doğması ve yaygınlık kazanması olanaksız hale gelir. Bu tür toplumlarda insanların pek çoğu, istismar edilmeye ve araç haline getirilmeye uygun, yönetmeye ve yönlendirmeye müsait olur. Balzac’ın Vadideki Zambak romanında altını çizdiği, Napoleon'un ailelerin sıcak kucaklarından alarak ateşe attığı çocuklar gibi, ifadesine benzer şekilde, bugün bile dünyanın birçok yerinde, siyasi otorite veya siyaset yapıcılar, anaların kucağından gencecik çocukları alıp ateşe atıyor.

Çok açık ki, toplumun ve bütünün bütün çıkarları, her bir bireyin adalet heykeli gibi sakin, ağırbaşlı ve direngen olmasını gerektiriyor. Elbette bunun için yeterince siyasal bilince ve tarihe dair geçmiş bilgisine ihtiyaç vardır. Aynı zamanda insanlığın nereden gelip nereye gittiği hakkında gerektiği kadar net ve asgari bir bilgi altyapısı da lazımdır. İnsanın siyaset eliyle topluma hükmetmek, onu yönetmek için bu etki gücünü, yani siyasi gücü neden kullandığını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur. Eğer insanın yalnız kendisini ve öz çıkarlarını koruyan bir örgütlülüğü söz konusu olsaydı, zorbalık düzeni ne onun haklı çıktığını gösteren inatçı sessizliğini yenebilirdi ne tarihi delillere karşı beslediği inancına ne çocukça heveslerine ne olgunlaşmamış fikirlerine ne de mantık dışı veya ussal olan düşüncelerine cevap verebilirdi. George Bernard Shaw, insanlar kendilerini avutan, hoşnut eden ya da onlara bir çıkar vaat eden her şeye inanırlar, sözünü boşu boşuna, dememiştir.

Yazının sonuna gelirken Friedrich Engels’in Otorite Üzerine** başlıklı makalesinden bir paragrafı okurlarla paylaşmak istiyorum. Engels, iki ayrı açıdan yaklaştığı otorite konusunda şunları söylüyor: “Son zamanlarda bazı sosyalistler otorite ilkesi adını verdikleri şeye karşı düzenli bir haçlı seferine giriştiler. Onların gözünde, şu ya da bu davranışın otoriter olduğunu söylemek o davranışın mahkûm edilmesi için yeterlidir. Bu kestirmeden yargılama yöntemi öylesine istismar edilmektedir ki meseleye biraz daha yakından bakmak zorunlu hale gelmiştir.

“Burada kullanıldığı anlamıyla otorite, başka birinin iradesinin bizim irademize dayatılması demektir; diğer yandan, otorite, tabi olmayı gerektirir. Şimdi, bu iki kelime kulağa hoş gelmediğinden ve bu iki kelimede cisimleşen ilişki, tabi olan taraf için kabul edilir olmadığından; mesele bundan kurtulmanın bir yolu olup olmadığını, (günümüz toplumunun koşulları dikkate alındığında) bu otoritenin artık en ufak bir alan bulamayacağı ve dolayısıyla zorunlu olarak ortadan kalkacağı başka bir toplumsal sistem kurup kuramayacağımızı netleştirmektir.

Aynı makalede, “(…)Böylece bir yanda nasıl devredilmiş olursa olsun belli bir otoritenin, diğer yanda da belli bir tabiiyetin her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız olarak üretim yaptığımız ve ürünleri dolaşıma soktuğumuz maddi koşullarla birlikte bize zorla dayatılan şeyler olduğunu görmüş bulunuyoruz,”  diyen Engels, otoritenin gerekli olduğu şartlara da değiniyor. İktidardakilerin toplumla ilişkileri, yönetim düzeni, iş ocakları, sanayi ve tarım alanındaki faaliyetler, işçilerin ortak çalışma hukukları, işe ve işverene karşı sorumluklar konusuna vurgu yaparak otoritenin kimi alanlarda zorunlu olması gerektiğini belirtiyor.

Son olarak Engels, otoritenin iki yanına da vurgu yaparak ve neden sadece siyasi otoriteye karşı çıkılmadığının altını çizerek konu hakkında şu görüşlerini ortaya koyuyor: “(…) otorite karşıtları neden siyasi otoriteye, yani devlete karşı veryansın etmekle yetinmiyorlar? Yaklaşan toplumsal devrimin sonucunda devletin ve devletle birlikte her türlü siyasi otoritenin ortadan kalkacağı, yani kamu işlerinin siyasi niteliklerinden arındırılacağı ve toplumun gerçek çıkarlarının denetlenmesi şeklinde basit idari işler haline geleceği konusunda bütün sosyalistler hemfikirdir. Ama otorite karşıtları siyasal devletin tek bir vuruşla, üstelik onu doğurmuş olan toplumsal ilişkiler bile yok edilmeden önce ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Toplumsal devrimin ilk iş olarak otoriteyi ortadan kaldırmasını istiyorlar. (…)

Toplumsal denklem ve erkek egemen üretim ilişkisi bakımından dünyadaki tablo hala belirgin biçimde cinsel eşitsizlik içeriyor. Kim bilir belki de otorite erkektir, erkek egemen bir arzudur. Erkeğin egemenlik alanı yaratma çabasının sonucudur. Sanki bu gibi nedenlerle kadın kimliğinin otorite karşısındaki tavrının, erkeğinkine oranla daha sağlıklı olduğunun altını çizmek gerekir. Dünyayı kadınlar yönetse; otorite bu kadar aranan, bu kadar istenen, bu kadar önemsenen ve bu kadar perva tanımayan bir şey olmazdı sanırım. Kadın ve erkeğin iktidara bakışı da, iktidarı da birbirinden farklıdır. İktidarın aynılaştırma gücüne, değiştirme ve dönüştürme kudretine, başkalaştırma etkisine rağmen bu böyledir. Zira iki cinsin otorite karşısındaki tavırları da ayrıdır.

Son söz yerine, hangi kara parçasında yaşanırsa yaşansın hayatın bir yasası var. Ya güç yasa olur ya yasa güç olur. Buna karar veren de, bunu yaşatan da, hak eden de, uygulayacak olan da insandır. Bugün hiçbir otorite, hiçbir totaliter rejim, hiçbir tek adam iktidarı barbarlık, baskı ve zulüm olmaksızın anılmamaktadır. İnsan egosunda ve kişiliğinde devrim niteliğindeki bir değişim ve dönüşüm yaşanmadıkça bugünden sonra da kuvvetle muhtemel anılmayacaktır. Hem bir bütün olarak toplumu hem de siyasal gücü kullanan siyaset erbabını uyaran ve konuya çok denk gelen bir sözle bitirelim. Gözü 'daha yükseklerde bir yerde' olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.***  

(*)   Otorite, Vikipedia

(**) Solplatform sitesi, 19 Ekim 2011 tarihli, Otorite Üzerine, Friedrich Engels’e ait yazının çevirisinden

(***) Milan Kundera