“Gerçek anlamıyla siyasal iktidar, bir sınıfın, başka bir sınıfı ezmek
için kullandığı örgütlü gücüdür.” Karl Marx-Friedrich Engels
İktidar nedir, nasıl ortaya çıkmıştır, nasıl işlemektedir, nasıl paylaşılmaktadır sorularının yanıtları çerçevesinde, iktidar kavramını, belli kimi pratikler ve ilişkili söylemler ışığında ele almaya çalışacağım. Varlığını her şekilde hissettiğimiz iktidar, en geniş ve yalın manada bir işi yapabilme gücü, erk ya da kudret demektir. Üretim araçlarını elinde bulunduran bir sınıfın iş yapabilme gücü manasına da gelen iktidar, aynı zamanda egemenlerin bir işi başarabilme yetkisi verdiği ve bu yetenekte bulduğu zümrenin, bir ülke çapındaki yönetimidir. Hakeza devlet yetkisini elinde bulunduran kurum, kişi ve kuruluşlar da iktidar odağının paydaşlarıdır. Bu yanıyla da iktidar ve devlet hemen hemen aynı şeydir. Bir bütünün birbirinden ayrılmaz parçaları gibi bir bakıma siyam ikizleridirler.
Denebilir ki geride bıraktığımız yüzyıldan bu yana yaygın ve çok aleni biçimde, kimi kurumlarla beraber rejimlerin temel taşları sayılan ordu, yargı, polis gücü ve medya gibi, ana muhalefet ve parlamento partileri de hükümet etmek hariç iktidar odağının temel parçası haline getirilmiştir. Bir önceki cümlede ifade edilenler nedeniyle de bu yazıda, iktidar kavramı kesin ve net bir şekilde, hükümet söyleminden faklı, hükümet etmek eyleminden apayrı biçimde ele alınmıştır.
Her türlü toplumsal ilişkide var olan iktidar kavramı hakkında Max Weber şöyle söylemektedir, iktidar, kişilerin ya da grupların, başkaları karşı çıktıklarında bile kendi istedikleri şeyleri gerçekleştirebilecek olmalarıdır. Toplumun en alt birimi olan aileden başlayarak en geniş örgütlenme biçimi olan devlete kadar uzanan her yerdeki ilişkide, şu ya da bu biçimde iktidar kavramından söz edilebilir, onun uygulamalarıyla yüz yüze gelinebilir. Düzene veya yönetmeye dair kaygı ve ihtiyacın olduğu her alanda, iktidar olgusu bir şekilde ve belli oranda ortaya çıkabilir. Fransız düşünür Foucault, iktidarın, şebeke ve ağ benzeri bir örgüt aracılığıyla işlediğini söyleyerek aynı zamandan iktidarın sorun üretme odağına dönüşme tehlikesine vurgu yapmaktadır. Geleceğin özgür toplumunun komünist toplum olduğunu iddia eden Karl Marx’ın bahsettiği iktidar, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduranların iktidarıdır. Bu iktidar, aynı zamanda toplumun nasıl düşünmesi gerektiğinin de egemen sınıf tarafından belirlenmesini sağlar. İktidar her yerdedir ve her şeyi yönetir. Marx’ın cümleleriyle söylemek gerekirse; “Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşüncelerdir; başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür.” (Alman ideolojisi adlı eserinden)
Kuşku yok ki siyasal mücadele, çoklukla egemenlerin açtığı alanda sürdürülen bir faaliyettir. Görece gücü olana, idareye gelmesi istenene hükümet, görece zayıf ve daha az gücü olana muhalefet verilir. Gerçekte hükümet ve muhalefet etme, hâkim güççe toplum tarafından kabul görme oranına ve bir toplumdaki genel eğilimlere göre dağıtılır. Bu işler; sözde oy kullanma süreci, yurttaş iradesi, medya ve yargı denetimi, yabancı gözlemciler biçimindeki kural ve kaidesi olan bir dizi faaliyetin ışığında gerçekleşir. Oy verme işleminden başlayarak yapılanların hepsi, oy sayımı, sandık kurullarının oluşumu, oyların mühürlenip torbalara konulması ve taşınması, ilçe, il ve yüksek seçim kurulları gibi yargısal süreçler, ‘ilgililer’ dışında kalan halk denetimine tamamen kapalıdır. Akışkan Aşk adlı kitabın yazarı Zygmunt Bauman, “ulusların devletlerle, devletlerin egemenlikle, egemenliğin de göz açtırmadan denetlenen kapalı hudutlarla çevrili topraklarla evliliğini düzenlemekle meşgul olan dünya,” cümlesini kurarak kendince gidişatın yönünü belirliyor. Açık ki hiçbir ülkenin büyük burjuvazisi ve uluslararası sermayeyle işbirliği içinde olan kesimleri, kendi ülkelerinin parlamentosuna kontrol edemedikleri muhalifleri taşımazlar, yönlendiremedikleri muhaliflerin kendi parlamentolarında faaliyetlerine izin vermezler. İster dünyanın en gelişmiş ülkesi ABD ister Türkiye gibi yoksul, geri kalmış ve gelişmekte olan bir ülke olsun, sermaye sınıflarının, hâkim gücün, iktidarlara ve iktidar alternatiflerine genel bakışı budur. Keza imtiyazlı zümrenin dünyanın her tarafındaki tavrı aynıdır. “İki yüzyıl boyunca dünya, insanların hareketlerini denetlemeyi, devlet iktidarlarının biricik ayrıcalığı kılmakla meşgul oldu; insanların denetlenemeyen bütün diğer hareketlerine engel dikti ve bu engelleri uyanık ve gayet silahlı muhafızlarla donattı. Pasaportlar, giriş çıkış vizeleri, gümrük ve göçmen kontrolleri, modern hükümet sanatının ilk icatları oldu. (Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk)
Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, bu dünya düzeninde hükümetler, artık kendi gidişlerini hazırlıyorlar. Kaşla göz arasında süresi dolanlar, bıkkınlık yaratanlar ve gözden düşenler gidiyor, onların yerlerine halefleri ya da söz de muhalefet partileri geliyor. Kimi ülkelerde, özellikle zengin ve gelişmiş olan ülkelerde bu geçiş daha yumuşak ve az maliyetli olurken Türkiye gibi ülkelerde sert ve pahalı oluyor. Türkiye benzeri geri kalmış, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, ne yazık ki hükümet değişikliğinin bile ciddi bir faturası ortaya çıkıyor. Bu fatura, hükümetler her değiştiğinde, sürekli olarak yoksul halk kesimlerine ödetiliyor. Adeta kısır bir döngüdür... AKP’liler AKP’nin gidişine hazırlanırken emekçi halk yığınları, hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı gibi bedellerle süreci yaşıyor. Arjantin’de, Meksika’da, Brezilya ve Endonezya’da olup bitenler buradakinden farklı değildir. Küresel Egemenlik Sistemi’nde, modern hükümetler döneminden beri (Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana) çok açık bir şekilde sol hükümetler, sağ hükümetleri dinlendirmekte ve onlardan nöbeti devralmaktalar. Hakeza soldaki merkez partiler, sağ siyaset anlayışına yardım etmek, kitleleri oyalamak için varlar ve bununla görevlidirler.
Ne yazık ki yönetimsel görevler yönünden iş başındakiler ister sağdan ister solda olsun, artık iktidar bloku bireysel düşünmenin, bireysel davranmanın ve sadece bireysel sorumluluklar üstlenmenin potasıdır. Bu alana dâhil olan partiler ve bireyler, toplum yararına işlerde gerçek manada denetim yapamıyor, işleri ve kurumları yönetemiyor. Algı yönetimiyle, şahsileştirilen (şahışlaştırılan) siyasal süreçle birey ve kurumlar daha kolay teslim alınıyor. Kısaca artık iktidar odağı ve iktidar çevresi denen güç, bireyselleştirme ve teslim alma alanıdır. Ayrıcalıklı hiçbir zümre veya sınıf, yönetim ve denetim konusunda ipin ucunu, ülkenin ve toplumun yönünü tayin eden direksiyonu elden bırakmıyor. Michel Foucault, hapishane öznesinden yola çıkarak boyun eğdirme ve teslim alma süreçleri yolundaki bireyselleştirme aynı zamanda bireyi özneleştirme hatta nesneleştirmedir, diyor.
Ulus devlet çabası, aynı zamanda iktidar olma ve yönetimsel bir gücü ele geçirme isteğidir
İktidar olgusu bağlamında ulus devletlerle, mal ve hizmetler pazarıyla Küresel Egemenlik Sistemi arasındaki ilişkiye değinmekte, bilgim ölçüsünde ve olabildiğince konuyu etraflıca tartışmakta yarar görüyorum. Zira iktidar olgusu ve devlet kavramı arasında sarsılmaz bağlar var. Devlet, hâkim gücün örgütüyse iktidar da devletin kurumsal kimliğinin, devleti devlet yapan temel parçaların amiral gemisidir. Uluslararası hâkim güçlere dayanmaksızın ve sağlam bir iktidar olmaksızın devlet kurmak mümkün değildir. Lenin milli kurtuluş devrimlerinin, her türlü devrimci ve ilerici özüne karşın burjuva reformcu çerçeveye bağlı olduğunu ileri sürüyor. Milli kurtuluş kesimlerinin en önemli unsuru olan milli burjuvazinin ve onunla iş birliği içinde olanların, ulusal devlet kurmaktaki temel maksatlarının pazardan pay almak, yeni pazarlar bulmak ve pazara egemen olmak olduğunu söylüyor. Dolayısıyla içerideki ve dışarıdaki burjuva katmanların, büyük sermaye güçlerinin ortak kararıyla ve geniş bir çizgide siyaset yapan yerel güçlerin katılımıyla uluslar, ulus devlet kuruyor. Bu, demek oluyor ki eğer günün birinde, herhangi bir ulusun burjuvazisi de kendi sınıfsal çıkarları gereği ayrı bir devlet kurmak isterse veya bu mücadeleye destek olursa o zaman, daha az bedel ödenerek ve daha az güçlük yaşanarak söz konusu ulusun ulusal güçleri tarafından ayrı bir devlet kurulabilir. Milli burjuvazisi ve iş birliği içinde olduğu uluslararası burjuvazi kurulmak istenen ulusal devlete rıza göstermezse ilerici, emekçi ve devrimci ulusalcı katmanlardan, özetle düzen dışı kesimlerden oluşan ulusal güçlerin devlet kurmaları, ne yazık ki çok kolay değildir. Hatta günümüz ekonomik, teknolojik ve askeri gücü karşısında kesinlikle güçtür ve hatta imkânsızlık boyutunda zor bir iştir. Salt düzen dışı güçler tarafından, anılan güçlere rağmen kurulan devlet, kaçınılmaz olarak büyük sorunlarla yüz yüze geleceğinden, olsa olsa bir uydu devlet olur. Hatta o devletin üzerinde kurulduğu topraklar, kaotik bölgeye dönüşür, iktidarı sürekli el değiştiren bir yer olur. Hakeza bölgesel düzeydeki ve dünya çapındaki güçlü devletlerin istikamet çizdiği bir operasyon alanı olur. Siyasal yelpazenin her yerinden kesimlerin katkısını ve katılımını önemseyen Lenin’in milli kurtuluş devrimleri ve burjuva reformcu çerçeveye dair görüşleri, aşağı yukarı bu manaya geliyor.
