
“Eleştiri, tıpkı yağmur gibi, bir insanın köklerini tahrip etmeden büyümesini besleyecek kadar yumuşak olmalıdır.” Frank Clark, Amerikalı yazar ve karikatürist.
Siyaset, kamusal alana dair olan her şeyi düzenlemek ve yönetmek için davranış biçimi ve düşünce yapısıdır. ÜT
Napoleon Bonaparte, “Tarih, üzerinde uzlaşılan yalanlar kümesidir,” diyerek resmi tarih ve resmi söylem yönünden önümüzde muazzam bir uçurum açıyor. Napolyon, aynı zamanda tarihin yalanlar kümesi olduğunu söyleyerek özellikle inanmamız istenen bu alan hakkında bizi sersemletip afallatıyor. Hemen ifade etmeliyim ki, eğer tarih yalanlar kümesiyse, hiç kuşku olmasın siyaset, hukuk, eğitim ve ekonomi de bundan mutlaka etkilenir, nasibini alır. (Ayrıca insanların yalanla iş gördüğünü, ekseriya insanın yalana inandığını biliyoruz ve duyuyoruz.) Belki de bu yüzden, denebilir ki yalan üzerine yığınların uzlaştığı başka bir alan da siyasettir. Yirmili yaşlarımdan itibaren partilerde kümeleşme ve ayrışma konuları üretilerek siyasetin çatışma alanı haline getirilmesini hayretle izledim. Hatta bu durumu, iktidarı elde etmenin yegâne yolu olduğuna bağlayan çok sayıda insanla karşılaştım. Hep yelpazenin solunda, emekten, haktan ve özgürlükten yana olduğunu iddia eden partilerde roller üstlenip görevler aldım. Elimden geldiğince katkı yapmaya çalıştığım bu partilerde Marksistler, sosyalistler, sosyal demokratlar ya da genel olarak solcular, seslerini yükselttiğinde Karl Marks’ın şu ünlü cümlesini hatırlardım. “Demokrasi sosyalizme giden yoldur.” Solda siyaset yapmaktan veya solcu olmaktan bağımsız olarak, ben de madem öyle, herkesten önce sosyalistler demokrasiye sahip çıkmalıdır deyip her türlü demokrasi ve demokratik işleyiş konusunda daha çok hassas olunması gerektiğini savunur dururdum. Çalıntı ve eklektik (seçmeci) fikirlerin kol gezdiği siyaset alanının, bazen de bu yüzden çatışmalı alan haline geldiğini ileri sürerdim.Pek çok kimsenin söz ve düşünce ürettiği örgütlü alana dair olarak Charles Bukowski ise, sıradan yaşamlar yönünden kalabalıklara karışmanın, insan grupları içinde hayat sürmenin, parti, sendika, dernek vesaire gibi kurumlarda yer almanın hiçbir meziyet gerektirmediği manasında şu özlü sözü söylemektedir. “Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez. Ama yalnız ve dik durmak için gerçekten çok şey gerekir.” Söz konusu sözlerin sahibi örgütsüz kalmayı, tek başına hareket etmeyi, kendi başına buyruk bir hayat sürmeyi önermiyor. O, sadece tek başına dik durmanın çok şey olduğunu ve dolayısıyla da çok zor olduğunu ifade ediyor.
