Siyaset ve Hukuk (4) | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Siyaset ve Hukuk (4)

YazarResmi









Siyaset ve Hukuk(4)

 Dürüstlük en iyi siyasettir. Japon Atasözü

, “Hukukun buyrukları şunlardır: Dürüst yaşamak, başkasını zarara uğratmamak, herkesin hakkını vermek” DomitiusUlpianus, Romalı Hukukçu

 

Aristoteles, politika, toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir, demektedir. Bu geniş perspektifle beraber, etik tavırdan, erdemli duruştan taviz verilmemesi gereğinde söz eder, bu türden değerlerin önemini vurgular. Bu yüzden de Aristo ve Eflatun’un etik sorunlara verdiği önem, onların bu alandaki kaygıları, her ikisini çağdaşlarından ayırır, apayrı bir konuma taşır. Unutmamak gerekir ki ideal düzen arayışı, olması gerekenle ilgilenmek ya da bunu dert etmek ve bu uğurda çaba sarf etmek hatta mücadele vermek günümüze kadar belli toplumsal kesimler için oldukça önem kazanmıştır. Bireysel özgürlüğün sınırlarının genişletilmesi, toplumsal hakların ve grup haklarının özgürce kullanılması, devleti denetleme görevinin giderek daha fazla ve yoğun bir şekilde, üçüncü alan dediğimiz sivil alana verilmesi, insanlığın siyaset ve hukuk alanında elde ettiği başkaca gelişme noktalarıdır. Platon(Eflatun), devleti, ahlaki bir yapı olarak ortaya koyar. Erdemlilik onun için son derece önemlidir. Eğitimle birlikte ölçülük ve adalet onun tasavvur ettiği devletin neredeyse temelleridir. Platon’a göre hangi pozisyonda olursa olsun, hangi sınıf ya da katmandan gelirse gelsin herkesin görevini hakkıyla yapması adaleti getirir. Adalete inanan, adaleti koruyan ve adaletli kalmayı başaran bir toplumda insana dair olan diğer her şey rahatlıkla sağlanır. Platon ve Aristo’nun değerleri 2 bini aşkın yıl sonra hem siyaset alanında hem hukuk alanında temel kavramlar, olmazsa olmazlar arasında sayılıyor, bugün bile bazı kesimlerce en başta gelen ilkeler olarak görülüyor. Farklı yüzyıllarda dünyaya geldikleri Konfüçyüs’ün “Adalet kutup yıldızı gibi yerinde durur ve geri kalan her şey onun etrafında döner,” sözleriyle Platon’un adalet anlayışı, nerdeyse birebir örtüşür.

            Ne siyaset ne hukuk ne de eğitim kişisel algılandığında toplum vicdanında ve halkın istikbalinde istediği yeri edinebilir. Hatta onur ve ahlak bile kişisel algılanabilecek değerler değiller. Bu değerler, ortak değerler gibi görülmedikçe ve bu şekilde kıymetlendirilmedikçe toplumsal gelişimin sağlanması ve herkes için müreffeh bir yaşam arzusu ham bir hayal olarak kalır. Bu değerlere gerektiği kadar önem vermek aynı zamanda derli toplu düşünüş biçiminin gereğidir.

Platon’dan günümüze kadar gelen bir gelenek var, daha insanca, daha hakça ve daha adilce olanı arar bu kültür. Söz konusu kültür ya da gelenek, siyaseti de, siyaset zeminlerini de bu maksatla kullanır. Bireysel özgürlüğün sınırları nasıl belirlenmeli, haklar ve özgürlükler ne kadar ve nereye kadar olmalı, devlete neden ve nereye kadar hatta nelere rağmen itaat etmeli diyen ve bunlar gibi sorular soran bu kesim(İster kültür diyelim ister gelenek), 2 bin yılı aşkın bir zamandır, önceden belirlenmiş kalıplarla, düzgüsel sorunlarla uğraşır, durur.