Ulusal devletler, ulusu oluşturan bütün kesimlerin talepleri gibi, iktidar talebi olan kesimlerin de çıkarlarıyla çakışır. Ulus devlet çabası, her türlü boyunduruğa, dış sömürüye karşı olmasına rağmen aynı zamanda iktidar olma isteğidir ve yönetimsel bir gücü ele geçirme arzusudur. Bu konuda benzer bir düşünce ortaya koyan Hayvan Çiftliği ve 1984 adlı kitapların yazarı George Orwell, “İktidar bir araç değil, bir amaçtır,” diyor. Zira bir amaç uğrunda ortaya çıkan ve Küresel Egemenlik Sistemi’nden mütevellit bugünün iktidar olgusu, ulus devletler düzeyindeki iktidarların bileşkesidir. Öyle ki daha insanca bir yaşam yerine, herhangi bir ulusal devlete sahip olma düşüncesi önem kazanmıştır. Hatta devletin karakterinden bağımsız olarak ulusal devlete sahip olma düşünüşü, daha demokratik, daha halkçı, daha adil, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir toplum ve düzen isteminin yerine geçmiştir. Toplumun çıkarlarını koruyan ve toplumsal düzenin esenliğine hizmet eden bu değerler ve düşünceler; toplumsal kurtuluşu hedef alan devlet olasılığına artan inançsızlığın ve devlet kurabilme başarısına ya da bu durumun sürdürülebilir olmasına duyulan güvensizliğin sonucu, ortaya çıkan iki alanın tercihen yer değiştirebilir olmasıdır, ya toplumsal özgürlük ya ulusal devlet. Çoğunlukla da zamanla işlerin yoluna sokulacağı umudu ve inancıyla, dayanak gösterilen bu gibi beklentilerle ulusal devlet tercih edilir.
İktidar kavramı ve Küresel Egemenlik Sistemi ilişkisi bağlamında Fransız Devrimi sırasında tarih sahnesine çıktığı kabul edilen ulus devletler için birkaç cümle kurmak, öyle sanıyorum ki iktidar olgusunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Uygulamaları yönünden tartışmalı alan olmasına, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden almasına rağmen, ulusal devletler, tarihteki diğer devletlerden farklıdır. Ulus devlet modelinde, devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaşması esastır. Aynı zamanda genellikle tek bir bayrağı ve egemen tek bir dini olan ulus devlette, devlet politik ve jeopolitik, ulus ise kültürel veya etnik bir varlıktır. Bu iki temel özelliği örtüştüren ulus devlet kavramı, böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Böl ve yönet politikasının sonucu olarak devletin küçülmesi ve etkinleştirilmesi, siyaset ve yönetim dengesinin yeniden kurulması, yeni kuşak haklar da dâhil temel hakların güvenceye alınması, demokrasinin geliştirilmesi ve genişletilmesi gibi modern dönemin kavramları, ulus devletin cazibesini artıran yeni uygulamalardır. Diğer yandan ulusal devlet talebi olan geniş halk yığınları için sömürünün, hak ihlallerinin, baskının kim eliyle veya kimler tarafından gerçekleştiği önemlidir. Keza otoritenin kimliği, kim olduğu, otoriteye yakınlık, dini ya da mezhebi ilişkisi, etnik köken ortaklığı gibi paydaşlıklar halk, devlet bağının temelini, devletin halk tarafından genel kabul görüp görmemesinin nedenini oluşturmaktadır. Her türlü evrensel boyutuna karşı, ulus devletler ilk bakışta yereldir, amaç ve hedefleri yönünden yerel görünümlüdür. Zira yerel güçler ve yerel burjuvazi, her zaman küresel olandan daha evladır. Yerelleşme isteği, gerektiğinde sadece baskıcı da olan bir devlet kurmayı sağlamıyor, giderek güçlü bir arzuya dönüşen söz konusu istek pek çok devlet kurumu ve coğrafi sahada yerel hükümranlık yaratıyor. Anılan istek, aynı zamanda etnik kimliği, tarihi, kültürü, ortak değerleri, egoyu ve daha birçok olguyu geliştiriyor, yerinde kullanıyor ve hak ettiği konuma taşıyor.