Siyaset yelpazesinin en solundan en sağına kadarki geniş ve geçişken alanda, uzlaşma kültürü ve esneklik bir tas suysa katılık ve karşıtlık kültürü okyanustur. Çünkü siyaset modern anlamda iki yüz yıldan fazladır iktidar odaklı ve yetke amaçlı bir uğraş veya iştir. Ayrıca önemli oranda kurumsaldır, kurumsal düzenin aracıdır. (Siyasi partiler tarihi, modern anlamda iki yüz yılı aşkın bir sürece tekabül ediyor) Bundandır ki siyaset hem dinamik hem kaygan hem de nispetten açık ve geniş bir alanda vücut buluyor, bu mecralarda daha kolay yeşeriyor. Söz gelimi farklılıkların kendini ifade ihtiyacı ve parti içi ilişkiler söz konusu olduğunda, yumuşak iklim partilerinde bile radikal yapıların etkileri ortaya çıkıyor, konservatif ve reformist partilerin iç hukukunda dahi, devrimci ve radikal partilerin katı hukukları geçerli yahut egemen oluyor. Partiler demokratik oldukları oranda; yönettikleri ülkeler, yönetici gruplar, üst yönetim kademelerinin aday adayları da demokrat olurlar ve demokrasiye inanırlar, demokratik değerlere bağlı kalırlar. Zira bir ucu hoşgörüye, uzlaşmaya, duygu durumuna, üretime ve katılıma çıkan bütün yollar, insan olmayı hatırlatır, insan kalma halimizi canlı tutar. Yumuşak iklim partisi ya da radikal parti olmak, aynı zamanda bir partinin siyaset yelpazesine göre konumlandığı yeri, geleceğe ilişkin hedefini gösterir. Dikkat çekici ve ilginç bir nokta da şudur: Patikaları bir ya da ayrı hatta bambaşka olsun, partilerin önemli bölümü, işler zora girdiğinde, parti içi işleyişte paralel ve benzer hareket etmektedirler. Sonuç olarak biz ve onlar ekseninde zemin bulan siyaset, bilerek ya da bilmeyerek iyi değerleri koruyan ve insanlığın hayatını kolaylaştıran temel amaçları ve bilinen iddiaları dışındaki başka bir şeye, belki de çoğumuzun hiç aklına getirmediği çatışma üreten bir alana dönüştürülmektedir.
Hayatın pek çok tarafında olduğu gibi, siyaset alanında da eskinin alışkanlıkları günümüze kadar yaşatılmıştır. Söz gelimi eski Yunan’da, Roma döneminde, İslam coğrafyasında siyaset; aristokrat sınıflara karşı birleşen halk kesimlerinin birlikte hareket odağı saydıkları Site, Fırka, Mutezile, Şia, Hariciye gibi yapılar adı altında, bin yıldan fazladır varlığını sürdürmüştür. Modern anlamda siyasi partiler, ilk olarak ortaya çıktıkları (1790'ların sonları) Amerika Birleşik Devletleri'nde fraksiyonlar (bir politikayı yürüten grup ya da bölüntü) biçiminde siyasal sistemin temel kurumları haline gelmişlerdir. Avrupa'daysa 19uncu yüzyıl içinde meydana gelen iki gelişme, fraksiyonların partilere dönüşmesini kolaylaştırmıştır: Bu gelişmeler, yönetici konumdaki monarşilerin aleyhine olacak şekilde, parlamentoların güçlenmesi ve oy hakkının genişlemesidir. Örneğin İngiltere'de, modern parti örgütlenmelerinin, iktidarın daha kapsamlı olarak 19uncu yüzyılın başlarında monarşiden parlamentoya geçmesinin ve yapılan reformlar (1832, 1867 ve 1885) sayesinde oy verme hakkının genişlemesinin ardından ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Şurası gerçek ki, en derli toplu hali siyasi partiler olsa bile siyasetin ve siyaset kurumunun geçmişi bin yıllar öncesine dayanır. Bir yanıyla avcılığın ve toplu yaşamın başladığı döneme kadar uzanır.
Düz, açık ve geniş alan izlerinin yanı sıra bir o kadar da girift özellikler taşıyan siyaset, denebilir ki emek sermaye çelişkisinin, artı ürünün ve artı değerin ortaya çıktığı günden beri el yordamıyla, ilkel biçimde ve sürekli çatışmalarla günümüze kadar gelmiştir. Tek bir çizgide ve geçişken olması nedeniyle kendisine uzak ve yakın uçlarla iç içe ve çapraşık olan siyaset kurumu, bu avantajını çoğu zaman çatışma alanı haline getirip dezavantajlı bir yapıya bürünebiliyor. Bu yüzden de pek çok kere disiplin mekanizmaları, önemli düzeyde emeği olan nice kadroları heder edebiliyor. Yüzyıllar önce Alman oyun yazarı Karl Georg Büchner tarafından söylenen, Lenin’in de başvurduğu iddia edilen ihtilal Satürn gibidir kendi evlatlarını yer* biçimindeki çağ dışı ve mantık dışı bir kabulü sıcak ve geçerli biçimde gündeminde tutabiliyor. Prusyalı General Carl von Clausewitz’in savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır, ifadesi de çatışmalı alanın sürdürülmesine hizmet etmiştir. Aynı zamanda siyasetin en yoğunlaşmış hali savaştır gibi aynı cümleden beslenen, sıkça tekrarlanan ve kim tarafından söylendiği belli olmayan bir garip tümce daha var. Arka arkaya alıntıladığım bu sözcükler, çok açık ki siyaset alanındaki çatışma kültürünün dayanağı, çatışma ortamını meşru saymanın teorisi haline getirilmiştir.