Ampirik(deneysel) olanla iş görme yöntemi, Aristo’dan Montesquieu'ye kadar birçok siyaset bilimcide görülür. Bugün bile az ya da çok uygulanan bu geleneğin denebilir ki dünyada en çok kullanıldığı ya da pratikte görüldüğü coğrafya parçası Amerika kıtasıdır. Anılan geleneğe göre, boş bir levha gibi olan zihnimizde doğuştan gelen hiçbir bilgi mevcut değildir, insanlar her şeyi sonradan görür, izler, inceler, uygular, yaşar ve tavır takınır. Şu ya da bu zamandan bağımsız olarak bilimin ve teknolojinin baş döndürücü hızı, dünyadaki her şeyi etkisi altına alıyor ve aynı hızla değişime uğratıyor. Zira keşifleri doğuran ihtiyaçlar sınırsızdır. İnsanlığın keşfetme çabası, istek ve iradesi, tarihin akışını değiştirme gücündedir. İnsan türünün yeni dünyalar değerindeki bu serüveni, birçok alanda olduğu gibi, ampirizm(deneycilik) alanında da kaçınılmaz bir şekilde değişim yaşatmıştır. Sosyolojinin babası olarak bilinen AugusteComte eliyle ampirik olan şeyler pozitivist(olguculuk) şekilde değişmiştir. Gelişme de diyebileceğimiz bu aşama, birtakım olayların dayandığı sebep veya bu sebeplerin yol açtığı sonuç, vakıa anlamına gelen olguculuk olarak açıklanmıştır. Zihnimizdeki boş kâğıt, giderek daha çok şeyi not edecek hale geliyor, bilgiyi sistematik ve metodik olarak kullanabiliyor.

Söz konusu gelişim seyriyle birlikte toplum hayatına dair her şeyle ilgilenmeyi seçen siyaset, zamanla bilimsel olanı daha çok uygulamış, bilimin yolundan giderek ve gelişerek bu günlere gelmiştir. Siyaset de fen ve sosyal bilimler alanındaki disiplinler gibi bilim yolundan yararlanmaya, deneyler yapmaya ve deneyimler üretmeye başlamıştır. Yirmi yıl arayla dünyaya gelen Comte ve Marx sosyoloji ve siyaset için çok önemli iki isim olmuştur. Comte ve Marx, insan için belki de sonsuz yararlar sunan iki güzel ve değerli alanı bilimsel olarak insanlığın hizmetine sunmuştur: Sosyoloji ve siyaset. AugusteComte nasıl ki sosyolojinin babası sayılır, denebilir ki Karl Marx da modern manada siyaseti, bilimsel olarak ele alan ilk kişidir. Marx bilimden ve olgulardan hareket ederek belli sonuçlara varmış ve buna bağlı olarak belli iddialarda bulunmuştur. Karl Marx’tan sonra üniversitelerde siyaset kürsüleri açılmıştır. Siyaset alanındaki davranışsal olanlar da dâhil, bilimsel gelişmelerin hepsi hem siyaset alanına girmiş hem de siyaset alanını etkilemiştir. Siyaset ve sosyal bilimler böylece daha çok birbirini karşılıklı olarak etkileme süreci içine girmiştir. Sosyoloji, psikoloji ve felsefe, siyasetin iç içe geçtiği alanlar olarak adeta siyasetin temel alanları haline gelmiştir.

            Siyaset hem çatışma faaliyetidir hem de belli bir toplumdaki çatışma halinde olan çıkarların uzlaştırılması hareketidir. Şu ya da bu alanda sürsün, şu ya da bu güce erişsin siyasetin odaklandığı şey genellikle iktidar erkini elinde bulundurmak, toplum hayatını etkilemek hatta toplumu değiştirmek ve dönüştürmek için otorite haline gelmektir. Siyaset ne sanıldığı kadar masumdur ne de iddia edildiği gibi kusurlarla, kavgalarla yalpalanarak gidilen ve çelişkilerle, çatışmalarla dolu bir yolun üzerindeki günahkâr yahut canavardır.