Bauman, 20’inci yüzyılın en tanınmış fakat en tartışmalı anayasa hukuku ve uluslararası hukuk uzmanlarından biri olduğu söylenen Alman siyaset felsefesi bilimcisi Carl Schmitt’ten alıntılayarak, gizemini aydınlatmak istediği egemenlik kadar “yerelleşmiş” tir, diyor. Buman’a göre bu bakış, toprak ile iktidarın tanrısal evliliğinin fiili ve bilişsel ufkunu aşamaz. “Tıpkı ‘yasa devleti’nin ‘ulusun devleti’ olana dek yavaş yavaş ama karşı konulmaz bir şekilde evrim göstermesi gibi (çünkü meşruiyet yaratmanın ve ideolojik seferberliğin sürekli baskısı altındadır), evlilik de üçlü ilişki olmuştur: toprak, devlet ve ulus üçlemesi. Bu üçlemenin yükselişinin dünyanın nispeten sınırlı tek bir bölümünde meydana gelen tarihsel bir kaza olduğu varsayılabilir. Ancak dünyanın bu bölümü, ne kadar küçük olsa da, dünyanın geri kalanını periferiye dönüştürebilecek kadar ustalıklı ve kendi özelliklerini unutacak ya da ihmal edecek kadar kibirli bir metropol mertebesi talep edebilmiştir; periferinin yaşaması gereken kuralları saptamak metropolün ayrıcalığı olduğundan ve bu kurallara boyun eğmeyi sağlamak metropolün yetkisinde bulunduğundan -ulus, devlet ve toprak örtüşmesi/karışımı küresel olarak zorunlu bir norm haline gelmiştir. Üçlemenin her bir üyesi, diğer ikisiyle birlikte değilse ve onlar tarafından desteklenmiyorsa, anomaliye (aykırılık) dönüşür: Kurtulamayacağı anlaşıldığında ise, radikal bir operasyondan geçmeye ya da öldürücü bir darbe yemeye mecbur olan bir canavara dönüşür. Ulus-devletin olmadığı bir toprak noman’sland (Çiftlik veya çiftçilik yeri) olur; devletsiz bir ulus garabetleşir (tuhaflaşır), ya gönüllü olarak yok olacaktır ya da infaz edilecektir, tercih onundur; ulussuz ya da birden çok uluslu bir devlet geçmişin bir kalıntısına ya da modernleşme ile yok olup gitme arasında seçim yapması gereken bir mutantana (görkemli, şatafatlı) dönüşür. Gerek egemen olmaya teşebbüs eden güçler, gerek bu egemenliği temin etme ya da kazanma fırsatı olan güçler için, bu yeni normalliğin ardında anlamlandırıcı ilke yatıyor.” (Akışkan Aşk adlı eser)
Pek çok sosyal değişim süreci gibi olumlu ve olumsuz yanlar içeren, riskleri ve fırsatları barındıran ulus devletler, referansı güç dengeleri olan genel uygulamaların etkisinde ve yaygın milliyetçi politikaların ağır baskısı altındadır. Küresel Egemenlik Sistemi için merkezileştirme; tek çatı altında toplama, evreleri kontrol etme, denetleme ve yönetme açısından son derece elverişlidir. Güçlü devlet, güçlü lider söylemi, yaygınlık kazanan dindarlık, sözde ulusal güvenlik konuları, bilinçli şekilde düşman yaratma ve sürekli bir düşmana sahip olma politikası, korku üretme ve algı yaratma, bütün sürecin yeni manivelalarıdır. Günümüzde yoksul, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, hep birlikte ve bir anda, “yerellik” ve “millilik” gibi kavramlar etrafında şekillen iç ve dış siyasetin temel maksadı budur. İktidar ve muhalefetin bir ağızdan aynı nakaratı söylemesi, küresel güçlerin süreçleri teslim aldığının en belirgin göstergesidir. Zira başka ulusları ve halkları hedef almayan, onları aşağılayıp düşman görmeyen dolayısıyla böl ve yönet politikasına hizmet etmeyen herhangi bir yerellik ve millilik, çok makbul değildir.