Nasıl olur da temel amacı hizmet yapmak, hizmet üretmek olan ya da bu gibi amaçları olması gereken siyaset kurumu, politika yapıcılar eliyle kendine, değerlerine bu kadar yabancılaşabiliyor. Esas amacı kamu alanını düzenlemek, yönetmek ve denetlemek, kamusal alana dair olanlar hakkında fikir söyleyebilmek olan bir alanın, bu denli iğdiş hale getirilmesi, acımasızca yönetilmesi şaşırtıcı olduğu kadar, esef verici ve hayrete düşürücüdür. Nasıl olur da bir klik veya iktidar odağı, toplum düzeniyle doğrudan ilişkili fikirleri hayata geçirebilme fırsatını bulmak ve toplumların düzenini değiştirme ve dönüştürme gücünü elde etmek olan böylesine geniş bir sahneyi sığlaştırabiliyor, kendi hırslarının aracı haline getirebiliyor. Aynı zamanda ortak idealleri olan ve belirli bir fikir ekseninde birleşenlerin zaman zaman birbirine düşmesi, eleştiri ve öz eleştiri tuzağında kavga ederek kaybolup gitmesi, ortak emeğe ve geçmişe yabancılaşması hatta birbirine düşman olup birbirinin canına kıyması, partilerin söz konusu çatışma alanına dönüştürülmesinden ve partiler hukukunun hiç yerinde görülüp gözetilmemesindendir. Hiç şüphesiz karşıt ya da yandaş olmak, insanlar için büyük bir sorumluluktur. Eğer bir şeye karşıysanız sürekli eleştiri üretmek için zihninizi yormak zorunda kalırsınız. Körü körüne bir yandaşlık da her hal ve koşulda övgü üretmeyi ve yaymacayı (propaganda) iş sayanları yorar.
Siyaset, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış olarak görüldüğü andan itibaren, devletin buyurgan yapısı, otoriter ve düzenleyici özelliği, parti kurumuna ve parti kadrolarına en olumsuz manada sirayet ediyor. Otoriter devleti yönetmek, onu değiştirme ve dönüştürme cesareti gösterilmediği zaman, süreç içinde yöneten yapıyı otoriter kılıyor. Kısaca söylemek gerekirse bir parti; elde etmek için bunca zaman mücadele ettiği şeyi elde ettiğinde, gerekli olan değiştirme ve dönüştürme gücü gösteremediğinden, izlediği yol ve yöntemlerden dolayı hayatın bir cilvesi olarak elde ettiği şeye benzemekten kurtulamıyor.
Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, meselelere olumlu yönden bakan kişiler, çözüm odaklı bireyler, pozitif insanlar ve karakteri gereği yapıcı olanlar, particiliğin dar ve dolambaçlı yollarında bambaşka kimseler oluyorlar. Söz gelimi siyaset yapan kadınlar bir süre sonra zarif ve kibar özelliklerini, anaç olmaktan kaynaklı sevgi dolu kişiliklerini bir kenara bırakır, birlikte siyaset yaptıkları erkeklerin hırslı, rekabet eden, söz dalaşı yapan, birbirlerine çamur atan, birbirlerini karalayan kavgacı özelliklerini edinirler ve bununla yaşamaya başlarlar. Hülasa siyaset yapan kadınlar, zamanla siyaset yapan erkeklere benziyorlar. Zira siyasette de egemen olan kültür erkeğinkidir.
