Bütün dünya bir sahnedir
Bütün erkekler ve kadınlar
Sadece birer oyuncu
Girerler ve çıkarlar.
Bir kişi birçok rolü birden oynar,
(...)
William Shakespeare
Yazının başlığı, dünya denen sahnenin büyüklüğü ve oyunun zorluğu nedeniyle büyük oyunu bozmak veya küresel oyunu bozmak da olabilirdi. Onca büyümesine rağmen yaşadığımız dünya giderek daha fazla kontrol edilebiliyor, daha çok aktörün ama aynı hedefleri olan ve birlikte hareket eden küresel gücün daha az yorularak, daha az uğraş vererek denetleyebildiği hale geliyor. İster fani olsun ister yaşanacak ve hesaba çekilecek tek yer, yani baki olsun aynı zamanda dünya, her gün biraz daha bir kişinin birçok rolü birden oynadığı, yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca kişinin aynı role soyunduğu, aynı oyunun arkasından koştuğu bir yer oluyor. Edebiyat labirentlerinde (dolambaç) büyük oyunun izlerini sürmek, romanda ya da yazın tarlasında olduğu gibi büyük oyunu, oyunla, kurmacayla, gerçekle veya gerçeküstü öğelerle bozmak ya da oyunu ilerletmek, abartmak ne yazık ki sanıldığı kadar ve iddia edildiği gibi kolay değildir. Hem de denebilir ki bu dünyada her yanıyla örgütlü hale gelmiş küresel sistemin egemenliğini kırmak, söz konusu egemenliğe son vermek ya da onu yıkmak hatta zayıflatmak neredeyse imkânsızdır. Zira giderek daha çok güçlenen küresel egemenler, biz bunu Küresel Egemenlik Sistemi olarak anlayalım, bilimin her yolunu, tabiatın sunduğu her fırsatı deniyorlar. Öyle olunca da anlaşılması güç, akıl almaz şeyler oluyor bu dünyada. Zira bugünün üst aklı karşısında, ortalama akıl olup bitenleri anlamaya ve kavramaya yetmiyor.
İnsanlık tarihi boyunca bir biçimde iktidar mücadelesi yapıldı fakat hiçbir dönemde egemeneler bir uçtan ötekine bu kadar rahat olmadı. Dünyanın her yanına pervasızca yayılan güçlüler, izledikleri böl ve yönet politikalarıyla dünyayı istedikleri gibi parçaladı, paylaştı. Bu, en başlarda monarşiler içindi, zamanla sınıf ve ulusal çıkarların, sınıf ve ulus egemenliklerinin mücadelesine dönüştü ve giderek kendine uyumlu bir toplumsal zemin buldu. Dünya geliştikçe egemenlik ve iktidar mücadelesi, çeşitlilik kazandı, farklı biçimlerde sürdü ve günümüzdeki şeklini aldı.
Umberto Eco, Ursula K. Le Guin, Andrey Platonov, George Orwell, İlya Ehrenburg, Jose Saramago, Jean Baudrillard gibi yazarlar, yeni dünya düzeni ya da dünyadaki düzen ve düzensizlikler hakkında önemli ipuçları ortaya koymuştur. Anılan ve her biri edebiyat tarihinin önemli yazarları arasında gösterilen bu isimler, büyük oyunun oyuncuları mı, oyunu deşifre eden uzak görüşlü, zeki ve kural tanımaz gerçek dünyalılar mı?
Söz konusu yazarların tek tek eserlerini ulusal, sınıfsal ve toplumsal kurtuluş teorileri karşısında bir yere koymak, dünyadaki egemenlik sisteminin dayandığı güçlerin kim olduğuna bakmak, onları anlamak, tanımlamak ve ona göre mücadeleyi konumlandırmak ve belki de yeni mücadele yöntemleri belirlemek gerekir. Büyük sahnede sergilenen şey, yüzyıllardır süregelen egemenlik mücadelesi, tek merkezden yönetme siyaseti ve dünyayı paylaşım tiyatrosudur. Sahnelenmek üzere yazılmış oyunların tümü, gerçekte güç ve iktidar çekişmesidir ve yeni egemenlik alanları açmak amacını taşımaktadır. Hiç kuşku olmasın ki, artık dünya birbiriyle ilişki içindeki küresel bir gücün daha çok egemenliği altındadır. Bu güç, kendi arasında bölgeler ya da kıtalar düzeyinde bölünmüş veya görev bölümü yapmış olsa bile gerçekte aynı çıkara odaklandığı için her zaman ve hep bir aradadır. Birlikte hareket etmektedir.