İktidar eylemleri karşısında toplumun sessizliği ve bireylerin özneye dönüşmesi tehlikesi
İtaat kavramını medeniyetin en temel sorunu olarak gören İsviçreli yazar, psikanalist Arno Gruen gibi, iktidar ve otorite ile ilgili yaptığı çalışmalarda, iktidarı, “insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yapmaya zorlayabilme,” olarak tanımlayan Alman sosyolog ve filozof Max Weber, iktidarın kullanımı bir toplumun politik yaşamını yönlendiren formel (biçimsel) bir organizasyon olan hükümetin işidir, diyor. Otorite konusuna analitik (çözümlemeli) bakan Weber, sadece kaba güçle sağlanan itaat aracılığıyla hiçbir hükümetin iktidarda kalamayacağını ileri sürüyor. Açık ki hükümetler, dolayısıyla iktidar blokları, halklardan itaat ve sadakat beklerler. Böylece eldeki aygıtlarla denetleme, düzenleme, yönlendirme ve sükûnetle yönetme süreçleri kolaylaşır. Diğer yandan Fransız sosyolog Paul Michel Foucault’ya göre; dayanak ya da temel anlamındaki özne, bir söylemsel inşadır. Her iktidar belli teoriler, kavramlar üretip elde ettiği ürünü hakikate dönüştürerek, denetim ve bağlılık yoluyla ideolojik amaçlarına uygun, kendi kimliğine bağlanmış özneler inşa etmeyi arzular.
Özne kavramını ayrıntılı açıdan ele alma ihtiyacı duymadan, birey iktidar ilişkisi ve toplumsal düzenle bağı nedeniyle söylemin kendisine dair birkaç cümle kurmakta yarar görüyorum. Felsefi olarak başka bir manada da özne kavramı; bilinci, sezgisi, düş gücü olandır. Gene bazı filozoflara göre dış dünyaya karşıt olan bireydir. Aynı zamanda fail ya da şey anlamındadır. Fransız filozof, sosyal teorisyen ve sosyolog Paul Michel Foucault’nun özne iktidar ilişkilendirmesi ve özneyi klasik düşünce tarzından ayırması, insanı sanıldığı kadar iktidarı zorlama ve baskı unsuru olarak gören düşünce yapısından uzaklaştırmıyor. Aksine özne iktidar ilişkisini, aidiyet ifade eden bir olgu değil, karmaşık bir ilişkiler ağı olarak ele alması, güncel felsefi söylemlerin, geniş ve dar iktidar ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi gereğini vurguluyor. Bu bakımından da söz konusu düşünüş oldukça önem arz ediyor. Hakeza öznellikle özne konumundan çıkabilmek ve daha radikal bir özgürlük alanı yaratabilmeyi mesele edinen Foucault, devlet ve devlet kurumlarıyla mücadele konusunda ezber bozan fikirler ortaya koymaktadır. Fransız sosyolog ve eleştirmen, devletle belli pratik ilişkiler içinde olanların daha ciddi sorunlar yarattığını düşünüyor. Foucault, sorun hâkim sınıfta ya da hâkim sınıf olmakta değil, hâkim sınıf kimlerle pratik ilişkiler içinde ve hâkim sınıf kimin elindedir, esas sorun budur demektedir.
Özne, iktidar; iktidar, siyaset tartışmaları kapsamında söylenebilecek şeylerden bir tanesi de şudur. Her nasıl yapabiliyorlarsa iktidarlar, bir şekilde toplumları kendilerine tabi kılıyorlar sorusunun, makul olsun ya da olmasın her zaman bir cevabı vardır. İktidarlara tabi olmaktan tebaa olmaya geçiş sürecinin ve iktidar siyaset arasındaki ilişkinin en belirgin kaynağı, iktisadi faaliyetlere ve üretim araçlarının kimin elinde olduğuna göre şekillenen sosyal ve siyasal çelişkilerdir. Modern siyaset döneminin söylemi olan ve daha önceki dönemlerde ya mutlak bir gücü ya da belli bir zümreye aitliği ifade eden ve aynı zamanda siyasal bir olgu olarak ele alınan iktidar kavramı, günümüzde daha fazla, her türlü egemen alan ve egemenlerin toplum üzerindeki baskısı kapsamında ele alınıyor.
Küresel Egemenlik Sistemi’nin kendini tekrar regülasyona tabi kılması, baştan aşağı bir restorasyon (yenileme) süreci başlatması, kendi içinde insana dönük ve insana ait olan değerleri yüceltmesi, bünyesindeki sorunlara çözümler bulması, insanlık ve iyi bir geleceğin inşası için son derece önemlidir. İnsanlığın yarınları için, para sahiplerinin ve tröstlerin, yeni ve gerekli adımlar atması, müesses nizamı yeniden tanımlaması, demokrasi, hukuk, adalet ve hâkim sınıfın örgütü olan devlet kavramlarını yeniden ele alması, bugünün dünyasını kurtarmaya ilişkin hepsi de atılması zorunlu adımlardır. Keza anılan sistemin uluslararası ilişkiler ve devletlerarası hukuk planında, evrensel insan haklarına dair sorunlara daha objektif, daha insan odaklı yaklaşması ve ayrıca kendini tepeden tırnağa değişim sürecine tabi tutması, insanlığın ortak geleceği açısından en ciddi ve belirleyici adım olur. Çünkü insanlığın umutlarını koruması için önemli nedenlere, ikna edici adımlara, iyi niyeti aşan somut girişimlere ve eylem planlarına gereksinimi vardır.
