Çoğunluk kuvveti, kuvvetlerin en hoyratıdır. Paul Bourget
Hakim Güç
İnsanlık, tarih boyunca buyruğunu yürüten, sözünü geçiren, baskın çıkan bir güçle, pek çok şeyi kontrol eden güç odağıyla yaşamıştır. Artı ürünün ortaya çıkmasından beri şu ya da bu şekilde süren yaşam ortamlarında, en alttakiler, orta katmanlar ve elinde gücü bulunduran üsttekiler, bir başka deyişle imtiyazlı sınıflar var olmuştur. Bu tarihi gerçeklik, bireysel ve toplumsal mücadeleyi, iktidarı ya da gücü ele geçirme çabasını ve sınıf kavgasını özendirmiştir. Pek çok iyi şey gibi, pek çok kötü şey de bu mücadele sonucunda ortaya çıkmıştır.
Hâkim güç söylemini daha iyi anlamak için, güç ne demektir, ne için vardır, olabildiğince ona kafa yoracağım. Kavramsal olarak güç; fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet, efor (gayret) veya bir şeyi etkileyebilme olarak tanımlanmaktadır. Yazıda kastedilen güç ise, hâkim sınıfın, egemenlerin veya siyasal gücü elinde bulunduranların kudreti demektir. Bu kudret, devlet işleyişini ve toplum hayatını düzenleme üzerinde bir şeyi etkileyebilme ve değiştirebilme gücüdür.
Hâkim güç genel anlamıyla; iktisadi faaliyetleri yönetme, devlet işlerini düzenleme ve yürütme, topluma yön ve istikamet çizme, kısa, orta ve uzun vadeli planlar yapma ve proje üretme sanatının veya sevk ve idare erkinin adıdır. Kavramsal anlamlarından ve içeriğinden hareketle hâkim gücü daha geniş manada tanımlamak gerekirse; üretim araçlarının tamamını elinde bulunduran yerel ve uluslararası boyutu olan, ekonomi ve hukuk alanında sınırsız yaptırım uygulayabilen erktir. Aynı zamanda bir devletin koyduğu belli ulusal hedeflere erişmek ve erişilenleri korumak yolundaki çabadır. Hakeza yerel ve evrensel kazanımları sürekli hale getirmek, geliştirmek ve adına milli, dini, mezhebi denilen ama özünde bir zümreye menfaat sağlamak amacıyla hassasiyetlerin kullanıldığı, birbirini izleyen ve birbirine koşut işler yapan belli kuvvetlerin topyekûn randımanı da hâkim güç kaplamındadır. Bu tanımlar ışığında, egemen sistemin temellerini attığı müesses nizam için, bir devletin siyasi güç unsurunun neleri kapsadığı ya da kapsaması gerektiği açıkça belirlenir. Şekillenen haliyle kurumsal niteliği olan devlet organlarına, gereği için önceden bildirilir ve varsa görevler tevzi edilir.
Hâkim güç açısından işlerin yolunda gitmesi, her zaman ve her zeminde iç ve dış politikanın, bir sınıfın emrinde olan devletin yapısına ve devletin dayandığı hassasiyetlere uygun olması demektir. Buna göre, çeper çevre ilişkisi ve iç politikası devlet yapısına, toplumu oluşturan kesimlerin özelliklerine uyumlu olan bir siyasal anlayış, egemenlerin el üstünde tuttuğu anlayıştır. Çağın gereklerine uygun olma çabası, aynı zamanda egemen sistemin dünyada aradığı nizamın da gereğidir. Dış siyasal faaliyetler artık evrensel nitelik kazandığından, iç politika ihtiyaçları değişmediği sürece tek düze ve durağandır, pek çok ülke bakımından birbirinin aynısıdır. Global ekonomi, kalkınma, istihdam, sermayenin dağılımı ve para politikası konuları, G7, G20 gibi topluluklar ve bu topluluklara bağlı çalışma grupları aracılığıyla eş anlı ve ortaklıklar düzeyinde ele alınır ve çözüme kavuşturulur. Anılan topluluklar, dünya devleti şeklinde, merkezi yapıda örgütlenmiştir. G20 söz konusu çatı örgütünün yasama organıysa G7 de yürütme organıdır. G20 iktisadi ve siyasi faaliyetler bakımından dünyanın çeperiyse diğeri çekirdeğidir.
Hâkim gücün baskı aracı olan ve pek çok gücün birlikte temerküz ettiği devletin şu ya da bu manivelayla (kaldıraç) ‘sakin’ kalıp demokratikleşmesi hemen hemen imkânsız gibidir. Yaklaşık bir buçuk asır önceden bunu gören Engels şunları söylemiştir: Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, aslında, kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileştirilmesidir. (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Friedrich Engels.) Engels’in devleti kapitalistlerin emrinde görmesi, bütün sermayenin bir kesimin elinde olduğunu ileri sürmesi, devletin hâkim sınıfın örgütü olduğu gerçeğinden hareket etmesiyle ilgilidir. Zira hem Marks Hem Engels, bu konuda, gerçek anlamıyla siyasal iktidar, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmek için kullandığı örgütlü gücüdür, demektedirler.
Unutmamak gerekir ki günümüz politik dili ve modern söylem, genelde ekonomik ve askeri güce dayanan devlet üzerinedir. Denebilir ki askeri ve ekonomik gelişkinlik düzeyi, güçlü ve saygın bir devleti neyin tanımladığına dair ortak bir kabuldür. Ayrıca önemli miktarda güce sahip bu devletler, uluslararası sistemde; güçlü devlet, bölgesel güç, belli normların üstünde olanlar da süper güçler olarak adlandırılırlar. Zira her türlü tanımlama ve adlandırmalardan bağımsız olarak devlet, her şekilde baskı aracı olma özelliğini sürdürüyor. Hakeza uluslararası ilişkilerde, şu ya da bu amaç uğrunda, devletlerden başka kuruluşlar da güç elde edip kullanabilirler. Bu kuruluşlar; çok taraflı uluslararası örgütler, askeri ittifak örgütleri (NATO), çokuluslu şirketler, sivil toplum örgütleri olabildiği gibi bu veya şu mezhebin Kilise birliği, küresel ölçekteki ticari örgütler, zincir mağazalar ve vakıflar olabilirler. İster hâkim güç ister devlet ister iktidar olsun erk denen şey; bir sınıfın, kesimin, etnik ve mezhepsel yapının başkalarını ezmekte, karşı ilan etmekte ve ötekileştirmekte kullandığı örgütlü güçten, baskının ifade bulduğu nesnel gerçeklikten başka bir şey değildir.