Mesela zorbaya, zalime değmeyen dil, yoldaşa, arkadaşa çok acımasızca eleştiri hatta hakaret üretiyor. Siyasetin çatışmalı alanından beslenen ve bilerek ya da bilmeyerek bu alanın sürdürülmesine hizmet edenler, cesaretini zorbaların düzeni için kullanmak yerine, yoldaşa, dava arkadaşına posta koyuyor. Çatışmalı ortamın siyaset erbabı, adına açık sözlü olmak dedikleri şeyi, şarlatanlık (bilir geçinen kimse) hatta küstahlık (kaba, terbiyesiz) için kullanıyor. Cesaret ve onura tutunan pek çok siyaset adamı sayabilirim ama bunların çok azının zor eşiklerde, zor zamanlarda bu tutumlarını sürdürdüklerini söyleyebilirim. Bu kimselerin yoksullukla yoksunluk karşısında çaresiz kalmalarının için için üzüntüsünü yaşarım hep.
Mesela elinde güç bulunduran pek çok parti başkanı bilirim. Kimine yakından şahidim, kimini tarih bilgimden tanırım. (Sözü edilen kimselere bilerek lider yahut önder demiyorum) Zira bu gibilere lider veya önder demek, kavramın gerçek manadaki karşılığını sulandırmak olur. Kaldı ki bazı adlar, kavramlar, çizgiler, özellikler biraz bulanıklaşırsa artık gerçek manalarını ve içeriklerini kaybederler. Konuya devam etmek için yeniden belirtmek gerekirse, elinde gücü bulunduran pek çok parti başkanı, ilk fırsatta kendi yakın arkadaşlarını, birlikte yola çıktığı kimseleri hizaya getirmeye, onlara ayar vermeye, onları teslim almaya ve kendi otoritesini en başta onlara kabul ettirmeye başlar. Bunu başaramadığı anda da en sadık adamları aracılığıyla onları birer birer harcar, birlikte çıktıkları yolun dışına iter. Bu şaşırtıcı döngü en sadık adamları öğütünceye kadar devam edip gider. Sonunda başkanın çevresinde, ona biat eden ve ona tabi olan dalkavuk grubu ya da bir güruh kalır. Böyle böyle partili hayat, sadece başkana yaranmak isteyenlere güzel olur.
Yukarıdaki birkaç paragrafta özetle belirtmeye çalıştığım gibi, mücadele yöntemlerini daima güçlüler belirlediğinden, güçlü ile mücadele edenler de zamanla bu yöntemin etkisine giriyor. Hatta celladına âşık olmak deyimini hatırlatırcasına kimi yöntemlerde benzerlik görülüyor. Bu yönüyle bakıldığında, ulusal kurtuluş hareketleri, sömürgeci güçlerin ayrıştıran ve her türlü zoru kullanan mücadele biçimlerinin geniş alanında savrulmaktan kurtulamıyorlar. Ulusal kurtuluş hareketleri, çoğu zaten baskıcı rejim olan sömürgeci yönetimlerin böl ve yönet politikalarının kıskacından ve onların kurtuluş hareketlerini bölen ve parçalayan tuzaklarından oldukça olumsuz biçimde etkileniyor. Ondandır ki sömürge olan ya da ulusal sorunu bulunan ülkelerin partileri, birbirleriyle düşmanlığa ve çatışmalara varan en katı tonlarda ve sert söylemlerde rekabet ederler. Çatışmalı alanın siyasi partilerinin kendi aralarındaki bilek güreşi, genellikle karşıtlık dilini güçlendiriyor, dost ve kardeş olarak görülmesi gereken partileri ötekileştiriyor. Çatışmalı alan süreçleri, orta vadede karşıtlık kaynaklı biz ve onlar söylemini alışkanlık haline getiriyor. Bu patikanın partileri, karşıt üretmek üzerine iş görmeyi esas almakta beis görmüyor. Hatta bunu zaman zaman bir yöntem olarak benimsiyor. Her mahallenin karşıt üreten partileri, kadro düzeyindeki partilileri olur. Buna göre yan mahalle karşıdır, karşıttır, onun yaptığı şeylerin çoğu yanlıştır, yabancıdır veya hata içerir. Gerilim iklimindeki günümüz siyasi yapıları, komşu sokaklar iyidir ama komşu mahalle kötüdür diyebilecek kadar karşıtlık üretebiliyor. Ne yazık ki mevcut ekonomi, bilim ve teknoloji ortamında bile biz ve onlar ayırımından elde edilen karşıtlık; partileri besliyor, tabanları kenetleyebiliyor, gücü konsolide (birleştirme, pekiştirme) edebiliyor.