Bir durum tespiti olarak belirtmeliyim ki insan, devletin ya da yönetimin kaynağını, amaç ve önemini kavramaya çalışırken aynı zamanda zaten oldukça davetkâr olan siyaset alanı içinde bulur kendini. Çünkü devlet gibi güçlü bir aygıta hükmetmek pek çok insan için baştan çıkarıcı ve kışkırtıcıdır. Keza hükümette olmanın sağladığı konfor alanı da böyledir. İnsanların ütopyasını gerçekleştirme çabası, ideal düzen arayışı, iktidar olma arzusu, adalet, eşitlik, özgürlük, haklar ve mülkiyet gibi temel alanlar için verdiği kavga, riskli ve tehlikeli olduğu kadar iştah açıcı ve heveslendiricidir. Bunların bir kısmı sorumluluk duygusu ve korku hissettirir, bir kısmı da mutluluk ve keyif verir. Her biri soyut ama insan hayatına derinden değen ve eşsiz özellikler taşıyan amaçlarla bireyler veya topluluklar; siyaset alanında var olma mücadelesi veriyor, menfaatleri ve idealleri peşinden koşuyor. Böyle böyle siyasetin dokunmadığı, siyasetçinin elinin değmediği bir şey, insan yaşamına ve toplum hayatına dair bir alan kalmıyor. İdeal düzen arayışının, adalet arayışının hatta mevcut düzeni koruma isteğinin ortaya çıkardığı hukuk sistemi, insanların istemese de zamanla kendini daha çok bağlı saydığı, müreffeh ve gelişmiş toplumlarca giderek ortak kabul gören bir kurumsal yapı haline geliyor. Böylece siyaset ve hukuk arasındaki ilişki, koordinasyon(Eş güdüm) içinde ve yakın ilişki olmaktan çok, iç içe bir ilişki şeklini alıyor.

İlle de kıvamlı bir cümleyle ifade etmek gerekirse, siyaset ve hukuk ilişkisinin kuluçkası, halk iradesinin tecelli ettiği parlamentolar ve bizatihi halk yığınlarının adalet duygusu ve vicdanıdır.Parlamentoların, siyasal süreçlerin aracı olması, onun hukuk metinlerini siyasilerin müdahalesine açık bir şekilde düzenlemesini teşvik etmemelidir. Bu güç, yani yasama yetkisi, parlamentoları, hukuk alanını bir şeylerin aracına indirgemeye heveslendirmemelidir. Aksine yasama yetkisi; hukuk zeminini, pozitif hukuk kuralları çerçevesinde siyaset dışı alana göre tanzim edebilmeyi amaçlamalı, bu ulvi göreve sadık kalmalıdır. Parlamento yasa yaparken tabiri caizse, tıpkı hukukta olduğu gibi gözlerini kapalı tutmalı, elinde şaşmaz bir terazi bulundurmalıdır. Bernard Shaw, Pratik politikacılar parlamentoyu kullanarak herhangi bir şeyin yapılmasını engelleme sanatında usta olmuş kişilerdir, diyerek günümüzdeki siyasilerin, siyaset araçlarını kullanırken gerektiğinde ne tür niyetler taşıyabileceğini vurgulamaktadır. Politika, insanların kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyma sanatıdır, diyen Paul Walery de söz konusu tespitiyle hemen hemen aynı soruna parmak basmaktadır. Kurt politikacı Winston Churchill’in,  Politika gerçekleri gizleyip yalan söylemek değil, gerçeklerin istediğiniz yanını göstermektir, sözü ise, siyasi alanın bambaşka bir tarafını gözler önüne sermektedir. Kısacası hukukta çoğu zaman zarf da, mazruf da önemliyken, siyasette çoğu zaman şekil ve dış görünüş, yani zarf mazruftan daha çok önem kazanmaktadır.