Dünya nizamı ve küresel hâkim güç
Devletlerin milli karakteriyle doğrudan ilişkisi olan dünya nizamı, büyük oranda küresel hâkim gücün kontrolü, onun sevk ve idaresi altındadır. Bu yüzden uluslararası özellikler taşımasına rağmen Küresel Egemenlik Sistemi’ne göre, ulusal devletlerin dış siyasi faaliyeti ve ilişkileri ulusal çıkarlar ve milliyetçilik şemsiyesine uygun olmalıdır. Devletlerin üyesi bulunduğu veya kabul ettiği uluslararası anlaşma, ittifak ve kuruluşlardaki durum ve konumu ne olursa olsun, nihai amaçta paranın egemenliği ve dünya nizamı esas alınır. Küresel sisteme dâhil ülkelerin ekonomik ve diplomatik alandaki hareket kabiliyeti, uluslararası temsil gücü ve itibarı, iç politik mülahazalar nedeniyle yüksektir. Keza iç politik kaygıların artması, hükümet değişikliği gibi görevlerin el değiştirmesi süreçlerinde de benzer yol izlenir. Devlet ve hükümet görevlilerinin, idari organlarda çalışanların, siyasetçilerin ve diplomatların karakter ve nitelikleri, senaryoyu sevk ve idareye uygun, oyunu sahnelemeye ve oyunu geliştirmeye yakışır olmalıdır. Hukuk sisteminin yaptırım gücü, yeterliliği ve etkinliği, devletin yönetim biçimi ve etkinliği, anılan unsurlar çerçevesinde ve güç kavramı etrafında ele alınmalıdır. Artık ülkeler, Küresel Egemenlik Sistemi’ne dâhil olunduğu oranda zengin ve müreffeh, uluslararası temsil gücü ve itibarı yüksek sayılıyor, demokratik ve hukuk devleti olarak görülüyor, insan haklarına ve özgürlüklere saygılı kabul ediliyorlar. Zira adı geçen devasa sistem, ya bunu vaat ediyor ya da görece bunu sağlıyor.
Tek kutuplu dünyaya geçildiğinden beri pek çok şey yeniden ele alınıyor, senaryolar tekrar yazılıyor, denkleme yeni oyuncular dâhil ediliyor, oyunun kuralları durmadan güncellenerek bir daha sahneleniyor. Hakeza küresel güçler eliyle süreçlere yön veren etkiye sahip politik yapılar veya yerel aktörler de aynı dümen suyunda gidiyor. Her zaman bir şekilde denkleme dâhil edilen yerel ya da ulusal işbirlikçiler, bir yolunu bulup hükümetler eliyle toplumu, Küresel Egemenlik Sistemi’nin çıkarları doğrultusundaki kurulu düzene ikna veya razı ediyorlar. Zira yerel güçlerin geleceğiyle küresel güçlerin alacağı kararlar arasında güçlü bağlar vardır. Devletler için de durum böyledir. Çoklukla Küresel Egemenlik Sistemi’nin buyrukları, yerel işbirlikçilerin de çıkarına ve yararınadır. Durmaksızın para kazanmayı amaçlayan ve kâr odaklı davranan egemenler yönünden toplumsal düzen, mal ve hizmet hareketlerinin özgürlüğü oranındadır. Bu nedenle de Küresel Egemenlik Sistemi’nin amacı pazarı genişletmek, daha çok pazar bulmak ve tüketim gücü, yani satın alma gücü yüksek bir pazar yaratmaktır.
Ara bir paragraf olarak hatırlatmak gerekirse, Küresel Egemenlik Sistemi’nde genel amaç bu olduğundan, amaca bağlı olarak ittihat ve terakkiden (birlik ve ilerleme) bu yana Türkiye’yi de büyük oyunun güçlü oyuncuları yönetiyor.
Tekellerin ve kartellerin ortaklığından meydana gelen tröstlerin, büyük bir olasılıkla tek başına yönettiği, şekil ve biçim verdiği dünya nizamı dediğimiz müesses nizamda, her şey olmasa da önemli olan her şey, gerektiği kadar ve lazım geldiği gibi bir merkezden yönetiliyor. Liberalizm, sosyalizm, keza yeni olan pek çok şey, icap ettiğinde müesses nizamın ürününe dönüşüyor. Müesses nizam; insan, tabiat ve bir bütün olarak evren (diğer gezegenler dâhil) için ne gerekliyse onu sağlamakta, onu ortaya koymaktadır. Ne yazık ki günümüz dünyasında, milliyetçilik ve dinler gibi toplumsal hassasiyetler de, daha iyi bir toplum iddiası taşıyan sosyalizm de müesses nizamın tamamlayıcı parçasıdır. Hakeza düzen içi kurallarla toplumsal düzen öneren herhangi başka bir şey de mütemmim cüzdür (bütünü oluşturan tamamlayıcı parça).
Elbette her gelişme, olup biten her şey hâkim gücün bir planı, onun öngördüğü bir vakıa değildir. Çeşitli toplumsal dinamiklerin ve emeğin değiştirici gücüne derinden ve güçlü şekilde inanmak gerekir. Bunula beraber insanlığın direniş yönündeki eylemlerinin, iyiye ve daha insanca yaşama dönük mücadelesinin hayatın akışı üzerindeki olumlu etkisi ve daha iyi yaşam yolundaki kazanımları göz ardı edilmemelidir. Yeri gelmişken söylemeliyim ki, değişim süreçlerine ve toplumsal gelişmeye inançsızlıktan beslenen her türlü karamsarlık, şartlar ne olursa olsun kesin olarak reddedilmelidir. Buna paralel olarak egemenlerin ve onların işbirlikçilerinin çok güçlü olduğunu ama aynı zamanda her şeye muktedir olamadıkları akıllarda tutulmalıdır. Çünkü yönetme zorluğunu aşmak için sürekli yeni tahkimatlar arayan ve kendini yenileyen iktidarlar (egemenler, küresel güç, sermayedarlar) bile, kendi güçlerine bu kadar güvenmemektedir.