Yine deneyimlerime dayanarak bir tespitte bulunmam gerekirse, kimileyin a partisindeki biri, partisi dışındakileri karşı görür, onlara galiz sözler söyler, a partisinden ayrılanları düşman ilan eder. Bir gün gelir aynı kişi a partisinden ayrıldığında, bu sefer de a partisine karşı tutum almaya başlar. Bu kez a partisini düşman sayar, a partisine mensup olanları karalar, onlara galiz sözler söyler. Mesela dost olan a ve b partilerini ele alalım. A partisinden bir grup b partisine; b partisinden bir grup da a partisine geçmiş olsun. Bu gibi örnekler yaygın olmamakla beraber, az da olsa vardır. Ayrıca karşılıklı olmasa da bu tarz geçişlerde bulunan insanlar, çoğunlukla gittikleri yeni partilerinden, ayrıldıkları eski partilerine saldırılara, sataşmalara hatta kavgalara yol açan faaliyetlere başlarlar. Böyle böyle dost olan a ve b partisinin arası açılır, ilişkileri bozulur, işler düşmanlık duygusuna kadar vardırılır.
İnsanlığın her türden olumlu serüveninin önemli bir parçası olan siyasetçinin ona musallat olan habis urlardan kurtulması, gelecek nesillerin daha rahat ve huzurlu yaşaması anlamına gelir. Sadece siyaset alanında değil, hemen hemen hayatın diğer bütün alanlarında yol yöntem bilmeyi, sevgiyi ve saygıyı esas alan insan odaklı çalışmayı öncelemek gerek. Ölçme ve değerlendirme yönünden yoksun, kendisi eksik ve natamam (tamamlanmamış) olan alanların hemen hepsi, sorun üretmeye ve çatışmalı evrelere mahkûmdurlar. Çözüm odaklı olması gereken siyaset; belli çıkar grupları eliyle yüz yıllar boyu laf üreterek, karşıtlık yaratarak, ayrıştırarak, düşmanlaştırarak kendini ve ideolojisini ayakta tutmuş, değişme ve gelişmeler karşısında kavgacı ve rijit yanını korumuş, ihtiyacı olduğunda kollamış, ihtiyacı olmadığında saklamıştır. Böylece siyaset, çatışma alanlarına bağımlı bir kurum olmaya mecbur hatta mahkûm edilmiştir. Pek tabiidir ki, tarihi gelişimi bakımından siyaset, taraf ve karşıtlık zeminleri üzerinden yol almıştır. O, bir şeyin karşıtı olurken başka bir şeyin tarafı olmayı seçmiştir, seçmek zorunda kalmıştır. Siyasi yapılarda, zıtlıklarla beraber yalpalayarak yürüdüğü zamanlarda bile karşıt yaratma dili hep önde olmuştur. Mevcut zeminden beslenen siyaset insanı, bu dili sürekli öncelemiştir. Karar süreçleri oluşturmak ve karar süreçlerini yönetmek çoğu zaman söz konusu kaygı ve hesaplara bağlı olarak şekillenmiştir. Franklin D. Roosevelt’in dediği gibi, “Politikada hiçbir şey kazayla olmaz. Olmuşsa, öyle planlanmıştır.”