Foucault’un kendilik ve kimlik analizleri ve iktidar ilişkisi konusundaki görüşünü, başlığa dair son sözler yerine aktarmak gerekirse, dayatılan her neyse onun öznesi olunduğu anda, kazanan iktidardır ve itaat talep eden kurulu düzendir. Bu tür ilişkilenmede, özne iktidar ilişkisinde otorite, itaat etmek ve itaatkârlık gibi kavramlarda, kendilikte ve kimlikte kafa karışıklığı ve zihin bulanıklığı vardır. Aynı minvalde, iktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır diyen İngiliz filozof Lord Acton, baskı yapmak ve başkalarını kontrol etmek amacıyla kullanılan gücün uygulayıcı yönünden yarattığı büyük tahribata vurgu yapıyor, uyarıda bulunuyor.
Bir yerde iktidar varsa orada mutlaka itaat vardır
İktidar ve itaat hakkındaki tartışmayı devam ettirmeden önce hemen belirtmem gerekir ki, rasyonalite ve insanın sınırsız istekleri karşısında, devasa olanakları olan küresel iktidarın ve otoritenin manevraları, alabildiğine sınırsızdır ve hiç öngörülemediği kadar pervasızdır. Küresel Egemenlik Sistemi’ni ya da müesses nizamı yaratanlar, bireyi nesneleştirerek, her şeyi sayısallaştırarak, belirli kesimleri merkezin denetimine ve kontrolüne alarak, ister örgütlü ister örgütsüz olsun toplulukların büyük çoğunluğunu otoriteye bağımlı kılarak işlerini yürütüyorlar. Zira herkesin kendisi için çalıştığı düzenden, herkesin başkası için çalışmak zorunda bırakıldığı düzenin adıdır, Küresel Egemenlik Sistemi.
İtaat, yaşadığımız her yerde ve her alanda olduğundan gerçeği algılamak güçleşiyor. Adeta imkânsız bir hale geliyor. Böylelikle insanoğlu itaat etmeyi hava, su kadar normal karşılıyor, diyen Arno Gruen, itaat kavramının hastalıklı etkilerini günlük yaşamda, eğitimde, aile ilişkilerinde, politikada inceleyip ilginç saptamalarda bulunuyor. Jean Baudrillard ise, Tüketim Toplumu adlı eserinde, “İnsan doğasının insan haklarıyla mutlu birleşmesinin modern zamanlarında doğan Altın Çağ’ın bu insan fosili, yoğun bir biçimsel rasyonalite ilkesiyle donatılmıştır,” diyor. Öte yandan toplum geliştikçe, ihtiyaçlarını dillendirdikçe devlet aygıtı sadece cüsse yönünden değil, gücü ve etkisi, olanaklar ve kullandığı teknoloji bakımından da büyüyor. Zygmunt Bauman, “Modern devlet, daha kesin bir ifadeyle, o dönem için bir yenilikti ve geleneksel meşruiyet talep etmeye ya da rutin olarak boyun eğilmesine güvenecek kadar sağlam değildi henüz. Devlet, özellikle de aracı iktidarları, yani yerel özerkliği, cemaatin kendi kimliğini ve özerkliğini ortaya koymasının yaygın biçimlerini parçalamaya girişiyordu, biçimindeki ifadeleriyle, ‘aracı iktidarlar’ tanımlamasıyla ve böl yönet olgularıyla konuyu ele alıyor.
Görünen o ki, itaat ettirmenin ve boyun eğdirmenin yaygınlık kazanması ve normal şeylerden sayılmasının, iktidar devlet, ulus devlet perspektifleriyle ve insan haklarının evirildiği süreçlerle doğrudan ilişkisi vardır. Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk adlı eserinde, “Kalıtımsal özelliklerinin ve soylarının esiri olmaktan kurtulan insanlar, toprak/ulus/devlet ittifakının yeni üçlü hapishanesi içine hızla kapatıldıklarında, bu aksiyon doğmakta olan gerçekliğini hızla yitirdi ve neredeyse unutuldu; “insan hakları” ise -felsefi teoride olmasa da politik uygulamalarda devletin uyruğu, ulusun mensubu ve toprağın meşru sakini arasında kişisel bir birliğin ürünü olarak yeniden tanımlandı. (…),” demektedir.
İtaat konusu sıradan bir olguya, normal bir şeye dönüştüğünde ya da itaat etmeye dair eğitildiğimiz ve bu süreçleri benimsediğimiz zaman asıl kurban bireyler olarak biz oluyoruz. Sessizliği sürdürmekle ve şartsız itaatle bu gibi olayların arkasında yatan asıl gerçeği görebilmemiz imkânsız hale geliyor. Kurallar, değerler sistemi içinde kalmakla, yasa zincirine bağlı olmakla her hal ve şarttaki itaat arasında çok belirgin fark vardır. Boyun eğme, baskı ve yönetme süreçleri karşısındaki mutlak sessizlik, toplulukları sadece boyun eğdirmeye, teslim almaya değil, zalimlerin yaptıklarını örtbas etmeye de hizmet eder.
