Siyaset ve Hukuk(4)
Dürüstlük en iyi siyasettir. Japon Atasözü
, “Hukukun buyrukları şunlardır: Dürüst yaşamak, başkasını zarara uğratmamak, herkesin hakkını vermek” DomitiusUlpianus, Romalı Hukukçu
Aristoteles, politika,
toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir, demektedir. Bu geniş
perspektifle beraber, etik tavırdan, erdemli duruştan taviz verilmemesi
gereğinde söz eder, bu türden değerlerin önemini vurgular. Bu yüzden de Aristo
ve Eflatun’un etik sorunlara verdiği önem, onların bu alandaki kaygıları, her
ikisini çağdaşlarından ayırır, apayrı bir konuma taşır. Unutmamak gerekir ki
ideal düzen arayışı, olması gerekenle ilgilenmek ya da bunu dert etmek ve bu
uğurda çaba sarf etmek hatta mücadele vermek günümüze kadar belli toplumsal
kesimler için oldukça önem kazanmıştır. Bireysel özgürlüğün sınırlarının
genişletilmesi, toplumsal hakların ve grup haklarının özgürce kullanılması,
devleti denetleme görevinin giderek daha fazla ve yoğun bir şekilde, üçüncü
alan dediğimiz sivil alana verilmesi, insanlığın siyaset ve hukuk alanında elde
ettiği başkaca gelişme noktalarıdır. Platon(Eflatun), devleti, ahlaki bir yapı
olarak ortaya koyar. Erdemlilik onun için son derece önemlidir. Eğitimle
birlikte ölçülük ve adalet onun tasavvur ettiği devletin neredeyse temelleridir.
Platon’a göre hangi pozisyonda olursa olsun, hangi sınıf ya da katmandan
gelirse gelsin herkesin görevini hakkıyla yapması adaleti getirir. Adalete
inanan, adaleti koruyan ve adaletli kalmayı başaran bir toplumda insana dair
olan diğer her şey rahatlıkla sağlanır. Platon ve Aristo’nun değerleri 2 bini
aşkın yıl sonra hem siyaset alanında hem hukuk alanında temel kavramlar,
olmazsa olmazlar arasında sayılıyor, bugün bile bazı kesimlerce en başta gelen
ilkeler olarak görülüyor. Farklı yüzyıllarda dünyaya geldikleri Konfüçyüs’ün “Adalet kutup yıldızı gibi yerinde durur ve
geri kalan her şey onun etrafında döner,” sözleriyle Platon’un adalet
anlayışı, nerdeyse birebir örtüşür.
Ne
siyaset ne hukuk ne de eğitim kişisel algılandığında toplum vicdanında ve
halkın istikbalinde istediği yeri edinebilir. Hatta onur ve ahlak bile kişisel
algılanabilecek değerler değiller. Bu değerler, ortak değerler gibi
görülmedikçe ve bu şekilde kıymetlendirilmedikçe toplumsal gelişimin sağlanması
ve herkes için müreffeh bir yaşam arzusu ham bir hayal olarak kalır. Bu
değerlere gerektiği kadar önem vermek aynı zamanda derli toplu düşünüş
biçiminin gereğidir.
Platon’dan günümüze kadar gelen bir gelenek var, daha
insanca, daha hakça ve daha adilce olanı arar bu kültür. Söz konusu kültür ya
da gelenek, siyaseti de, siyaset zeminlerini de bu maksatla kullanır. Bireysel
özgürlüğün sınırları nasıl belirlenmeli, haklar ve özgürlükler ne kadar ve
nereye kadar olmalı, devlete neden ve nereye kadar hatta nelere rağmen itaat
etmeli diyen ve bunlar gibi sorular soran bu kesim(İster kültür diyelim ister
gelenek), 2 bin yılı aşkın bir zamandır, önceden belirlenmiş kalıplarla,
düzgüsel sorunlarla uğraşır, durur.