Çatışma yönünden siyasettin hedefleri ve zorunda olduğu karşıtlıkları oldukça çoktur. Dinler, toplumsal hassasiyetler ve tarihsel değerler, çatışma ortamının ya da onları kullanma ve ticarileştirme alanını tayin eden parametrelerin başında geliyor. Kendi mahallen ve karşı mahalle (Karşı taraf) gibi. Siyasetin ayrıksı halleri, onu ayrıştırıcı, bölücü, saflaştırıcı çizgilere itiyor, siyaset insanını ve toplumu, içeridekilerin dışarıdakileri tehdit olarak algıladıkları korku tünellerine sürüklüyor. Endişe duyarak ve üzülerek görüyorum ki, bazı siyasi elit eliyle, iç dış dengesi, içerideki siyasi hesaplar uğruna heba edilerek korkuyla boyun eğdirilen bir toplum hedefleniyor, siyaset tavanına ya da tavana yakın katmana durmadan düşman yaratan, karanlık dehlizlerde kaygıyı ve korkuyu dayanak yapıp tehditler üreten yeni bir nesil yerleşiyor. Oysaki siyasetin hiçbir zaman tek bir rafı yoktur, olmamalıdır. Siyasette ne iyi daima iyidir ne kötü daima kötüdür ne doğru herkesin ve her zamanın doğrusudur ne de dostluk ve düşmanlıklar bakidir. Çatışma odaklı siyasette baki olan kişisel ikbal, hırs ve menfaattir. Zamana ve zemine göre değişen ve adına menfaat denen şey de bir avuç yönetici elitin fikrine, sözüne, esas olarak da çıkarına ve isteğine bağlıdır. Siyasetin çatışma alanına kendini ve kapılarını ardına kadar açması, Platon’dan Aristoteles’e varana dek pek çok düşünürün dikkatini çekmiş, siyasetin bu yanına ilişkin düşün insanlarının söz söyleme gereğini ortaya çıkarmıştır. “Her ülke layık olduğu hükümeti alır,” diyen Aristoteles ve “Bir adamın ölçütü, güçle ne yaptığıdır,” diyen Platon’un murat ettiği şey aslında bu çatışmalı alanın ortaya çıkardığı gizli ve örtülü gerçeklerdir. Eski Yunan’ın eşsiz filozoflarından yüzlerce yıl sonra dünyaya ayak basan ve siyaset sahnesine çıkan ABD’li siyaset insanı Thomas Jefferson, “Halk, hükümetinden korktuğu zaman tiranlık; hükümet, halkından korktuğu zaman özgürlük vardır,” cümlesiyle bu çatışmalı alanın vardığı, varacağı ya da vardırıldığı yeri işaret etmiştir.
Siyasetin çatışma alanına bu denli teşne olmasının bir nedeni de kendi içine dönmesi ve kendi kendini kemirmekten haz almasıdır. Parti kadroları; yapacak iş yokken, partiler aktiviteden yoksun ve atılken, eylem düzeyleri oldukça düşükken ve örgüt ağları hareketli ve dinamik bir devinim içinde değilken muhakkak iç sorunlar üretir. Bu da parti yönetimiyle üyeleri bakımından yeni bir dilin ve üslubun gelişmesine, yeni dil ve üslubun mevcut sürece egemen olmasına neden olur. Voltaire, görece abartsa da çalışmanın ve üretmenin önemine vurgu yaparak tecrübeli siyasetçilerce bilinen bir gerçeği şu sözüyle güçlendiriyor, “Çalışkan tiranlar hiçbir zaman cezalandırılmamıştır.” Türkçede de bu sözü anımsatacak ünlü bir deyim var: İşleyen demir paslanmaz.
Ortak ideallerin ve değerlerin bunca etkisine ve büyüsüne rağmen, siyasetin iktidar erki yolculuğunda en önemli araç olması, onu bütün bu savrulmalara, bilinen ama engellenemeyen karşıtlıklardan beslenmeye yöneltmektedir. Güç zehirlenmesi denilen kemirici olgular, başkalaşma, bile isteye çatışma üreten sert söylemler de bu savrulmada ve kolaylıkla karşı taraf yaratmada büyük ölçüde etkili olmaktadır.