George Orwell’in distopik* başyapıtı 1984, ülkelerin dolayısıyla dünyanın nasıl yönetildiği konusunda bambaşka bir pencere açar. Orwell’in kurmaca hikâyesi, “Geçmişi kontrol eden, geleceği de kontrol eder: Şimdiyi kontrol eden, geçmişi de kontrol eder,” mottosuyla (ilke) ilerler. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanına göre, her şey 1984 yılında geçer. Birbiriyle mütemadiyen savaşan üç büyük gücün elinde bölünmüş bir dünya, mutlak güce sahip bir Parti, kapanması yasak tele ekranlarla her hareketi denetleyen Düşünce Polisi, her şeyi izleyen Büyük Birader ve diğer tüm düşünce biçimlerini imkânsız hâle getirmek için oluşturulan “Yeni dil,” kavramlaştırılıyor. Romanda okura aktarılan, Gerçek Bakanlığı’nın altındaki Arşiv Bölümü’nün gözlerden ırak odalarında, Parti’nin ihtiyaçlarına göre geçmişi yeniden yazan Winston Smith’in oyununda arka plan işte bu kâbustur. Herkesi dilediği gibi kontrol eden bu totaliter dünyaya karşı içinde isyan tohumları büyüyen Winston, hakikat ve özgürlüğe duyduğu özlemin yanında aşka da kayıtsız kalamayacaktır. Yirminci yüzyılın en çok okunan ve en etkili kitaplarının başında gelen 1984, dönemler değişse de varlığını sürdüren totaliter dünya düzenine tutulmuş bir ayna olmayı hâlâ sürdürüyor.**
Küresel egemenlik sistemi yönünden bilimin ve teknolojinin geliştiği günümüz uluslararası ortamında, artık birlikte hareket etmek de, dünyayı tek merkezden yönetmek de düne göre daha kolay hale gelmiştir. Zira dünyadaki pek çok şey mekanikleşiyor ve giderek daha fazla kontrol edilebilir hale geliyor. Kitlelerin yönetiminde santralizasyonun (Merkezden yönetme) öne çıktığı, standart aklın dayatıldığı, insanlara kostümlerin biçildiği, bireylerin ilişkilerinde özel çevreleriyle yetindiği bir süreç başlıyor sanki. Salgın hastalık süreci boyunca yapılan ve yapılmaya çalışılan her şey, gidişatın bu yönde olduğunu gösteriyor. Böyle olunca da yaşamın ve yaşamanın ne zevki ne tadı kalıyor. Aynı zamanda, dünyanın gayet rasyonel çıkarlar üzerine yürüdüğü söylemi, gün geçtikçe zayıflıyor, geçerliliğini yitiriyor. İstesek de, istemesek de bundan böyle bu söylem, bazıları için aklın kurallarına dayanmayan ve hiç de ussal olmayan bir ifadedir. Zira yeni pazar bulma, pazardan pay alma ve bu alanları yönetme mücadelesi, geçmiştekinden daha yoğun ve daha fazla dünyanın huzurunu ve eski düzenini bozan en önemli faktör olmaya devam ediyor.
Diğer yandan, küresel güçler eliyle süreçlere yön veren etkiye sahip politik yapılar veya yerel aktörler, her zaman bir şekilde denkleme dâhil edilmektedir. Çünkü egemeler yönünden her şey para kazanmak ve kâr odaklıdır. Bu nedenle de Küresel Egemenlik Sistemi’nin amacı pazarı genişletmek, daha çok pazar bulmak ve tüketim gücü, yani satın alma gücü yüksek bir pazar yaratmaktır. Genel amaç bu olunca, amaca bağlı olarak İttihat ve Terakkiden (Birlik ve İlerleme) bu yana Türkiye’yi de büyük oyunun oyuncuları yönetiyor. Söz konusu dönemden günümüze değin sol, birlikçileri; sağ, ilerlemecileri temsil edegelmektedir. Sözde ayrı gibi görünen bu kesimler, aynı masanın etrafında toplanıp birlikte kararlar almaktadırlar. Anılan kesimler, “Beka, milli birlik ve beraberlik, ulusal bütünlük, uluslaşma sürecini tamamlamak,” gibi kavramlarla topluma istikamet çizerler. Her 20-30 yılda bir, toplumları sürükleyen alanlardan siyaset, medya, iş ve spor dünyasındaki yüzlerin değişmesi, eskilerin gidip yenilerinin gelmesi ve eğitim düzenlerinin yeniden ele alınması boşuna değildir. Sanki kuşaklar değişiyormuş, olup biten her şey normalmiş veya öyle olması gerekiyormuş gibi, eskiler gider, yeniler gelir.