Ulusal devletler hâkim güç ilişkisi
Milletlerin en tabii hakkı olmasına rağmen biliyoruz ki burjuva reformcu çerçeveyi aşsa bile, özünde burjuva demokratik devrimler olan milli kurtuluş devrimleri, sonuçta yerel ve küresel burjuvaziye yeni bir egemenlik alanı açmakta, onun yeni pazarlar bulmasına ve pazara egemen olmasına yardımcı olmaktadır. Köşeli, net ve başka bir ifadeyle milli burjuvazinin ulus devlet kurma amacının altında yatan temel şey, büyük denkleme dâhil olarak pazara egemen olmak, pazardan pay almak ve dilediği gibi pazarı kontrol etmektir. Milli burjuvaziyle iktidar isteyen siyasal yapıların, sosyal kesimlerin çıkarları uylaştığında, ulusal devletler daha kolay ortaya çıkarlar, daha az bedellerle ve daha rahat kurulurlar. Hâkim güç bağlamından kopmadan söylemek gerekirse, yerel burjuvazinin ulus devlet isteği, kendisinin (yerel burjuvazinin) güçlenmesine ve daha da güçlenebileceğine inanması oranında artar. Ayrıca farkında olmak gerekir ki burjuvazinin ulus devlet isteği hem güçlü şekildeki bir istem hem her zaman bağımsızlıkçı değildir.
Gelinen aşamada ve günümüzde hâkim güç olarak tezahür eden Küresel Egemenlik Sistemi, kendine özgü bir nizam yaratmıştır ve bu nizam tröstler eliyle açık veya gizli bir şekilde devam ettiriliyor. Şüphe olmasın ki dünyaya hükmedenler, yani dünya çapındaki güç ve para sahipleri, iktidarda kimin olacağına mutlak şekilde karar verenlerdir. Halkoylaması ve seçimler, bu süreçlerin görünürdeki ikna edici dili, kavramları, formalitesi ve sembolleridir. Özetle, denebilir ki ister evrensel ister bölgesel ister yerel olsun, küresel bağı olan büyük çaptaki hemen her şeyin tanzimi, böl ve yönet politikalarının günümüzdeki tezahürüdür. Ayrıca dünyadaki gelişim seyrinin hikâyesi ve bölgesel güçlerle küresel güçlerin iç içe olma halleri, dünya bir merkezden yönetiliyor inanışına giderek ağırlık kazandırıyor. Bu düşünüş akla ve mantığa çok uygun gelmese de kulak ardı edilmemeli, bu tür bir tefekkür gerçeküstü ya da abartı olarak görülmemelidir. Unutulmamalıdır ki egemenler, toplumsal hayata istikamet verdikleri sürece, hep bu fikirler olacaktır. İster dikey ister yatay yönlü olsun, toplumsal kesimler arasındaki eşitsizlik giderilmediği müddetçe de bu düşünüş ve inanış değişmeyecektir. Dünya bu karmaşıklıkta olduğu ve gerçek bir adalet sağlanmadan yönetildiği sürece, bu yöndeki düşünceler kuvvet kazanacaktır.
Korku ve nefret duygularını yönetmek, söz konusu edilen güç odakları için, hiç de zor bir tercih değildir. Artık toplumlar bölünme ve parçalanma söylemleriyle yaratılan korku tünellerinin içinde tutularak veya içine sokularak yönetiliyor. Ötekileştirmeyle oluşturulan puslu iklimler, geri kalmış ve az gelişmiş ülkelerin politik atmosferine egemen oluyor. Bu ülkelerde nefret ortamlarıyla topluma yön veriliyor, halk yığınlarına istikamet çiziliyor. Gene bu topraklara ilişkin bir örnek vermek gerekirse, bu gibi konularda, zaten büyük ölçüde birlikte hareket eden iktidar ve muhalefet bloğu, hep beraber Türkiye’yi yönetiyor. Uzun yıllar ana muhalefet partisi lideri olan Deniz Baykal’ın, muhalefetin de bir devlet görevi olduğunu kararlılıkla savunması boşuna değildi. Hâkim sınıfın örgütü olan devletin organları arasındaki görevlerin tevzi edilmesi bakımından da gerçek böyledir. Hâkim sınıf, iktidara ne kadar ihtiyaç duyuyorsa kontrolünde olan bir muhalefete de o kadar ihtiyaç duyar.
İster devletlerin veya liderlerin bir amacı olarak ister çatışmada galibiyeti yansıtması ve güvenliğin erişimini sağlaması açısından ister kaynaklar, imkânlar ve kabiliyetler üzerinde kontrol olarak kullanılan güç olsun, modern toplumda hepsi hâkim güç kaplamına girer. Hakeza sonuçlar, olaylar, aktörler ve meseleler üzerinde nüfuz veya kontrol ölçüsü olarak kullanılan güç de hâkim güçle aynıdır. Edebiyat dünyasının önemli isimlerinden Stefan Zweig, iktidar hırsları için fikir değil, sadece güç önemlidir, diyerek güç ve iktidar olgusu arasındaki kahredici ilişkiye dikkat çekiyor.
Önceki yüzyıllardan gelen etkileriyle beraber, 18.yüzyılın sonlarından itibaren ve 19.yüzyıl boyunca, tarihten gelen güçleriyle beş büyük Avrupa gücü vardı. Fransa, Büyük Britanya, Rusya, Avusturya ve Prusya Krallığı, bir şekilde dünyaya hükmediyordu. Bunlara önce İtalya, 20.yüzyılın başlarında da Japonya ve Amerika katıldı. Küresel Egemenlik Sistemi’nin temelleri de böylece atıldı. Bana kalırsa hâkim güç, bu şekilde ortaya çıktı ve müesses nizamı tesis etti.