Ampirik(deneysel) olanla iş görme yöntemi, Aristo’dan
Montesquieu'ye kadar birçok siyaset bilimcide görülür. Bugün bile az ya da çok
uygulanan bu geleneğin denebilir ki dünyada en çok kullanıldığı ya da pratikte
görüldüğü coğrafya parçası Amerika kıtasıdır. Anılan geleneğe göre, boş bir
levha gibi olan zihnimizde doğuştan
gelen hiçbir bilgi mevcut değildir, insanlar her şeyi sonradan görür, izler, inceler,
uygular, yaşar ve tavır takınır.
Şu ya da bu zamandan bağımsız olarak bilimin ve teknolojinin baş döndürücü
hızı, dünyadaki her şeyi etkisi altına alıyor ve aynı hızla değişime uğratıyor.
Zira keşifleri doğuran ihtiyaçlar sınırsızdır. İnsanlığın keşfetme çabası,
istek ve iradesi, tarihin akışını değiştirme gücündedir. İnsan türünün yeni
dünyalar değerindeki bu serüveni, birçok alanda olduğu gibi,
ampirizm(deneycilik) alanında da kaçınılmaz bir şekilde değişim yaşatmıştır.
Sosyolojinin babası olarak bilinen AugusteComte eliyle ampirik olan şeyler
pozitivist(olguculuk) şekilde değişmiştir. Gelişme de diyebileceğimiz bu aşama,
birtakım olayların dayandığı sebep veya bu sebeplerin yol açtığı sonuç, vakıa
anlamına gelen olguculuk olarak açıklanmıştır. Zihnimizdeki boş kâğıt, giderek
daha çok şeyi not edecek hale geliyor, bilgiyi sistematik ve metodik olarak kullanabiliyor.
Söz
konusu gelişim seyriyle birlikte toplum hayatına dair her şeyle ilgilenmeyi seçen
siyaset, zamanla bilimsel olanı daha çok uygulamış, bilimin yolundan giderek ve
gelişerek bu günlere gelmiştir. Siyaset de fen ve sosyal bilimler alanındaki disiplinler
gibi bilim yolundan yararlanmaya, deneyler yapmaya ve deneyimler üretmeye
başlamıştır. Yirmi
yıl arayla dünyaya gelen Comte ve Marx sosyoloji ve siyaset için çok önemli iki
isim olmuştur. Comte ve Marx, insan için belki de sonsuz yararlar sunan iki
güzel ve değerli alanı bilimsel olarak insanlığın hizmetine sunmuştur:
Sosyoloji ve siyaset. AugusteComte nasıl ki sosyolojinin babası sayılır,
denebilir ki Karl Marx da modern manada siyaseti, bilimsel olarak ele alan ilk
kişidir. Marx bilimden ve olgulardan hareket ederek belli sonuçlara varmış ve
buna bağlı olarak belli iddialarda bulunmuştur. Karl Marx’tan sonra
üniversitelerde siyaset kürsüleri açılmıştır. Siyaset alanındaki davranışsal
olanlar da dâhil, bilimsel gelişmelerin hepsi hem siyaset alanına girmiş hem de
siyaset alanını etkilemiştir. Siyaset ve sosyal bilimler böylece daha çok
birbirini karşılıklı olarak etkileme süreci içine girmiştir. Sosyoloji,
psikoloji ve felsefe, siyasetin iç içe geçtiği alanlar olarak adeta siyasetin
temel alanları haline gelmiştir.
Siyaset
hem çatışma faaliyetidir hem de belli bir toplumdaki çatışma halinde olan
çıkarların uzlaştırılması hareketidir. Şu ya da bu alanda sürsün, şu ya da bu
güce erişsin siyasetin odaklandığı şey genellikle iktidar erkini elinde bulundurmak,
toplum hayatını etkilemek hatta toplumu değiştirmek ve dönüştürmek için otorite
haline gelmektir. Siyaset ne sanıldığı kadar masumdur ne de iddia edildiği gibi
kusurlarla, kavgalarla yalpalanarak gidilen ve çelişkilerle, çatışmalarla dolu
bir yolun üzerindeki günahkâr yahut canavardır.