Okurlar yönünden oluşabilecek negatif bir algıyı önlemek için hemen ifade etmeliyim ki, tarihte birçok ülkede ve özellikle Türkiye’de hukuk sistemi, şu ya da bu şekilde, şunun ya da bunun istemesi üzerine pek çok kez siyaset alanına ve siyasetin görevi olan konulara müdahale suretiyle genel siyasi tabloyu ve ülkelerin yönetimlerini dizayn(tasarlama)etmiştir. Belli kesimlerin çıkarına dayanan müesses nizamın olduğu ve sadece bir kesime, bir zümreye hizmet eden muktedirlerin hüküm sürdüğü coğrafyalarda bu durum, hâlâ kaçınılmaz olarak böyledir. Fakat siyaset, başta hukuk sistemi olmak üzere o kadar çok alana müdahale ediyor ki, doğal olarak dikkati daha çok siyaset alanına çekmek gerekiyor. Zira siyasetçi, zaman zaman hukuku siyaset aracı haline getirmekle kalmıyor, hukukun siyasetin emrinde olması gerektiğinden söz edebiliyor, oyun oynanırken kuralları değiştirmek manasına gelecek şekilde, işine gelmediğinde kanunları değiştiriyor hatta daha ileri giderek ‘hukuk siyasetin köpeğidir’* cümlesi kuruyor, kurabiliyor. Siyasetin siyasi yollarla yapamadığını, hukuk düzenini araç haline getirerek yapması, yapabiliyor olması, toplumsal birliktelik ve bütünlük açısından son derece tehlikelidir. Nasıl ki, hukuk sisteminin tek ve bütün aracı onun yaptırım gücüyse, siyasetin tek ve bütün aracı, her kesimin katılımını esas alan toplumsal destek olmalıdır. Unutmayalım ki siyaset bir toplumda her şeyden kudretli olduğu zaman, hukuk sistemi başta olmak üzere temel insan hakları dâhil, toplum hayatını ilgilendiren diğer şeyler hiçbir şeydir. Yargısal karar alma süreçleri hariç, hukuk eliyle sadece çoğunluğun isteklerini geçerli saymak ve çoğunluğun yaşam tarzına ve düşüncelerine izin vermek, çoğunluğu azınlığa hükmeden noktaya taşımak nasıl ki hukuki ve demokratik yönden mümkün değilse, siyaset eliyle de çoğunluğun azınlığın haklarını yok sayması etik görülmemeli, mümkün olmamalıdır.

Bireylerin hesabına öylesi uygun geldiğinden, siyasetin çıkarına öylesi uygun düştüğünden birçok pragmatik(yararcı) hamle yapma, taktik manada adım atma olanağı ortaya çıkıyor. Zira siyasetin doğasında yer alan pragmatizm(yararcılık), taktik adımlar ve stratejik hesaplar eliyle hukuk alanını zehirleyecek kadar hukuk sistemlerinin bünyesine sirayet ediyor. Bu, pozitif hukukun, güçler ayrılığı ilkesinin kabul edemeyeceği bir şey olmasına rağmen, ne yazık ki yargısal süreçlerde yeşerecek zemin buluyor ve gerektiğinde uygulanabiliyor. Söylenmezse eksik sayılacak önemli bir nokta da şudur: Tarih boyunca aralıksız bir şekilde süren ve günümüze kadar gelen siyaset ve hukuk arasındaki korelasyon(bağıntı), yol açtığı bütün sorunlara rağmen insanlığın şu zamana kadarki iyi keşiflerindendir. Süreçleri iyileştirme gücü, insanlığın bu yöndeki istem ve iradesi olduğu müddetçe, siyasetin olumlu etkisiyle ve toplumsal katılım yoluyla hukuk sistemi, pozitif hukukun gerekleri doğrultusunda ilerlemeye devam edecek ve giderek olması gereken düzleme oturacaktır. Daha iyisi keşfedilene kadar, sanki siyaset ve hukuk için ideal düzen budur. Ya da siyaset hep gelişmeyi ve kalkınmayı, hukuk eşitlik ve adaleti adreslerse sorun, her kesimin yararına olacak şekilde çözüme kavuşur.

Her türlü korelasyona, iç içe girme hallerine, birlikte ve bir arada yürümelerine, aynı büyük düzenin, devlet düzeninin önemli iki parçası olmalarına rağmen siyaset ve hukuk, birbiriyle ilişkili ama birbirinden bağımsız olarak ayrı düzlemlerde kalmayı büyük ölçüde başarabilmiştir. Şu ya da bu oranda olsun, kendi düzleminde kalma konusunda ihtiyaç duyduğu erdemi, yetenek ve kudreti gösterebilmiştir.