Elbette ki güç, yalnızca devlet ile vatandaşları arasındaki ilişkilerde ya da sınıflar arasındaki sınırlarda görülen bir şey değildir. Konu hâkim güç olunca özellikle devletler ve egemenlik sistemi kaplamında siyasi ve ekonomik boyutu olan güç olgusunu ele almanın zorunluluğu ortaya çıkıyor. Siyasal ve ekonomik süreçler ve kavramlar olmaksızın hâkimiyet temelli güç olgusunu, egemenlik sistemini anlamak olanaksızdır. Zira siyasi ve iktisadi kurumların çalışmasının odak noktası güç ve güç kullanımıdır. İktidar kavramı, özellikle politikayla ilişkili olmasına rağmen, aslında, her türlü sosyal ilişkide vardır. Fransız yazar Foucault göre güç ilişkileri, toplumun her alanında mevcuttur. Bireyler ve gruplar arasındaki sosyal etkileşimlerle ve daha spesifik (özellikli) olarak başkalarınınkilere göre amaçlarını nasıl başardıklarıyla ilgilenince insanın karşısına güç ilişkileri daha çok çıkar. Ayrıca bireylerin ve grupların farklı sosyal çevre ve sosyal yapılara mensup olması, birbirileriyle mücadele etmesi, bu süreci belirginleştirir. Zira her türlü ilişkide artık iktidarlar, sosyal davranışı etkileyen önemli bir unsurdur. İktidarın farklı doğasını ve özellikle devlet ile toplum arasındaki insan ilişkilerinde yarattığı karmaşıklıkları analiz etmeden, iktidar olgusunu doğru kavramadan, hâkim güç konusuna odaklanmak neredeyse olanaksızdır. Bir yerde devlet varsa, iktidar ve toplumsal ilişkiler ağı mevcutsa, para ve mal tek elde ya da bir azınlığın elinde toplanmışsa muhakkak orada güç de vardır.
Hâkim gücün aradığı önemli şeylerden biri de ya kuvvetli bir devlet ya da kuvvetli bir liderdir. Toplumun gücü ve devletin gücünü dengeleyen şey nedir ve kimin eliyle yapılabilmektedir, artık ona bakılmaktadır. Unutmamak gerekir ki tahakküm kurumları çoğaldıkça egemenlik alanı daralır. Bu yüzden sistem daha az kurumla daha etkin ve güçlü bir tahakküm kurmak ister. Söz konusu anlayış, sadece despotik devletlere özgü değildir. Despotik devlet, bazen hükmetme sürecinin önemli bir parçasıdır, bazen de onun kaynağıdır. Toplulukla devlet arasındaki denge söylemi, esasen itaat sürecinin başka bir versiyonudur (sürüm). Bu, aynı zamanda ne toplum devleti ele geçirebilişin ne de devlet toplumu ezsin mantığıdır. Aslına bakarsanız toplum, devlete karışmadığı her zaman, devlete hâkim olanlar, toplumu hizaya getirir ve dilediği gibi onu yönetir. Egemen güçler bunu, adına denge ya da denetleme dediği araçlarla yapar. Girift bir patikada yürüyen ve uyum içinde olan devlet ve toplum nasıl bir arada olacak, nasıl aynı sayfada, aynı çıkar gurubu içinde kalacak gibi sorulara yanıtlar aranmaktadır. Egemenlerin yeni söylemler bulma çabası, yeni keşif ve yeni maymuncuk arayışı, inşa süreçlerine anlamlar yüklemesi bu konulardadır. Ne var ki, devlet toplum dengesi biçiminde kavramlaştırılan bir model hayata geçirmek, toplumun genel kabulü yönünden neredeyse imkânsızdır.
Bir yandan da Küresel Egemenlik Sistemi’nin geleceği yeniden inşa etmek gibi, günümüzde hüküm süren moda bir deyimi, yeni bir anlayışı var. Söz konusu bu anlayış yüzünden egemenler, büyük olanaklarla geniş bir konfor alanında, halk yığınlarıysa yokluk içinde dar ve çetrefilli bir koridorda hayat sürüyor. Çalışma grupları marifetiyle toplumun sosyal ve siyasal yönden süreçlere katılımını esas alan egemen odak, böylece halk yığınlarının iradesiyle iş yaptığını göstererek gerçekleri arkasında gizlediği yeni ve uydurulmuş gerçekleri piyasaya sürüyor. Aslında süreçleri ya da geleceği yeniden inşa etmek gibi düşüncelerin arkasındaki şey, Küresel Egemenlik Sistemi’ni yeniden kurmak, donatmak ve daha etkin kılmaktır. Küçültülmüş ve kontrol edilebilir ülkeler ve bölgeler yaratmak, yeniden inşa edilen egemenlik sisteminin en belirgin özelliğidir.
Mutlak gücün, mutlaka yıkıldığına dikkat çeken John Dalberg Acton (Lord Acton), demokrasinin kötü olan bir yönü, çoğunluğun tiranlığına dönüşmesidir, diyor. Çoğunluğun çoklukla tehlikeler içerdiğine inanan Lord Acton, bir ülkenin özgür bir ülke olup olmadığını değerlendirmek için en iyi test, azınlıkların sahip olduğu hakların güvence altına alınıp alınmadığına bakmaktır, diyerek çoğunluğun tahakkümüne dair siyasi ve toplumsal bir kaygıya işaret ediyor. Hâkim güç egemenliğindeki dünyada, dünya düzeni ve toplumsal düzen arasındaki doğrusal ilişki sanıldığı kadar doğru ve kuvvetli değildir. Zira henüz eksiksiz ve kusursuz bir sistem yoktur. Toplumları oluşturan bütün her kesimi harekete geçiren, herkesin katkısını alan ve hiç kimseyi dışarıda bırakmayan yönetim şekilleri ne yazık ki henüz çok uzaklar. Uzak bir gelecekte mümkün görünen bu yönetsel sistem, belki de insanlığın en önemli ve en temel sorunlarındandır.
Konuya ilişkin son söz yerine söylemek gerekirse, engelsiz yürümek isteyen hâkim güç, yeri geldiğinde veya zorlandığında akıntıya karşı kürek çekerek bile olsa ilerlemek ister. Bakalım bunu başaracak kadar kudretli kalacak mı? Kim bilir belki de başarır ve dünya sonsuza kadar böyle sürüp gider. Belki de gün gelir birçok şey ters teper. Hayat, kimileri için izli mermi gibidir. İzli mermiler de çift yönlüdür. Bunlar atıcıya şarjördeki merminin azaldığını belli etmek amacıyla şarjöre konulan, ucunda kırmızı veya turuncu renkte işareti olan mermilerdir. Düşmanın yerini gösterdiği gibi onu kullananın yerini de düşmana gösterir. Kendi saltanatını sağlamlaştırmak için çabalayan Küresel Egemenlik Sistemi’nin açtığı kanallarda, bakarsınız emekçi halk yığınları toplumca özümsenmiş gerçek bir özgürlüğün yolunu bulur. Böylece belki her şey; Türklerin, keser döner sap döner, gün gelir hesap döner atasözündeki gibi olur.