Gerçek olanı görme korkusu içinde sıkışıp kaldık diyen İtaate Karşı kitabının yazarı Arno Gruen, “Prangalarımızı artık hissetmiyoruz,” diyerek, olup biteni nasıl kolayca kabullendiğimizi ya da nasıl buna hazır hale getirildiğimizi, duyarsızlaştığımızı dile getiriyor. Öte yandan hapishane olgusuyla itaat arasında sıkı ilişkiler olduğunu ileri süren Michel Foucault, hapishane, insanları görülmeden gözetim altında tutmanın kendisi ve başlangıcıdır. Hapishane temel öznesinde özgürlükleri kısıtlama süreçleri başlı başına yönetme ve yönlendirme araçlarıdır. Denetim, disiplin, gözetim, gözetleme, yeniden imalat, itaat, üretim kavramları ve yeni içerikleriyse içeri ve dışarıyı eşitlemek, kısaca insan hayatını ve toplulukları ve toplumu daha kolay yönetmek amacıyladır, diyor. Foucault’a göre, hapishane kavramı ve ihtiyacı, halkı itaatkâr kılmak ve yöneticilerin otoritelerini daha mutlak hale getirmek ve aynı zamanda “her tür düzensizliği, hırsızlığı ve yağmayı gözetim altında tutmak,” için vardır. “Hapishane olmadığında da bunları sağlamak üzere muhafız birlikleri, kolluk iş başındadır. Modern dönemde hapishane, denetim çabası olan düzene hem uygundur hem de otoriter ve egemen alanın en güçlü göstergesidir. İtaat yoluna hizmet eden bireyselleştirme aynı zamanda özneleştirmedir.” (Hapishanenin Doğuşu kitabından)
Siyaset ve iktidar yönünden ulus, devlet ve toprak üçlemesi
İlk cümlelerimi bilerek, isteyerek keskin ve köşeli ifadelerden seçiyorum. Bir yerde toprak varsa, devlet vardır; devlet varsa, ulus vardır hatta tek ulus neredeyse zorunluluktur. Devletsiz toprak, ulussuz devlet olmaz. Şu da doğrudur: bir yerde toprak varsa, ulus vardır; ulus varsa, devlet vardır. Egemen iktidarın elindeki bu üçlü, dünya nizamının temelidir. Sözde istikrarın ve esenlikle yönetimin kilit taşıdır. Aynı cümleleri tekrarlamak pahasına da olsa ulus, devlet ve toprağın birbiriyle ilişkileri konusunda, Zygmunt Bauman’ın yukarıda alıntıladığım paragrafının bir bölümünü aktarmakta yarar vardır. “(…) Ulus, devlet ve toprak örtüşmesi/karışımı küresel olarak zorunlu bir norm haline gelmiştir. Üçlemenin her bir üyesi, diğer ikisiyle birlikte değilse ve onlar tarafından desteklenmiyorsa, anomaliye dönüşür: Kurtulamayacağı anlaşıldığında ise, radikal bir operasyondan geçmeye ya da öldürücü bir darbe yemeye mecbur olan bir canavara dönüşür. Ulus-devletin olmadığı bir toprak noman’sland (Çiftlik veya çiftçilik yeri) olur; devletsiz bir ulus garabetleşir (tuhaflaşır), ya gönüllü olarak yok olacaktır ya da infaz edilecektir, tercih onundur; ulussuz ya da birden çok uluslu bir devlet geçmişin bir kalıntısına ya da modernleşme ile yok olup gitme arasında seçim yapması gereken bir mutantana (Görkemli, şatafatlı) dönüşür. (…).” [Yani ulus, devlet ve toprak üçlemesi. (Benim notum)]
Ulus, devlet, toprak üçlemesi kapsamında söylenebilecek en temel şeylerden bir tanesi de toprağın esas alınmasıdır. Bu üçlemede maksat toprak sahibinin, yani mülkün sahibinin kısa ve orta vadede her şeyin sahibi olmak hakkını elde etmesidir. Ulus, siyasal ve kavramsal olarak, belki de toprakları korumak için gereklidir. Devlet kavramına, topluluk hayatına dair kimi görev ve rollerin dağıtılması, toprakların işletilmesi, veriminin artırılması, değerlendirilmesi ve el değiştirilmesi süreçlerinin tümüne nezaret edecek, denetleyip yönetecek bir aygıt olduğu için belki de ihtiyaç duyulmaktadır.
John Steinbeck, Gazap Üzümleri adlı eserinde, Oklahoma’dan Kaliforniya’ya giden insanların hikâyesini anlatıyor. Zorla göç ettirilen bir ailenin yolculuğuyla başlayan roman, bir bakıma toprak, ulus ve devlet üçlemesinin aynasıdır. Oklahoma yoksuldur ama bilerek, isteyerek daha da yoksullaştırılır. Yörenin zenginleri, ‘idarecileri’, büyük toprak sahipleri, insanları zor ve baskı yoluyla topraklarından koparıp sürerler ve çok cüzi bedeller karşılığında bu topraklara sahip olurlar. Bin bir türlü hileli yol denenerek topraklarını terk etmeye zorlanan insanlar, Kaliforniya’ya göç eder ve orada emeklerini çok ucuza satmak zorunda kalarak geçinirler. Böylece Kaliforniya için ucuz iş gücü yaratmak isteyenlerin çabalarıyla geçim sıkıntısına sürüklenenler ve çalışmak zorunda bırakılan insanlar yollara dökülür… On yıllardır köylerinden, topraklarından kopartılıp sürülen; İstanbul’da, Kocaeli’nde, İzmir’de, Adana’da, Mersin’de çalışan insanların hikâyesi gibi. Keza Suriye’den, Afganistan’dan, Ukrayna’dan yaratılan iç çatışmalar ve çıkarılan savaşlar nedeniyle kitleler halinde göç eden, göçe zorlanan, gelişmiş ülkelerde ve gelişmekte olan ülkelerde ucuz iş gücü olarak, ucuz emek olarak değerlendirilen milyonlarca insanın dramı gibi. Denebilir ki Latin Amerika ülkelerinden bir şekilde sürülerek Meksika üzerinden Kuzey Amerika ülkelerine doğru göçe zorlananların hikâyesi de aşağı yukarı böyledir.