İster kurumsal yönden ister kişisel çabalar bakımından olsun, siyasette bir takım şeyleri öngörmek ve olup bitenler hakkında inanca varmak son derece kolayken hukukta ancak somut delillere bağlı olarak inanca varılır, hüküm kurulur. Siyaset kurumsal ve kişisel kimlikleriyle zaman zaman hayaller ‘satar’ ama hukukta ne ‘satılacak şey’ olur ne bir şeylerin düşü kurulur, hukuk sadece adalet dağıtır. Zira pozitif hukuk, hukuksal zeminler, mutlak suretle belli imkânlar ve zaman kavramlarına kendini bağlı sayar. Siyaset kurumunda hedef ve amaç halk yığınları ve onların desteğidir, kısacası hedef ve amaç, insan ve iktidardır. Hukuk düzleminde hedef ve amaç; adaleti sağlama, doğru sonuçlara varma, suçu ve suç işlemeyi önleme, yaptırımda bulunma, vicdanlara ve hakka uygun karar almadır. Pozitif hukukun aynı anda kurallar birliği olma özelliği, onun imkânlarla ve zamanla sınırlı olan niteliğinden daha az ya da daha çok önemli değildir. Siyasette büyük performansların insanı olunabilir. Abartmak gerekirse, ağzıyla kuş tutmak dâhil, pek çok şey kotarmak mümkün olabilirken hukukta gerçeğe, dolayısıyla yazılı belgelere bağlı kalmak, görevini yaparken abartmamak, sadece ve sadece adalete odaklanmak esastır. Siyasette gösteri yapılabilir, siyaset şov alanı olabilir ama hukuk zemini her türlü gösteriyi reddetmek zorundadır. Çünkü hukuk alanında uyulması zaruri mesleki işlemler ve etik değerler, önceden belirlenmiş sınırlar vardır.  Söz gelimi hafif ya da ağır ceza için kurulan hükümlere toplumun boyun eğmesinin, bu tür kararların toplum tarafından saygı ve sessizlik içinde karşılanmasının tek nedeni devletin otoritesi ya da hukukun yaptırım gücü değildir. En az bunlar kadar önemli olan nedenlerden bir tanesi de, adalet anlayışının ve adalet duygusunun hukuk süreçlerine egemen olması ve toplum vicdanında yer edinmesidir.

            Yukarıda belirtilen nedenlerle hukuk sistemi, hep çağdaş kalmalı, her zaman hak ettiği daha bağımsız ve tarafsız bir alanda varlığını sürdürmeli. Hukuk nüfuzun, yani gücün temerküz ettiği bir alan değil, aksine bağımsız, tarafsız ve yansız duruşuyla gücün en önemli birleşenlerinden biridir.

Hukuk, siyaset ve her ikisinin ekonomiyle ilişkisi bakımından bilinen bir şeye vurgu yapmakta yarar var. Son zamanlarda(Kasım2020), birçok alana ilişkin reform konusu, yakıcı bir şekilde konuşuluyor. Ekonomi alanındaki zorluklar nedeniyle kapsamlı bir hukuk reformuna dair ihtiyaç talep ve irade, Türkiye’nin gündeminde oldukça sıcak bir yer tutuyor. Yapılacak reformla ekonomi alanının ihtiyaç duyduğu hukuki zeminlerin oluşturulması hedefleniyor. Erdoğan ve hükümet üyeleri tarafından sık sık dillendirilen ekonomi alanındaki reform, siyaset hukuk ilişkisindeki yakınlık kadar olmasa da siyaset ve ekonomi arasında benzer bir iç içe geçişi ifade ediyor. Zira Türkiye’nin genel siyasi ve ekonomi parametrelerini izleyenlerin yıllardır dediği şuydu; en büyük dış yatırım, en büyük dış kaynak girişi demokratik bir düzen ve güven veren bir demokrasidir. Elbette para sahipleri kendileri için lazım olan bir özgürlükçü ortam ararlar ama halk yığınlarının özgürlük ve demokrasi taleplerine bakarak, onların taleplerini gözeterek yatırım yapmazlar. Bir ülkenin genel demokratik seyri, ne kadar özgürlükçü olduğu sermaye sahiplerinin çok(Olması gerektiği kadar) umurunda değildir. Çünkü sermayenin kendisini ilgilendirmediği sürece gereğinden fazla özgürlükle, haklarla ilgilendiği nadirdir. Fakat sermaye için yapılan hukuk reformları, önünde sonunda yurttaş haklarının sınırlarını, bireylerin ve toplumun özgürlük alanını genişletir.