Bir
durum tespiti olarak belirtmeliyim ki insan, devletin ya da yönetimin
kaynağını, amaç ve önemini kavramaya çalışırken aynı zamanda zaten oldukça
davetkâr olan siyaset alanı içinde bulur kendini. Çünkü devlet gibi güçlü bir
aygıta hükmetmek pek çok insan için baştan çıkarıcı ve kışkırtıcıdır. Keza
hükümette olmanın sağladığı konfor alanı da böyledir. İnsanların ütopyasını
gerçekleştirme çabası, ideal düzen arayışı, iktidar olma arzusu, adalet,
eşitlik, özgürlük, haklar ve mülkiyet gibi temel alanlar için verdiği kavga,
riskli ve tehlikeli olduğu kadar iştah açıcı ve heveslendiricidir. Bunların bir
kısmı sorumluluk duygusu ve korku hissettirir, bir kısmı da mutluluk ve keyif
verir. Her biri soyut ama insan hayatına derinden değen ve eşsiz özellikler
taşıyan amaçlarla bireyler veya topluluklar; siyaset alanında var olma
mücadelesi veriyor, menfaatleri ve idealleri peşinden koşuyor. Böyle böyle
siyasetin dokunmadığı, siyasetçinin elinin değmediği bir şey, insan yaşamına ve
toplum hayatına dair bir alan kalmıyor. İdeal düzen arayışının, adalet
arayışının hatta mevcut düzeni koruma isteğinin ortaya çıkardığı hukuk sistemi,
insanların istemese de zamanla kendini daha çok bağlı saydığı, müreffeh ve
gelişmiş toplumlarca giderek ortak kabul gören bir kurumsal yapı haline
geliyor. Böylece siyaset ve hukuk arasındaki ilişki, koordinasyon(Eş güdüm)
içinde ve yakın ilişki olmaktan çok, iç içe bir ilişki şeklini alıyor.
İlle
de kıvamlı bir cümleyle ifade etmek gerekirse, siyaset ve hukuk ilişkisinin
kuluçkası, halk iradesinin tecelli ettiği parlamentolar ve bizatihi halk
yığınlarının adalet duygusu ve vicdanıdır.Parlamentoların, siyasal süreçlerin
aracı olması, onun hukuk metinlerini siyasilerin müdahalesine açık bir şekilde
düzenlemesini teşvik etmemelidir. Bu güç, yani yasama yetkisi, parlamentoları,
hukuk alanını bir şeylerin aracına indirgemeye heveslendirmemelidir. Aksine
yasama yetkisi; hukuk zeminini, pozitif hukuk kuralları çerçevesinde siyaset
dışı alana göre tanzim edebilmeyi amaçlamalı, bu ulvi göreve sadık kalmalıdır.
Parlamento yasa yaparken tabiri caizse, tıpkı hukukta olduğu gibi gözlerini
kapalı tutmalı, elinde şaşmaz bir terazi bulundurmalıdır. Bernard Shaw, Pratik politikacılar parlamentoyu kullanarak
herhangi bir şeyin yapılmasını engelleme sanatında usta olmuş kişilerdir, diyerek
günümüzdeki siyasilerin, siyaset araçlarını kullanırken gerektiğinde ne tür
niyetler taşıyabileceğini vurgulamaktadır. Politika,
insanların kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyma sanatıdır, diyen Paul
Walery de söz konusu tespitiyle hemen hemen aynı soruna parmak basmaktadır.
Kurt politikacı Winston Churchill’in, Politika gerçekleri gizleyip yalan söylemek
değil, gerçeklerin istediğiniz yanını göstermektir, sözü ise, siyasi alanın
bambaşka bir tarafını gözler önüne sermektedir. Kısacası hukukta çoğu zaman
zarf da, mazruf da önemliyken, siyasette çoğu zaman şekil ve dış görünüş, yani
zarf mazruftan daha çok önem kazanmaktadır.