Bir avuç insan epey zamandır dünyanın geri kalanını uyarıyor
Yeni ya da eski dünya düzeni veya düzensizliği konusunda sadece yukarıda andığım yazarlar değil, aynı zamanda Noam Chomsky, Francis Fukuyama, Graham Fuller, Slavoj Zizek, Michel Foucault, Aldous Hucley, Tanıl Bora, Fehmi Koru, Haluk Gerger, Mahir Kaynak, Richard J. Barnet, John Cavanagh, Samir Amin, Yağmur Atsız, Salih Mirzabeyoğlu, Işık Kansu gibi bilinen ya da bilinmeyen isimler ister yeni dünya düzeni ister egemenlik sistemi ister kapitalist emperyalist sistem ister sermayenin yönettiği sistem diyelim söz konusu sistem hakkında kitaplar yazarak farklı pencerelerin olduğunu ortaya koymaktadırlar. Biraz araştırınca bunlar gibi pek çok yazara ait ve hepsi de dünya düzeni veya dünya düzensizliğini konu alan ve şu ya da bu isim altında yazılmış olan 50 âdeti aşkın eser gördüm. Bu kitaplardan herhangi olay örgüsüne sahip olan roman formundaki birkaçını okuyup inceleme fırsatı buldum.
Dünyayı yöneten küresel güç; her biri toplumları sürükleyen alanlar olan spor, medya, siyaset, iş ve sanat dünyasını bir arada ve birlikte hareket eden bir mekanizmanın içinde tutmaktadır. Bundandır ki siyaset, iş dünyası, medya, spor ve sanat hemen hemen bütün toplumlarda dejenerasyon (Yozlaşma, bozunum) amacının ana damarlarını oluşturuyor. Buralarda yaygın olarak kitle iletişimi yapılmakta, etik, değer, karakter ve kişilik hiç yerinde gösterilmektedir hatta hiç yerine konulmaktadır. Ne yazıktır ve ne acıdır ki, eğitim ve hukuk alanının da aynı amacın aracına dönüştürüldüğünü gösteren sayısız örnek ve ipucu vardır.
Zaman zaman ve kimi özgün coğrafyalarda yabancı karşıtı ve milliyetçi damarın, yerli ve milli söylemin güçlenmesi gibi, bir merkezden yönetilen ve bir hastaya verilen ilacın dozunun ayarlanması gibi şiddeti, etkisi ve düzeyi ayarlanabilen dinamik ortamlar yaratılmaktadır. Bu yüzden de yabancı karşıtı ve milliyetçi damarın dünyada güçlenmesi nedeniyle oyunu bozmak ne kadar gerekliyse, oyunu kurmak da o denli zaruridir. Yerli ve milli söylemin tekçiliği tahkim edişi nedeniyle oyunu bozmak hangi oranda dikkat çekiciyse, demokrasi ve çok renkli yapılar da o denli ilgi çekicidir. Birbirinin zıddı olan şeyler, yere ve zamana göre, ekonomik gücün büyüklüğüne bağlı olarak aynı saflarda buluşabiliyor, aynı tarafta yer alabiliyorlar. Esasen sahnelenen oyun şudur: Tekçiliği parlat ki demokrasi hevesi kabarsın. Demokrasiyi eksik ve natamam uygula ki dertlere deva ve çare olarak görülmesin, insanlar ve toplum tekçiliğe öykünsün, otoriteden medet umar hale gelsin. Ya da durmadan geçmişi öv, onun gibi güçlü bir gelecek vaat et ki elinde para edecek, halka sunulabilecek bir hayal olsun. Başka bir deyişle, kitlelerin duygularını, inançlarını, hassasiyetlerini istismar etmek, geçmişi överek, güçlü bir gelecek vaadiyle topluma hayal satmak. Neredeyse bir asırlık arayla olsa bile yeniden büyük Amerika sloganıyla parlayan Trump’ın ve Almanya’yı tekrar büyük yapmak sloganı üreten Hitler’in hayal ve hedef tacirliğiyle ülkeleri, dolayısıyla dünyayı yönetme isteği gibi.
Trump’ın iş dünyasıyla siyaset yapma arzusu, zenginlerin pratik olarak yönetimi ele geçirmesi, yeni bir pencerenin açıldığını, artık sermayenin perde gerisinden sahneye doğru yöneldiğini göstermektedir. Belki de sınıf olarak sermayedarlar sahneye inmek niyetindeler, bunu amaçlamaktalar. İş dünyasından isimlerin ve tröstlerin emrindekilerin siyaset sahnesinde görünmesine, vesaire odakların pervasızca ortaya çıkmasına, sürekli olarak aynı kesimlerin farklı isimlerle iktidar olmasına karşı durmak için, toplumun bütün kesimlerini harekete geçirmek, oyunu bozmak ve yeni egemenlik alanları açmak ya da mevcut olana ilkesel bir şekilde ortak olmak son derece önemlidir. Küresel Egemenlik Sistemi’nin alternatifi ya da ortağı olan sosyalist sistem, ona duyulan ihtiyaç ve anılan sistemin işi biter bitmez, kısmi sorunlar yaşanarak ya da yaşatılarak sonlandırıldı. Bugün daha güçlü ve daha uzun ömürlü bir sisteme ihtiyaç vardır. Söz konusu küresel odağın rakibi olmak ya da ona ortak olacak şekilde büyümek için yerel ve evrensel birlikteliklere gereksinim vardır. Tıpkı sermayenin kurduğu ve bugünlere getirdiği yerel ve evrensel birlikler gibi.