İktidar Olgusu**
“Gerçek anlamıyla siyasal iktidar, bir sınıfın, başka bir sınıfı ezmek için kullandığı örgütlü gücüdür.” Karl Marx-Friedrich Engels
İktidar nedir, nasıl ortaya çıkmıştır, nasıl işlemektedir, nasıl paylaşılmaktadır sorularının yanıtları çerçevesinde, iktidar kavramını, belli kimi pratikler ve ilişkili söylemler ışığında ele almaya çalışacağım. Varlığını her şekilde hissettiğimiz iktidar, en geniş ve yalın manada bir işi yapabilme gücü, erk ya da kudret demektir. Üretim araçlarını elinde bulunduran bir sınıfın iş yapabilme gücü manasına da gelen iktidar, aynı zamanda egemenlerin bir işi başarabilme yetkisi verdiği ve bu yetenekte bulduğu zümrenin, bir ülke çapındaki yönetimidir. Hakeza devlet yetkisini elinde bulunduran kurum, kişi ve kuruluşlar da iktidar odağının paydaşlarıdır.
Denebilir ki son yıllarda çok aleni biçimde, kimi kurumlarla beraber rejimlerin temel taşları sayılan ordu, yargı, polis gücü ve medya gibi, ana muhalefet ve parlamento partileri de hükümet etmek hariç iktidar odağının temel parçası haline getirilmiştir. Bir önceki cümlede ifade edilenler nedeniyle de bu yazıda, iktidar kavramı kesin ve net bir şekilde, hükümet söyleminden faklı, hükümet etmek eyleminden apayrı biçimde ele alınmıştır.
Her türlü toplumsal ilişkide var olan iktidar kavramı hakkında Max Weber şöyle söylemektedir, iktidar, kişilerin ya da grupların, başkaları karşı çıktıklarında bile kendi istedikleri şeyleri gerçekleştirebilecek olmalarıdır. Toplumun en alt birimi olan aileden başlayarak en geniş örgütlenme biçimi olan devlete kadar uzanan her yerdeki ilişkide, şu ya da bu biçimde iktidar kavramından söz edilebilir, onun uygulamalarıyla yüz yüze gelinebilir. Düzene veya yönetmeye dair kaygı ve ihtiyacın olduğu her alanda, iktidar olgusu bir şekilde ve belli oranda ortaya çıkabilir. Fransız düşünür Foucault, iktidarın, şebeke ve ağ benzeri bir örgüt aracılığıyla işlediğini söyleyerek, aynı zamandan iktidarın sorun üretme odağına dönüşme tehlikesine vurgu yapmaktadır.
Kuşku yok ki siyasal mücadele, çoklukla egemenlerin açtığı alanda sürdürülen bir faaliyettir. Görece gücü olana, idareye gelmesi istenene hükümet, görece zayıf ve daha az gücü olana muhalefet verilir. Gerçekte hükümet ve muhalefet etme, hâkim güççe toplum tarafından kabul görme oranına göre dağıtılır. Bu işler; sözde oy kullanma süreci, yurttaş iradesi, medya ve yargı denetimi, yabancı gözlemciler biçimindeki kural ve kaidesi olan bir dizi faaliyetin ışığında gerçekleşir. Oy verme işleminden başlayarak yapılanların hepsi, oy sayımı, sandık kurullarının oluşumu, oyların mühürlenip torbalara konulması ve taşınması, ilçe, il ve yüksek seçim kurulları gibi yargısal süreçler, ‘ilgililer dışında kalan’, halk denetimine tamamen kapalıdır. Zira hiçbir ülkenin büyük burjuvazisi ve uluslararası sermayeyle işbirliği içinde olan kesimleri, kendi ülkelerinin parlamentosuna kontrol edemedikleri muhalifleri taşımazlar, yönlendiremedikleri muhaliflerin kendi parlamentolarında faaliyetlerine izin vermezler. İster dünyanın en gelişmiş ülkesi ABD ister Türkiye gibi yoksul, geri kalmış ve gelişmekte olan bir ülke olsun, sermaye sınıflarının, hâkim gücün, iktidarlara ve iktidar alternatiflerine genel bakışı budur. Keza imtiyazlı zümrenin dünyanın her tarafındaki tavrı aynıdır.
Ne yazık ki artık iktidar bloku bireysel düşünmenin, bireysel davranmanın ve sadece bireysel sorumluluklar üstlenmenin potasıdır. Bu alana dâhil olan partiler ve bireyler, toplum yararına işlerde gerçek manada denetim yapamıyor, işleri ve kurumları yönetemiyor. Algı yönetimiyle, şahsileştirilen siyasal süreçle birey ve kurumlar daha kolay teslim alınıyor. Kısaca artık iktidar odağı ve iktidar çevresi denen güç, bireyselleştirme ve teslim alma alanıdır. Ayrıcalıklı hiçbir zümre veya sınıf, yönetim ve denetim konusunda ipin ucunu, ülkenin ve toplumun yönünün tayin eden direksiyonu elden bırakmıyor.
Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, bu dünya düzeninde hükümetler, artık kendi gidişlerini hazırlıyorlar. Kaşla göz arasında süresi dolanlar, bıkkınlık yaratanlar ve gözden düşenler gidiyor, onların yerlerine halefleri ya da söz de muhalefet partileri geliyor. Kimi ülkelerde, özellikle zengin ve gelişmiş olan ülkelerde bu geçiş daha yumuşak ve az maliyetli olurken Türkiye gibi ülkelerde sert ve pahalı oluyor. Türkiye benzeri geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde, ne yazık ki hükümet değişikliğinin bile ciddi bir faturası ortaya çıkıyor. Bu fatura, hükümetler her değiştiğinde, sürekli olarak yoksul halk kesimlerine ödetiliyor. Adeta kısır bir döngüdür. AKP’liler AKP’nin gidişine hazırlanırken emekçi halk yığınları, hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı gibi bedellerle süreci yaşıyor. Arjantin’de, Meksika’da, Brezilya ve Endonezya’da olup bitenler buradakinden farklı değildir. Küresel Egemenlik Sistemi’nde, son 30 yıldır çok açık bir şekilde sol hükümetler, sağ hükümetleri dinlendirmekte ve onlardan nöbeti devralmaktalar. Hakeza soldaki merkez partiler, sağ siyaset anlayışına yardım etmek, kitleleri oyalamak için varlar ve bununla görevlidirler.
Ulus devlet çabası, aynı zamanda iktidar olma isteğidir ve yönetimsel bir gücü ele geçirme arzusudur
İktidar olgusu bağlamında ulus devletlerle, mal ve hizmetler pazarıyla Küresel Egemenlik Sistemi arasındaki ilişkiye değinmekte, bilgim ölçüsünde ve olabildiğince konuyu etraflıca tartışmakta yarar görüyorum. Zira iktidar olgusu ve devlet kavramı arasında sarsılmaz bağlar var. Devlet, hâkim gücün örgütüyse iktidar da devletin kurumsal kimliğinin, devleti devlet yapan kimliğin amiral gemisidir. Uluslararası hâkim güçlere dayanmaksızın ve sağlam bir iktidar olmaksızın devlet kurmak mümkün değildir. Lenin milli kurtuluş devrimlerinin, her türlü devrimci ve ilerici özüne karşın burjuva reformcu çerçeveye bağlı olduğunu ileri sürüyor. Milli kurtuluş kesimlerinin en önemli unsuru olan milli burjuvazinin ve onunla iş birliği içinde olanların, ulusal devlet kurmaktaki temel maksatlarının pazardan pay almak, yeni pazarlar bulmak ve pazara egemen olmak olduğunu söylüyor. Dolayısıyla içerideki ve dışarıdaki burjuva katmanların, büyük sermaye güçlerinin ortak kararıyla ve geniş bir çizgide siyaset yapan yerel güçlerin katılımıyla uluslar, ulus devlet kuruyor. Siyasal yelpazenin her yerinden kesimlerin katkısını küçümsemeyen ve katılımını önemseyen Lenin’in tezi, aşağı yukarı bu manaya geliyor.
Demek oluyor ki eğer günün birinde, herhangi bir ulusun burjuvazisi de ayrı bir devlet kurmak isterse o zaman, daha az bedelle ve daha az güçlükle söz konusu ulusun ulusal güçleri tarafından ayrı bir devlet kurulabilir. Milli burjuvazisi ve iş birliği içinde olduğu uluslararası burjuvazi buna rıza göstermezse farklı ulusların devlet kurmaları, ne yazık ki çok kolay değildir. Hatta günümüz ekonomik, teknolojik ve askeri gücü karşısında kesinlikle ve imkânsızlık boyutunda zor bir iştir. Salt düzen dışı güçler tarafından, anılan güçlere rağmen kurulan devlet, kaçınılmaz olarak büyük sorunlarla yüz yüze geleceğinden, olsa olsa bir uydu devlet olur. Hatta kaotik bölgeye dönüşür, iktidarı sürekli el değiştiren bir yer olur. Hakeza bölgesel düzeydeki ve dünya çapındaki güçlü devletlerin istikamet çizdiği bir operasyon alanı olur. Ulusal devletler, ulusu oluşturan bütün kesimlerin talepleri gibi, iktidar talebi olan kesimlerin de çıkarlarıyla çakışır. Ulus devlet çabası, her türlü boyunduruğa, dış sömürüye karşı olmasına rağmen aynı zamanda iktidar olma isteğidir ve yönetimsel bir gücü ele geçirme arzusudur. Bu konuda benzer bir düşünce ortaya koyan Hayvan Çiftliği ve 1984 gibi bilinen kitapların yazarı George Orwell, “İktidar bir araç değil, bir amaçtır,” diyor. Zira bir amaç uğrunda ortaya çıkan ve Küresel Egemenlik Sistemi’nden mütevellit bugünün iktidar olgusu, ulus devletler düzeyindeki iktidarların bileşkesidir. Öyle ki daha insanca bir yaşam yerine, herhangi bir ulusal devlete sahip olma düşüncesi önem kazanmıştır. Hatta devletin karakterinden bağımsız olarak ulusal devlete sahip olma düşünüşü, daha demokratik, daha adil, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir toplum ve düzen isteminin yerine geçmiştir.
İktidar kavramı ve Küresel Egemenlik Sistemi ilişkisi bağlamında Fransız Devrimi sırasında tarih sahnesine çıktığı kabul edilen ulus devletler için birkaç cümle kurmak, öyle sanıyorum ki iktidar olgusunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Uygulamaları yönünden tartışmalı alan olmasına, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden almasına rağmen, ulusal devletler, tarihteki diğer devletlerden farklıdır. Ulus devlet modelinde, devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaşması esastır. Aynı zamanda genellikle tek bir bayrağı ve egemen tek bir dini olan ulus devlette, devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel veya etnik bir varlıktır. Bu iki temel özelliği örtüştüren ulus devlet kavramı, böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Böl ve yönet politikasının sonucu olarak devletin küçülmesi ve etkinleştirilmesi, siyaset ve yönetim dengesinin yeniden kurulması, yeni kuşak haklar da dâhil temel hakların güvenceye alınması, demokrasinin geliştirilmesi ve genişletilmesi gibi modern dönemin kavramları, ulus devletin cazibesini artıran yeni uygulamalardır. Diğer yandan ulusal devlet talebi olan geniş halk yığınları için sömürünün, hak ihlallerinin, baskının kim eliyle veya kimler tarafından gerçekleştiği önemlidir. Keza otoritenin kimliği, kim olduğu, otoriteye yakınlık, dini ya da mezhebi ilişkisi, etnik köken ortaklığı gibi paydaşlıklar halk, devlet bağının temelini, genel kabul görüp görmemeni nedenini oluşturmaktadır. Her türlü evrensel boyutuna karşı, ulus devletler ilk bakışta yereldir, amaç ve hedefleri yönünden yerel görünümlüdür. Zira yerel güçler ve yerel burjuvazi, her zaman küresel olandan daha evladır. Yerelleşme arzusu, gerektiğinde sadece baskıcı da olan bir devlet kurmayı sağlamıyor, söz konusu arzu pek çok devlet kurumu ve coğrafi sahada yerel hükümranlık yaratıyor. Anılan arzu, aynı zamanda etnik kimliği, tarihi, kültürü, ortak değerleri, egoyu ve daha birçok olguyu geliştiriyor, yerinde kullanıyor ve hak ettiği konuma taşıyor.