Okurlar
yönünden oluşabilecek negatif bir algıyı önlemek için hemen ifade etmeliyim ki,
tarihte birçok ülkede ve özellikle Türkiye’de hukuk sistemi, şu ya da bu
şekilde, şunun ya da bunun istemesi üzerine pek çok kez siyaset alanına ve
siyasetin görevi olan konulara müdahale suretiyle genel siyasi tabloyu ve
ülkelerin yönetimlerini dizayn(tasarlama)etmiştir. Belli kesimlerin çıkarına
dayanan müesses nizamın olduğu ve sadece bir kesime, bir zümreye hizmet eden
muktedirlerin hüküm sürdüğü coğrafyalarda bu durum, hâlâ kaçınılmaz olarak
böyledir. Fakat siyaset, başta hukuk sistemi olmak üzere o kadar çok alana
müdahale ediyor ki, doğal olarak dikkati daha çok siyaset alanına çekmek
gerekiyor. Zira siyasetçi, zaman zaman hukuku siyaset aracı haline getirmekle
kalmıyor, hukukun siyasetin emrinde olması gerektiğinden söz edebiliyor, oyun
oynanırken kuralları değiştirmek manasına gelecek şekilde, işine gelmediğinde
kanunları değiştiriyor hatta daha ileri giderek ‘hukuk siyasetin köpeğidir’*
cümlesi kuruyor, kurabiliyor. Siyasetin siyasi yollarla yapamadığını, hukuk düzenini
araç haline getirerek yapması, yapabiliyor olması, toplumsal birliktelik ve
bütünlük açısından son derece tehlikelidir. Nasıl ki, hukuk sisteminin tek ve
bütün aracı onun yaptırım gücüyse, siyasetin tek ve bütün aracı, her kesimin
katılımını esas alan toplumsal destek olmalıdır. Unutmayalım ki siyaset bir
toplumda her şeyden kudretli olduğu zaman, hukuk sistemi başta olmak üzere
temel insan hakları dâhil, toplum hayatını ilgilendiren diğer şeyler hiçbir
şeydir. Yargısal karar alma süreçleri hariç, hukuk eliyle sadece çoğunluğun
isteklerini geçerli saymak ve çoğunluğun yaşam tarzına ve düşüncelerine izin
vermek, çoğunluğu azınlığa hükmeden noktaya taşımak nasıl ki hukuki ve
demokratik yönden mümkün değilse, siyaset eliyle de çoğunluğun azınlığın
haklarını yok sayması etik görülmemeli, mümkün olmamalıdır.
Bireylerin hesabına öylesi uygun geldiğinden,
siyasetin çıkarına öylesi uygun düştüğünden birçok pragmatik(yararcı) hamle
yapma, taktik manada adım atma olanağı ortaya çıkıyor. Zira siyasetin doğasında
yer alan pragmatizm(yararcılık), taktik adımlar ve stratejik hesaplar eliyle
hukuk alanını zehirleyecek kadar hukuk sistemlerinin bünyesine sirayet ediyor.
Bu, pozitif hukukun, güçler ayrılığı ilkesinin kabul edemeyeceği bir şey
olmasına rağmen, ne yazık ki yargısal süreçlerde yeşerecek zemin buluyor ve
gerektiğinde uygulanabiliyor. Söylenmezse eksik sayılacak önemli bir nokta da
şudur: Tarih boyunca aralıksız bir şekilde süren ve günümüze kadar gelen
siyaset ve hukuk arasındaki korelasyon(bağıntı), yol açtığı bütün sorunlara
rağmen insanlığın şu zamana kadarki iyi keşiflerindendir. Süreçleri iyileştirme
gücü, insanlığın bu yöndeki istem ve iradesi olduğu müddetçe, siyasetin olumlu
etkisiyle ve toplumsal katılım yoluyla hukuk sistemi, pozitif hukukun gerekleri
doğrultusunda ilerlemeye devam edecek ve giderek olması gereken düzleme
oturacaktır. Daha iyisi keşfedilene kadar, sanki siyaset ve hukuk için ideal
düzen budur. Ya da siyaset hep gelişmeyi ve kalkınmayı, hukuk eşitlik ve
adaleti adreslerse sorun, her kesimin yararına olacak şekilde çözüme kavuşur.
Her türlü korelasyona, iç içe girme hallerine,
birlikte ve bir arada yürümelerine, aynı büyük düzenin, devlet düzeninin önemli
iki parçası olmalarına rağmen siyaset ve hukuk, birbiriyle ilişkili ama
birbirinden bağımsız olarak ayrı düzlemlerde kalmayı büyük ölçüde
başarabilmiştir. Şu ya da bu oranda olsun, kendi düzleminde kalma konusunda
ihtiyaç duyduğu erdemi, yetenek ve kudreti gösterebilmiştir.