            Siyaset ve hukuk arasında gerçekler konusunda da farklı pencereler var. Gülün Adı romanında Umberto Eco, hem gerçek tek parça değildir bazen hem de gerçek bir bütündür diyor. Eco’dan hareketle söylenebilir ki bazen tek parça olmayan gerçek siyaset alanının,  bir bütün olan gerçek ise hukuk alanın konusuna girer. İnsanların büyük çoğunluğundaki kanı şudur; hiç kimse doğru söylediğine pişman edilmemelidir, gerçek ve gerçekleri ifade edenler ödüllendirilmelidir. Bununla birlikte bir siyasetçi doğru söylediği veya doğru bir iş yaptığı için pekâlâ pişmanlık duyabilir. Siyasetçinin doğrularıyla halk yığınlarının çoğunluğunu oluşturanların çıkarları, doğruları çatışacağından siyasetçi her zaman oy veya koltuk kaybedebilir. Bu da onda pişmanlığa yol açabilir. Hukuka bağlı kaldıkları sürece açık ki yargıçların doğru yaparken veya hüküm kurarken pişman olmalarına gerek yoktur. Doğru iş yaptığı için pişmanlık duymanın aksine yanlış yapan bir yargıç vicdanının sesinden kurtulamayacağı için huzursuzluk duyar. Siyasetçi doğru söz ve doğru iş nedeniyle oy, prestij(itibar) hatta seçim kaybedebilir, aynı durumdaki yargıç kaybetmek bir yana manevi yönden çok şey kazanabilir. Bir Çin atasözü şöyle diyor: “Üç çeşit doğru vardır: Benim doğrum, senin doğrun ve doğru.”  Siyaset ve siyaset alanı, Çin atasözündeki gibi doğrunun çok fazla yerde ve kimsede olduğu yegâne alandır.

Yazının sonuna doğru gelirken, önceki bölümde adını saydığım yazarların siyaset ve hukuk ilişkisine dair yorumlarını çok kısa olarak aktarmak istiyorum. Konuyla ilişkisi olduğundan, anılan yazarların düşüncelerini, aşağıda bir iki paragrafla arka arkaya paylaşacağım.

Ataol Behramoğlu, 24 Haziran 2020 günlü Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şunları yazmaktadır. “Siyaset bir toplumun, ülkenin, devletin, dirlik düzenlik içinde yönetimine ilişkin görüşler toplamına ve bu görüşlerin uygulanmasına verilen isimdir. Demokrasilerde bu görüşler özgür seçimler yoluyla yarışır, sonuçta birinin** ya da genellikle yakın görüşler arasındaki birlikteliklerin iktidarı gerçekleşir. Hukuk, siyasetin de üstünde, onun da işleyişinin sınırlarını belirleyen yasalar toplamının adıdır. Siyaset, hukukun dışına çıkamaz. Hukuku oluşturan yasalar da hukukun evrensellik kazanmış ilkelerine aykırı olamaz...”           