Pek çok sosyal değişim süreci gibi olumlu ve olumsuz yanlar içeren, riskleri ve fırsatları barındıran ulus devletler, dünyadaki genel uygulamaların etkisinde ve yaygın politikaların ağır baskısı altındadır. Küresel Egemenlik Sistemi için merkezileştirme, tek çatı altında toplama, evreleri kontrol etme, denetleme ve yönetme açısından son derece elverişlidir. Güçlü devlet, güçlü lider söylemi, yaygınlık kazanan dindarlık, sözde ulusal güvenlik konuları, bilinçli şekilde düşman yaratma ve sürekli bir düşmana sahip olma politikası, korku üretme ve algı yaratma, bütün sürecin yeni manivelalarıdır. Günümüzde yoksul, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde hep birlikte ve bir anda, “yerellik” ve “millilik” gibi kavramlar etrafında şekillen iç ve dış siyasetin temel maksadı budur. İktidar ve muhalefetin bir ağızdan aynı nakaratı söylemesi, küresel güçlerin süreçleri teslim aldığının en belirgin göstergesidir. Zira başka ulusları ve halkları hedef almayan, onları aşağılayıp düşman görmeyen dolayısıyla böl ve yönet politikasına hizmet etmeyen herhangi bir yerellik ve millilik çok makbul değildir.
Hiç kuşku olmasın ki Küresel Egemenlik Sistemi, başını Amerika’nın çektiği ve gelişmekte olan 20 tane büyük pazarda, aynı anda iktidar ve muhalefeti ehlileştirmekte, eğitmekte, yetiştirmekte, üretimin ve tüketimin niteliğini, çeşidini, kapsamını, ekonomik değerini planlamakta, para politikasını belirlemektedir. Hatta anılan güç, iktidar ve muhalefet blokları üzerinden dünya nüfusunun neredeyse tamamına yakınını, 6-7 milyar civarında bir kitleyi, istediği miktarlarda ve şartlarda borçlandırmaktadır.
Küresel egemenleri temsilen devlet yönetimini elinde bulunduran ve devlet gücünü kullananların, yönetsel iktidarı, hükümetleri kime verecekleri artık çok önceden belirleniyor. Şu ya da bu ad altında yapılan zirvelerde, toplantılarda, adına süreç denilen mahfillerde, hükümetlerin kim veya kimlere verileceği karara bağlanıyor. Genel olarak da hükümetler, adına sağ denilen partiler veya partiler koalisyonu yönetimlerine teslim ediliyor. İhtiyaç duyulduğunda, arada sırada adına sol denilen partiler iş başına getiriliyor ya da solun desteği alınarak koalisyon hükümetleri kurduruluyor.
Egemenlerin yeni dünya düzeninde, iktidarların çok kritik kimi görevlerini, milli çıkarlar kisvesi altında muhalefet üstleniyor. Yurttaşların tepkisini soğutmak, yurttaşların umutlarını diri tutmak ve hayat pahalılığına katlanmalarını sağlamak için ana muhalefet partileri, Türkiye’de de olduğu gibi, hükümetlere yardımcı olmanın ötesinde, denebilir ki hükümetlerin kimi görevlerini yapıyor. Hakeza muhalefet odakları, kitlelerin taşkınlık yapmamaları, kontrolden çıkmamaları ve sabretmeleri için varlığını sürdürüyor. Muhalefetin ilan edilmiş ve toplumun bütün kesimlerine benimsetilmiş olan denetim görevi, gölge kabine gibi hilkat garibesi işler, aslında hükümetlere nefes aldırma alanları ve algı oluşturma, algıları yönetme mekanizmalarıdır.
Yeni dünya nizamının girift sorunları karşısında, dünden kalan, geleneksel ve karakuşi usullerle, yöntemlerle çare üretmek, neredeyse olanaksızdır. Keza atadan babadan kalma primitif usullerle ve el yordamıyla bunları gerçekleştirme ihtimali yoktur. Şüphe olmasın ki Küresel Egemenlik Sistemi, ortalama insan aklının çok üzerinde bir akılla dünyayı yönetiyor ve koca evrene şekil veriyor.
İktidar karşısında toplumun sessizliği ve bireylerin özneye dönüşmesi tehlikesi
İsviçreli yazar, psikanalist Arno Gruen gibi, iktidar ve otorite ile ilgili yaptığı çalışmalarda, iktidarı, “insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yapmaya zorlayabilme,” olarak tanımlayan Alman sosyolog ve filozof Max Weber, iktidarın kullanımı bir toplumun politik yaşamını yönlendiren formel (biçimsel) bir organizasyon olan hükümetin işidir, diyor. Hükümetler, dolayısıyla iktidar blokları, halklardan itaat ve sadakat bekler. Otorite konusuna farklı açılardan bakan ve otoriteyi üç tipte inceleyen Weber, sadece kaba güçle sağlanan itaat aracılığıyla hiçbir hükümetin iktidarda kalamayacağını ileri sürüyor.
Diğer yandan Fransız sosyolog Paul Michel Foucault’ya göre; dayanak ya da temel anlamındaki özne, bir söylemsel inşadır. Her iktidar belli teoriler, kavramlar üretip elde ettiği ürünü hakikate dönüştürerek, denetim ve bağlılık yoluyla ideolojik amaçlarına uygun, kendi kimliğine bağlanmış özneler inşa etmeyi arzular. Özne kavramını analitik açıdan ele alma ihtiyacı duymadan, birey iktidar ilişkisi ve toplumsal düzenle bağı nedeniyle söylemin kendisine dair birkaç şey belirtmekte yarar görüyorum. Felsefi olarak başka bir manada da özne kavramı; bilinci, sezgisi, düş gücü olandır. Gene bazı filozoflara göre dış dünyaya karşıt olan bireydir. Aynı zamanda fail ya da şey anlamındadır.