İster kurumsal yönden ister kişisel çabalar bakımından
olsun, siyasette bir takım şeyleri öngörmek ve olup bitenler hakkında inanca
varmak son derece kolayken hukukta ancak somut delillere bağlı olarak inanca
varılır, hüküm kurulur. Siyaset kurumsal ve kişisel kimlikleriyle zaman zaman
hayaller ‘satar’ ama hukukta ne ‘satılacak şey’ olur ne bir şeylerin düşü
kurulur, hukuk sadece adalet dağıtır. Zira pozitif hukuk, hukuksal zeminler,
mutlak suretle belli imkânlar ve zaman kavramlarına kendini bağlı sayar.
Siyaset kurumunda hedef ve amaç halk yığınları ve onların desteğidir, kısacası
hedef ve amaç, insan ve iktidardır. Hukuk düzleminde hedef ve amaç; adaleti
sağlama, doğru sonuçlara varma, suçu ve suç işlemeyi önleme, yaptırımda
bulunma, vicdanlara ve hakka uygun karar almadır. Pozitif hukukun aynı anda
kurallar birliği olma özelliği, onun imkânlarla ve zamanla sınırlı olan
niteliğinden daha az ya da daha çok önemli değildir. Siyasette büyük
performansların insanı olunabilir. Abartmak gerekirse, ağzıyla kuş tutmak
dâhil, pek çok şey kotarmak mümkün olabilirken hukukta gerçeğe, dolayısıyla
yazılı belgelere bağlı kalmak, görevini yaparken abartmamak, sadece ve sadece
adalete odaklanmak esastır. Siyasette gösteri yapılabilir, siyaset şov alanı
olabilir ama hukuk zemini her türlü gösteriyi reddetmek zorundadır. Çünkü hukuk
alanında uyulması zaruri mesleki işlemler ve etik değerler, önceden belirlenmiş
sınırlar vardır. Söz gelimi hafif ya da
ağır ceza için kurulan hükümlere toplumun boyun eğmesinin, bu tür kararların
toplum tarafından saygı ve sessizlik içinde karşılanmasının tek nedeni devletin
otoritesi ya da hukukun yaptırım gücü değildir. En az bunlar kadar önemli olan
nedenlerden bir tanesi de, adalet anlayışının ve adalet duygusunun hukuk
süreçlerine egemen olması ve toplum vicdanında yer edinmesidir.
Yukarıda
belirtilen nedenlerle hukuk sistemi, hep çağdaş kalmalı, her zaman hak ettiği
daha bağımsız ve tarafsız bir alanda varlığını sürdürmeli. Hukuk nüfuzun, yani
gücün temerküz ettiği bir alan değil, aksine bağımsız, tarafsız ve yansız
duruşuyla gücün en önemli birleşenlerinden biridir.
Hukuk, siyaset ve her ikisinin ekonomiyle ilişkisi
bakımından bilinen bir şeye vurgu yapmakta yarar var. Son
zamanlarda(Kasım2020), birçok alana ilişkin reform konusu, yakıcı bir şekilde
konuşuluyor. Ekonomi alanındaki zorluklar nedeniyle kapsamlı bir hukuk
reformuna dair ihtiyaç talep ve irade, Türkiye’nin gündeminde oldukça sıcak bir
yer tutuyor. Yapılacak reformla ekonomi alanının ihtiyaç duyduğu hukuki
zeminlerin oluşturulması hedefleniyor. Erdoğan ve hükümet üyeleri tarafından
sık sık dillendirilen ekonomi alanındaki reform, siyaset hukuk ilişkisindeki
yakınlık kadar olmasa da siyaset ve ekonomi arasında benzer bir iç içe geçişi
ifade ediyor. Zira Türkiye’nin genel siyasi ve ekonomi parametrelerini
izleyenlerin yıllardır dediği şuydu; en büyük dış yatırım, en büyük dış kaynak
girişi demokratik bir düzen ve güven veren bir demokrasidir. Elbette para
sahipleri kendileri için lazım olan bir özgürlükçü ortam ararlar ama halk
yığınlarının özgürlük ve demokrasi taleplerine bakarak, onların taleplerini
gözeterek yatırım yapmazlar. Bir ülkenin genel demokratik seyri, ne kadar
özgürlükçü olduğu sermaye sahiplerinin çok(Olması gerektiği kadar) umurunda
değildir. Çünkü sermayenin kendisini ilgilendirmediği sürece gereğinden fazla
özgürlükle, haklarla ilgilendiği nadirdir. Fakat sermaye için yapılan hukuk
reformları, önünde sonunda yurttaş haklarının sınırlarını, bireylerin ve
toplumun özgürlük alanını genişletir.