Franz Kafka, “Bütün devrimler buharlaşıp gider ve ardında yeni bir bürokrasi balçığı bırakır,” diyerek konuyla ilgili başka bir gerçeğe işaret etmektedir. Zira bürokrasi denilen canavar, devletlerin yönetiminde bazen işçi sınıfından, bazen burjuva sınıfından daha güçlü olmuştur. Bürokrasi, pek çok ülkede ve sayısız iktidarın yönetiminde bir sınıf, etkili bir katman olarak siyasi kadroların, parlamentoların karşısına dikilebilmiştir.
Siyasetin çatışmalı alanda kalması ve bundan medet umması biraz da liderin görüşüne, tercihine, kültürüne, egosuna ve karakterine bağlıdır. Zira liderler göz önündeler ve onların seçtiği dil ve üslup bütün kesimleri etkiliyor. Sun Tzu’nun da dediği gibi, Lider örnekle liderlik eder, güçle değil.
Fransa tarihinin en renkli kişiliklerinden biri olan Charles De Gaulle, siyasetin toplumun tüm kesimleri eliyle yürütülmesi gerektiğini belirtmek için şu ünlü sözü söylemiştir: Politika, politikacılara bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir. De Gaulle, yukarıdaki saptamayla siyasetin daha çok toplumsal nitelik kazandığına, toplumun bütün kesimleri eliyle yürütülen bir işin, imtiyazlı zümrenin, elit tabakanın, yönetici kliğin etkisine kapalı olması gereğine dolaylı bir biçimde dikkat çekiyor. Hiç kuşku olmasın ki halk yığınlarının tümünün katılımıyla yapılan iş ve işlemler; belli kesimlerin, hele liderlerin, parti başkanlarının diledikleri gibi müdahale ettikleri alanlar olmaktan çıkarlar. Çünkü siyaset, çoğu zaman çatışma alanları açsa da halka dayanan ve halkın tercihine ihtiyaç duyan bir şeydir, doğası gereği katılımcıdır. Ayrıca siyasetin üst katlarının ürettiği politikanın sürekli ve sürdürülebilir olması ancak ve ancak halk kesimlerinin desteğiyle mümkündür. Halkın siyaset kadrolarını benimsemesi ya da reddetmesi gibi denetleme görevleri yapması, demokrasi yönünden de gerekli bir adımdır. Uzlaşma ve hoşgörü ilkelerini içselleştirmiş bir demokrasi, kültür olarak siyasetin bu sivri yönünü törpüleyebilir. Tabana yayılan ve paydaşları yığınsal nitelik kazanan siyasi yapılar, genellikle demokratik süreçlere olumlu ve yapıcı yönde katkı yaparlar.
Tabandan, paydaştan, yığınsal nitelikten söz etmişken belirtmem gerekir ki galiba önemli olan; neyle motive olduğumuz, neyle moral bulduğumuz, neye inandığımız, neye inanmadığımız, ne istediğimiz, ne istemediğimizdir. Amaç çatışmalı alan yaratmak olunca da, uzlaşmacı ya da yapıcı yönde hareket etmek olunca da ilgili kesimlerin moral ve motivasyonu yüksek olur. Zira amaçlarımız yönünde yaptığımız işlemler, hareket tarzımız ve davranışlarımız bizi mutlu eder.
Hangi ortamda olursa olsun siyaset; sosyolojiden, insani değerlerden, toplumsal etik ve ahlaktan bağımsız ele alınamaz. Zira partiler ve siyasi kadrolar, yaşam sürdükleri toplumların içinden çıkarlar ve aynı toplumlardan beslenirler. Bu yüzden siyasi yapıları, toplumsal ve moral değerlerden ayrı ele almak hemen hemen imkânsızdır. Hayatın en temel kuralı olması gereken bir tespitin altını çizelim. Hasbi (gönüllü, karşılıksız) duygularla insanları sevip saymak yeterlidir, ayrıca onları onurlandırmaya gerek yoktur. İster doğru diyelim ister temel kural ister bir temenni diyelim, altı çizilen cümledeki bu tespit, yalnızca din ve siyaset alanında kolaylıkla paçavraya dönüşebilir, işlemez ve işlevsiz hale getirilebilir. Zira din alanında ulema sınıfı, siyaset alanında da siyaset eliti olabildiğince muktedirdir. Davranış eğilimlerini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen süreçler, sosyolojik olarak siyaset alanına doğrudan tesir ediyor. Yanı başlarında sakin kalmak, gerçeği öğrenmekten daha az önemli değil diyenlerle sürekli kavga üreten ve içe dönük kemirici faaliyet sürdürenler arasındaki çekişmelere, sürtüşmelere tanık olan siyaset tabanı, benzer bir yolu izlemek dışında kendine başka seçenek bulamıyor sanki.