Kimilerinin adlandırdığı uzun biçimiyle Fransız filozof, sosyal teorisyen, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog, psikolog ve sosyolog Paul Michel Foucault’nun özne iktidar ilişkilendirmesi ve özneyi klasik düşünce tarzından ayırması, insanı sanıldığı kadar iktidarı zorlama ve baskı unsuru olarak gören düşünce yapısından uzaklaştırmıyor. Aksine özne iktidar ilişkisini, aidiyet ifade eden bir olgu değil, karmaşık bir ilişkiler ağı olarak ele alması, güncel felsefi söylemlerin, geniş ve dar iktidar ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi gereğini vurguluyor. Bu bakımından da söz konusu düşünüş oldukça önem arz ediyor. Hakeza öznellikle özne konumundan çıkabilmek ve daha radikal bir özgürlük alanı yaratabilmeyi mesele edinen Foucault, devlet ve devlet kurumlarıyla mücadele konusunda ezber bozan fikirler ortaya koymaktadır. Fransız sosyolog ve eleştirmen, devletle belli pratik ilişkiler içinde olanların daha ciddi sorunlar yarattığını düşünüyor. Foucault, sorun hâkim sınıfta ya da hâkim sınıf olmakta değil, hâkim sınıf kimlerle pratik ilişkiler içinde ve hâkim sınıf kimin elindedir, esas sorun budur demektedir. Her nasıl yapabiliyorlarsa iktidarlar, bir şekilde toplumları kendilerine tabii kılıyorlar sorusunun, makul olsun ya da olmasın her zaman bir cevabı vardır. İktidarlara tabi olmaktan tebaa olmaya geçiş sürecinin ve iktidar siyaset arasındaki ilişkinin en belirgin kaynağı, iktisadi faaliyetlere göre şekillenen sosyal ve siyasal çelişkilerdir.
Modern siyaset döneminin söylemi olan ve daha önceki dönemlerde ya mutlak bir gücü ya da belli bir zümreye aitliği ifade eden siyasal bir olgu olarak ele alınan iktidar kavramı, günümüzde daha fazla, her türlü egemen alan ve egemenlerin toplum üzerindeki baskısı kapsamında ele alınıyor.
Küresel Egemenlik Sistemi’nin kendini tekrar regüle etmesi, baştan aşağı bir restorasyon (yenileme) süreci başlatması, kendi içinde insana dönük ve insana ait olan değerleri yüceltmesi, bünyesindeki sorunlara çözümler bulması, insanlık ve iyi bir geleceğin inşası için son derece önemlidir. İnsanlığın yarınları için, para sahiplerinin ve tröstlerin, yeni ve gerekli adımlar atması, müesses nizamı yeniden tanımlaması, demokrasi, hukuk, adalet ve hâkim sınıfın örgütü olan devlet kavramlarını yeniden ele alması, bugünün dünyasını kurtarmaya ilişkin hepsi de atılması zorunlu adımlardır. Keza anılan sistemin uluslararası ilişkiler ve devletlerarası hukuk planında, evrensel insan haklarına dair sorunlara daha objektif, daha insan odaklı yaklaşması ve ayrıca kendini tepeden tırnağa değişim sürecine tabii tutması, insanlığın ortak geleceği açısından en ciddi ve belirleyici adım olur. Çünkü insanlığın umutlarını koruması için önemli nedenlere, ikna edici adımlara, iyi niyeti aşan somut girişimlere ve eylem planlarına gereksinimi vardır.
Tarihin karmaşık ve anlaşılması güç akışı içinde gördük ki Küresel Egemenlik Sistemi, beşinci kol gibi her türlü kirli işin arkasında olan berbat bir faaliyetin mucididir. Bu gibi özellikleri nedeniyle her zaman ve hep güvenilmezdir. Bilindiği gibi anılan faaliyet, dünya üzerinde ve insanlığın ortak hafızasında hiç de iyi olmayan izler bırakmıştır. Bir dönemin iktidar kavramıyla çok iç içe geçen, bu faaliyetin etkileri günümüze kadar sürmüştür. Fiili müdahale ile ele geçirilemeyen bir kitleyi veya devleti propaganda, casusluk, sabotaj ya da terör yoluyla manevi etkiye maruz bırakmak suretiyle müdahaleye uygun hale getirmenin adı hiç kuşku yok ki beşinci kol faaliyetidir. Keza ülkeleri açık bir şekilde kaos (kargaşa) alanı haline getirmek yahut fiili savaş esnasında savaşı daha kolay kazanmak için yapılan her türlü manevi ve yıkıcı çalışmadır. Aslına bakarsanız bu terim, açık ve legal olmayan, bilinen propaganda çalışmalarından farklı olarak yapılan ve derin devlet söylemiyle de anılan tüm casusluk, sabotaj ve istihbarat hareketidir.
Başlığa dair son söz yerine, Foucault’un kendilik ve kimlik analizleri ve iktidar ilişkisi konusundaki görüşünü aktarmak gerekirse, dayatılan her neyse onun öznesi olunduğu anda, kazanan iktidardır ve itaat talep eden kurulu düzendir. Bu tür ilişkilenmede, özne iktidar ilişkisinde otorite, itaat etmek ve itaatkârlık gibi kavramlarda, kendilikte ve kimlikte kafa karışıklığı ve zihin bulanıklığı vardır. Aynı minvalde, iktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır diyen İngiliz filozof Lord Acton, baskı yapmak ve başkalarını kontrol etmek amacıyla kullanılan gücün uygulayıcı yönünden yarattığı büyük tahribata vurgu yapıyor, uyarıda bulunuyor. 31.10.2021
(*) Sunum niteliğindeki yazı 3 bölümden oluşan makaleye dönüştürülmüştür.
(**) Bu yazıda iktidar kavramı, kesin ve net bir şekilde, hükümet söyleminden faklı ve hükümet etmek eyleminden apayrı biçimde ele alınmıştır.
NOT: Yazının üçüncü bölümünde, demokrasi mücadelesi ve değerler ele alınacaktır.