Siyaset
ve hukuk arasında gerçekler konusunda da farklı pencereler var. Gülün Adı
romanında Umberto Eco, hem gerçek tek
parça değildir bazen hem de gerçek
bir bütündür diyor. Eco’dan hareketle söylenebilir ki bazen tek parça olmayan gerçek siyaset
alanının, bir bütün olan gerçek ise hukuk alanın konusuna girer. İnsanların
büyük çoğunluğundaki kanı şudur; hiç kimse doğru söylediğine pişman
edilmemelidir, gerçek ve gerçekleri ifade edenler ödüllendirilmelidir. Bununla
birlikte bir siyasetçi doğru söylediği veya doğru bir iş yaptığı için pekâlâ
pişmanlık duyabilir. Siyasetçinin doğrularıyla halk yığınlarının çoğunluğunu
oluşturanların çıkarları, doğruları çatışacağından siyasetçi her zaman oy veya
koltuk kaybedebilir. Bu da onda pişmanlığa yol açabilir. Hukuka bağlı
kaldıkları sürece açık ki yargıçların doğru yaparken veya hüküm kurarken pişman
olmalarına gerek yoktur. Doğru iş yaptığı için pişmanlık duymanın aksine yanlış
yapan bir yargıç vicdanının sesinden kurtulamayacağı için huzursuzluk duyar.
Siyasetçi doğru söz ve doğru iş nedeniyle oy, prestij(itibar) hatta seçim
kaybedebilir, aynı durumdaki yargıç kaybetmek bir yana manevi yönden çok şey
kazanabilir. Bir Çin
atasözü şöyle diyor: “Üç çeşit doğru
vardır: Benim doğrum, senin doğrun ve doğru.” Siyaset ve siyaset alanı, Çin atasözündeki
gibi doğrunun çok fazla yerde ve kimsede olduğu yegâne alandır.
Yazının sonuna doğru gelirken, önceki bölümde adını
saydığım yazarların siyaset ve hukuk ilişkisine dair yorumlarını çok kısa
olarak aktarmak istiyorum. Konuyla ilişkisi olduğundan, anılan yazarların
düşüncelerini, aşağıda bir iki paragrafla arka arkaya paylaşacağım.
Ataol
Behramoğlu, 24 Haziran 2020 günlü Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şunları
yazmaktadır. “Siyaset bir toplumun,
ülkenin, devletin, dirlik düzenlik içinde yönetimine ilişkin görüşler toplamına
ve bu görüşlerin uygulanmasına verilen isimdir. Demokrasilerde bu görüşler
özgür seçimler yoluyla yarışır, sonuçta birinin** ya da genellikle yakın
görüşler arasındaki birlikteliklerin iktidarı gerçekleşir. Hukuk, siyasetin de
üstünde, onun da işleyişinin sınırlarını belirleyen yasalar toplamının adıdır.
Siyaset, hukukun dışına çıkamaz. Hukuku oluşturan yasalar da hukukun
evrensellik kazanmış ilkelerine aykırı olamaz...”