Diğer yandan ister çeper çevre ilişkisi açısından olsun ister çeperin içi, yani çekirdek açısından olsun, oluşabilecek veya ortaya çıkabilecek her türlü dalgalanma, yaylanma, esneme ve benzeri süreçlerin tartışılması anlamına gelen yeni durum, kendine özgü bir kültür yaratmak yerine, zaten var olan mevcut kültürün devamında ısrar ediyor. Anılan kültür de iğdiş eden, tüketen, ötekileştiren, berikini yok sayan, onu hiç yerinde gören hem gerici hem gelenekseldir.
Belki bir abartı denebilir ama yanı başında durmadan iç sorun üreten kadrolarla çalışan partili kitlenin, tepe yöneticilerine benzememesi neredeyse mucize olur. Benzer bir durum da şudur: İkide birde yapılan Kongre çağrıları, ardı arası kesilmeyen imza toplama girişimleri zamanla herkesi bıktırır ve o partiyle kadrolara güveni azaltır. Bu kabil işler, partilileri ayrı saflara iter, birbirlerine karşıt hale getirir. Siyaset sahnesi dostların, arkadaşların, yoldaşların birbirileriyle bilek güreşi yaptıkları, birbirilerini alt ettikleri bir alan değildir, böyle bir yer olarak görülmemelidir, ayrıca hiç ama hiç böyle bir saha olmamalıdır. Jack London, Martin Eden romanında, ne söylediğinizi, biraz da nasıl söylediğiniz belirler, diyor. İslam dünyasının büyük şair ve yazarlarından Şadi Şirazi de, yanlış üslup doğru sözün celladıdır, belirlemesini yapıyor.
Yıllar
içinde değişime uğrayıp yoğunluğu azalsa da siyaset, karşıt üretmek ve mutlak bir çıkar odağı yaratmak ve buna karşı
içeride ya da dışarıda “düşmanlık”
besleyen kesimler üzerinden ilerlemiştir. Hızla değişen dünyada siyasetin bu
tarafı da muhakkak değişecektir. Çünkü Değişmeyen
tek şey, değişimin kendisidir.**
Değişime dair Friedrich Nietzsche de şöyle diyor: Derisini değiştirmeyen yılanlar ölmeye mahkûmdur. Bu durum fikirlerini
değiştirmeyen zihinler için de geçerlidir. Siyaset insanı, toplumun açık
alanı olan siyaset sahnesinde, başka partileri düşman göstermekte ve
arkadaşlara parmak sallanan arena olarak algılamakta zorlandığı ve ayıplandığı
zaman, siyaset gerçek manasına kavuşacaktır. Yol arkadaşına diş bilemek, dil uzatmak,
arkadaşı karalamak siyasette de, toplumsal ilişkilerde de muhakkak utanılacak
bir durum, sakınılacak bir kabahat olarak görülmelidir. Hem içeriye karşı hem
dışarıya karşı siyasi rekabetin vardığı yer burası olmamalıdır. Kimileyin kavga
ve hareket gerekse de bu, yalanla iş görmeden, arkadan dolanmaya gerek duymadan
mertçe ve açıkça yapılmalıdır. Unutmamak
gerekir ki dünya (hayat), ucu açık
programı olan, açık bir partidir.
*Karl Georg Büchner’in 1835 yılında yazdığı ilk oyunu olan ve Fransız Devrimi’ni konu alan Danton’un Ölümü’nde yazılmıştır.
**Heraclitus