İktidar bloklarının artık daha çok çeşitlilik kazandığını herkese göstermek ve herkesin bu tehlikenin farkında olmasını sağlamak için oyunu bozmak, insanlığın ortak geleceği için zaruridir. Klasik manadaki iktidar bloklarını çözmek, onların yerine daha tabana yayılmış bir mülkiyet ve iktidar anlayışını hayata geçirmek gerekir. Bu nedenle özgürlükler daha çok genişletilmeli, demokrasi ve kurumsal yapıların yönetim organları gibi, sanayi ve endüstri de tabana yayılmalı, yerelleşmelidir. Anılan başlıklar, Küresel Egemenlik Sistemi’nin öngördüğü kavramsal çerçeveyi aşmasa bile muhakkak daha çok lokal (yerel) olmalı, belki de yöreselleşmelidir.
Bilim ve teknolojinin gelişmesi, üretim süreçlerinde makineleşmenin öneminin ve rolünün artması, insanların giderek makineler (robot) gibi algılanmasına yol açıyor. Standart toplum, standart insan, standart akıl ve her şeyin standart hale getirilmesi, standartlaşması karşısında, toplumsal çıkarlarla sermayenin çıkarının daha kesin bir biçimde ortaklaştırılması ve ayrıştırılması gerekir. İnsanlığın yeni odağı bu olmalıdır.
Popülizm ve popülizmin yapay gücü nedeniyle halk yığınları ve iktidar bloku kavramları arasındaki bağ, gerçek ve düş arasındaki bağ kadar bile güçlü değildir. Bu bağın güçlü hale gelmesi için popülizmin insan zihnindeki yeri ve konumu açıkça belirlenmeli ve ifşa edilmelidir. Bununla birlikte beyin fırtınası yapacak ve bütün diğer konuları konuşacak, yeni pencereler açacak ve aynı merkezden yönetilmeye kapalı olacak bir pencereler alanına, daha kuvvetli zemine ihtiyaç vardır.
Benzer açılardan bakan düşün insanı ve yazarlar gözünden oyunu görmek
Bu kadar yorumun ve farklı açılardan ortaya konulan fikrin ardından birkaç yazar ve düşün insanının görüşüne değinmekte yarar vardır. Bu yazarlardan; Jean Baudrillard’ın Simülakrlar ve Simülasyon, Naom Chomsky’nin Dünyayı Kim Yönetiyor adlı kitapları, belki de en ilginç olanlarıdır. Aynı zamanda Ursula K. Le Guin (Mülksüzler), George Orwell’in distopik başyapıtı 1984 ve Umberto Eco (Gülün Adı) gibi yazarların hemen hepsi, dünyanın yeni düzeni ya da düzensizliği konularında enteresan görüşler ortaya koymakta, önemli ipuçları vermektedirler. Körlük ve Görmek gibi arka arkaya yazdığı kitapların yazarı Jose Saramago ve Rus edebiyatının geç keşfedilmiş ustalarından biri olan Andrey Platonov, Mutlu Moskova adlı eserinde aynı konuyu, farklı bir pencereden yorumlamaktadırlar. Yapılan iş dünya düzensizliğini yazmak olunca Paris Düşerken, Fırtına ve Dipten Gelen Dalga’dan oluşan nehir romanlarının yazarı İlya Ehrenburg’u ele almaksızın konuyu nokta koymak haksızlık olur. Denebilir ki, David Harvey, Slavoj Zizek gibi 15 farklı yazarın makalelerinden oluşan Çivisi Çıkmış Dünya, aynı kategorideki önemli başka bir kitaptır. Anılan yazarlar ve eserler kısaca ve tek tek incelendiğinde, hiç kuşku olmasın ki hayli ilgi çekici fikirler ortaya çıkmaktadır.
Gelecek yazıda adı geçen yazarların eserlerinde dünya düzeninin ya da düzensizliğinin çıkarımlarına, çağrıştırmalarına değineceğim.
(*) Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının antitezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter-totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi “ütopyanın tersi,” olarak değil, “kötü bir yer,” anlamında kullandığı anlaşılır. Vikipedi
(**) Bu paragraf adı geçen eserin tanıtım bölümlerinden yararlanılarak yazılmıştır.