Aynı
konuda başka bir pencere açarak siyaset hukuk ilişkisini tartışan Taha Akyol
ise, 14 Nisan 2014 günlü Hürriyet gazetesindeki makalesinde şunları dile
getirmektedir. “Keşke AYM kararlarını
“kuvvetler ayrılığı, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, evrensel hukuk”
gibi temel kavramlar açısından tartışabilseydik… Sayın Başbakan AYM’yi
eleştirirken “Herkes sınırını bilecek” diye konuştu. Keşke hem yargının
“sınırını” hem yasama ve yürütmenin “sınırını” kuvvetler ayrığı ilkesi
açısından tartışabilseydik... Bu tartışmalar, hukuk kültürümüze büyük katkı
sağlardı. (…) ”
Taha Akyol, evrensel hukukun önemine ve etkisine vurgu
yaparak anılan yazısını şu cümlelerle bitiriyor. “Devlet sadece siyasetle değil, kurumların sağlıklı işlemesiyle iyi
yönetilebilir. Toplum ancak siyaset evrensel hukukla sınırlanmışsa huzurlu ve
barışık olabilir. Yargı hukuk diliyle eleştirilmeli, siyaset yargıyı itip
kakmaktan sakınmalıdır.”
Siyasetin
hukuk üzerindeki olumsuz etkilerinden yakınan Karar gazetesi yazarı Yıldıray
Oğur da, Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın, Beştepe Millet Kongre ve Kültür
Merkezi’nde düzenlenen 2020-2021 Adli Yıl Açılış Töreni’nde yaptığı
konuşmasının bazı bölümlerine itirazda bulunduktan sonra, şöyle diyor. “Yargının,
(…) Türkiye’deki 85 milyona güven vermek gibi acil görevleri var.”
Anılan
yazarların görüşlerini aktarmamın, söz konusu görüşlere katılıp katılmadığım
konusundan bağımsız olarak ele alınacağına inandığımı ifade ettikten sonra,
Oğur’un bir cümlesini buraya alarak, konuya ilişkin farklı açılardan yapılan
değerlendirmeleri bitiriyorum. Yıldıray Oğur, “Savunma sanayinde, teknolojide
tarımda yerlilik ve millilik hedefi iyi olabilir ama hukuk, yerlilik ve
milliliğin iyi olacağı alanlardan biri değil,” saptamasında bulunuyor.
Bölümün
sonuna gelirken siyaset ve hukuk bağlamında, birkaç cümleyle daha yargıç ve
siyasetçinin kişisel tutumlarına değinmekte yarar görüyorum. Yargıçların
siyasetçilerden en önemli farkları şudur. Yargıçlar olayları karıştırmazlar ve
kendi yararlarına değiştirmezler. Buna ihtiyaçları yoktur. Siyasetçiler gibi
gerçekleri çarpıtmazlar, onlar en küçük ayrıntıyı bile unutmadan adaleti
gözetirler. Yargıç önüne getirilen delilleri, belge ve bilgileri, doğruyu
bulmak ve adalete ulaşmak için kullanırken siyasetçi aynı doküman ve kanıtları
zamana ve mekâna göre kıymetlendirir.
Zaman
zaman yerellik ve evrensellik konularında, özellikle de iç siyaset
mülahazalarıyla oluşan politik atmosfer, dikkat çekici ölçüde uluslararası ve bölgesel konjonktürden(Geçerli
durum) etkileniyor. Bu gibi dönemlerde son yılların moda deyiminden esinlenen
dönemin ruhu, zamanın ruhu kavramı nedense yargıçların kararlarına daha çok
yansıyor, siyasilerin konuşmalarına daha fazla siniyor.
Son cümle yerine ifade etmek gerekirse, gerçekler
ister parçalar halinde olsun ister tastamam, hakikatlerle birlikte sorunlar
apaçık ve doğru şekilde bilinmediği sürece ne siyaset tam olarak insanlığın
hizmetine girebilir ne hukuk her zaman ve eşit biçimde adalet dağıtabilir.
21.12.2020
(*)
Müyesser Yıldız’ın 08.12.2020 tarihli, Odatv internet sitesindeki yazısından:
Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Ekim 2017'de bir televizyon
programında, “Hukuk siyasetin köpeğidir,” dedi.
(**)
Yazının orijinalindeki ‘biri’ yerine, cümlenin akışı nedeniyle ‘birinin’
yazılmıştır.
NOT: Siyaset ve hukuk konusu sandığımdan daha çok
uzadı. Sıkıcı olmaması için yazıyı burada bitiriyorum. Sonraki bölümleri,
ileriki zamanlarda yayınlamak umuduyla...