Toprağından, yerinden yurdundan kopartılan insanlar, göçtükleri yerde çaresizce her işe razı olurlar, razı edilirler. Bu dünyanın dümenindekiler bunu bin yıllardır tecrübe ediyor. Polonyalı yazar Zygmunt Bauman, aynı paralelde şunları ileri sürmektedir. İstila, fetih ve ilhak şeklindeki emperyalist itkiyle, sömürgeleştirilmeye açılan, uçsuz bucaksız “bakir topraklar”, evlerinden kovulanlar için çöplük olarak kullanılabilir ve ilerleme denen araç hız ve mesafe kazandıkça araçtan düşenler için vadedilmiş toprak olarak hizmet edebilir. O zaman dünya yalnızca dolu görünüyordu. “Dolu” sıfatı, tıka basa olmayı belirtmenin -“somutlaşmış”- bir başka tarzıydı. Daha kesin bir ifadeyle, aşırı kalabalık.
Yazıyı düzen, düzensizlik ve siyaset, iktidar ve devlet kapsamında iki ayrı coğrafyadan bilim insanlarının değerlendirmesiyle bitirmek sanırım isabetli olur. Saflığa yönelik her teşebbüs geride pislik bırakır; düzene yönelik her teşebbüs de canavarlar yaratır. Toprak/ulus/devlet üçlemesinin yükseldiği dönemin pis canavarları da devletsiz uluslar, birden çok uluslu devletler ve ulus-devletsiz topraklardır. Bu canavarların esinlendiği tehdit ve korku sayesinde, egemen iktidar, hakları esirgeme hakkı talep edebilmiş ve kazanmış ve insanlığın büyük bölümünün yerine getirmediği koşullar belirleyebilmiştir(Akışkan Aşk). Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, “Dar Koridor” adlı çalışmalarında bazı toplumların devletleşememiş ve merkezi bir yapı oluşturamamış olmalarının nedenleri olarak şöyle demektedir: “Pek çok devletsiz toplumda merkezi otoritenin ortaya çıkmamasının nedeni, bu toplumların yaratmış oldukları norm ve pratiklerinden dolayıdır. Bunların yaratılmasının amacı sadece ihtilafları çözmek değil aynı zamanda herhangi birinin çok fazla güçlenmesini de engellemektir.”(s89) Aynı minvalde sıkça başvurduğum Akışkan Aşk’tan önemli bir not aktarmak istiyorum. “Şu saptamada bulunmama izin verirseniz, bu, özellikle yasa koyucu egemenlerin, kendi eylemlerini meşrulaştırmak ve başarıyla yürütmek için, önlemek zorunda oldukları koşuldur. Düzen tesisine, genel olarak, kaosa karşı mücadele adına girişilir. Oysa, en başta düzen niyeti olmasaydı ve teşviki gerçekten de başlayabilsin diye “düzen durumu” önceden tasarlanmış olmasaydı, kaos diye bir şey zaten olmazdı. Kaos, olmayan-değer olarak doğar. Düzenin keşmekeşi onun doğum yeridir -başka meşru akrabası ya da aile ocağı yoktur. Egemen güç öncelikle toprakla bağ kurmuş olmasaydı, muaf tutma gücü egemenliğin bir işareti olmazdı.”
Söyleyeceklerimin şu zamana kadar söylediklerimin çok ötesinde, onlardan çok farklı olduğunu bilerek belirtmek isterim ki, en klasik manada yapıp etme kudreti olan devlet, Küresel Egemenlik Sistemi’ne bağlı iktidarla birlikte ve kol kola, toplumsal süreçleri teslim almaya ve insanlara boyun eğdirmeye dair iki paralel kıskaçtır. Şu zamana kadar ki geleneksel teorilerin dışında, sermayenin ve gücün kontrolünde ve hizmetindeki iki soyut alandır. Devlet ve iktidar, bir yandan denetleyen, düzenleyen, bir yandan neyin yapılıp yapılamayacağını söyleyen, yasaklayan aygıtlardır. Foucault’un dediği gibi modern iktidar bilgi aracılığı ile yaşamı yönetmekte olsa bile, bana göre her zaman öne çıkardığı baskı aracı olma özelliğini sürdürmektedir. 22.09.2022