Aynı konuda başka bir pencere açarak siyaset hukuk ilişkisini tartışan Taha Akyol ise, 14 Nisan 2014 günlü Hürriyet gazetesindeki makalesinde şunları dile getirmektedir. “Keşke AYM kararlarını “kuvvetler ayrılığı, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, evrensel hukuk” gibi temel kavramlar açısından tartışabilseydik… Sayın Başbakan AYM’yi eleştirirken “Herkes sınırını bilecek” diye konuştu. Keşke hem yargının “sınırını” hem yasama ve yürütmenin “sınırını” kuvvetler ayrığı ilkesi açısından tartışabilseydik... Bu tartışmalar, hukuk kültürümüze büyük katkı sağlardı. (…)

Taha Akyol, evrensel hukukun önemine ve etkisine vurgu yaparak anılan yazısını şu cümlelerle bitiriyor. “Devlet sadece siyasetle değil, kurumların sağlıklı işlemesiyle iyi yönetilebilir. Toplum ancak siyaset evrensel hukukla sınırlanmışsa huzurlu ve barışık olabilir. Yargı hukuk diliyle eleştirilmeli, siyaset yargıyı itip kakmaktan sakınmalıdır.

Siyasetin hukuk üzerindeki olumsuz etkilerinden yakınan Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur da, Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın, Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen 2020-2021 Adli Yıl Açılış Töreni’nde yaptığı konuşmasının bazı bölümlerine itirazda bulunduktan sonra, şöyle diyor. “Yargının, (…) Türkiye’deki 85 milyona güven vermek gibi acil görevleri var.

Anılan yazarların görüşlerini aktarmamın, söz konusu görüşlere katılıp katılmadığım konusundan bağımsız olarak ele alınacağına inandığımı ifade ettikten sonra, Oğur’un bir cümlesini buraya alarak, konuya ilişkin farklı açılardan yapılan değerlendirmeleri bitiriyorum. Yıldıray Oğur, “Savunma sanayinde, teknolojide tarımda yerlilik ve millilik hedefi iyi olabilir ama hukuk, yerlilik ve milliliğin iyi olacağı alanlardan biri değil,” saptamasında bulunuyor.

            Bölümün sonuna gelirken siyaset ve hukuk bağlamında, birkaç cümleyle daha yargıç ve siyasetçinin kişisel tutumlarına değinmekte yarar görüyorum. Yargıçların siyasetçilerden en önemli farkları şudur. Yargıçlar olayları karıştırmazlar ve kendi yararlarına değiştirmezler. Buna ihtiyaçları yoktur. Siyasetçiler gibi gerçekleri çarpıtmazlar, onlar en küçük ayrıntıyı bile unutmadan adaleti gözetirler. Yargıç önüne getirilen delilleri, belge ve bilgileri, doğruyu bulmak ve adalete ulaşmak için kullanırken siyasetçi aynı doküman ve kanıtları zamana ve mekâna göre kıymetlendirir.

Zaman zaman yerellik ve evrensellik konularında, özellikle de iç siyaset mülahazalarıyla oluşan politik atmosfer, dikkat çekici ölçüde uluslararası ve bölgesel konjonktürden(Geçerli durum) etkileniyor. Bu gibi dönemlerde son yılların moda deyiminden esinlenen dönemin ruhu, zamanın ruhu kavramı nedense yargıçların kararlarına daha çok yansıyor, siyasilerin konuşmalarına daha fazla siniyor.

Son cümle yerine ifade etmek gerekirse, gerçekler ister parçalar halinde olsun ister tastamam, hakikatlerle birlikte sorunlar apaçık ve doğru şekilde bilinmediği sürece ne siyaset tam olarak insanlığın hizmetine girebilir ne hukuk her zaman ve eşit biçimde adalet dağıtabilir. 21.12.2020

 

(*) Müyesser Yıldız’ın 08.12.2020 tarihli, Odatv internet sitesindeki yazısından: Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Ekim 2017'de bir televizyon programında, “Hukuk siyasetin köpeğidir,” dedi.

(**) Yazının orijinalindeki ‘biri’ yerine, cümlenin akışı nedeniyle ‘birinin’ yazılmıştır.

NOT: Siyaset ve hukuk konusu sandığımdan daha çok uzadı. Sıkıcı olmaması için yazıyı burada bitiriyorum. Sonraki bölümleri, ileriki zamanlarda yayınlamak umuduyla...