Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş!
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım...
Mevlana (Muhammed Celâleddîn-i Rumi)
Hayatında hiç hata yapmamış bir insan hiçbir zaman yeni bir şey denememiş demektir. Albert Einstein
Diyebilirim ki bu konuyu ele almamın nedenlerinden biri de Albert Einstein’in yukarıdaki güzel sözüdür. Zira uzun zamandır pek çok alana özgü olarak bazı değerleri ve kavramları yeniden tanımlamak gerektiğine inanıyor, bunları tartışmak istiyordum. Bazı şeyleri yeniden tanımlamaya ihtiyaç var dediğim andan itibaren akıllara hangi temel alanların geldiğini az çok tahmin edebiliyordum. Çünkü altyapı ve üstyapı özelikleri taşıyan siyaset, eğitim, din, ekonomi ve hukuk gibi toplumsal düzenin temellerini oluşturan alanlarla ilgili kavramlar son zamanlarda hayli fazla zihnimi kurcalıyordu. Söz konusu alanlarda, tıp ve teknoloji alanındaki gelişmelere paralel ve eş anlı bir değişme ve iyileşmenin sağlanamadığını düşünenlere rastlıyordum. Bu görüşün sahiplerine göre sosyal alan, fen alanına yeterince ve olması gerektiği gibi eşlik edemiyordu. Bunlarla beraber tek tük de olsa bu fikre sahip insanlara gün geçtikçe daha çok hak veriyordum. Kendimi de içinde saydığım bu kimselere göre, dünya eskiyor, gelenekler etkisiz hale geliyor ama hareketli dünyaya dair bazı kavram ve değerler, nedense yerli yerinde duruyordu.
Biliyoruz ki dünya hızla değişiyor ve bu değişim hayatın her alanını etkisi altına alıyor. Belki de Maslow'un gereksinimler skalası (gösterge) dâhil pek çok şeyi yeniden tanımlama ihtiyacı doğuyor. Maslow, piramit halinde açıkladığı ihtiyaçlar hiyerarşisinin en tepesine, neredeyse imkânsız olan kendini gerçekleştirmeyi koyuyor. Maslow’a göre süreç şu şekilde oluşuyor ya da okunuyor: Fiziksel İhtiyaçlar, Güvenlik İhtiyacı, Ait Olma ve Sevgi İhtiyacı, Değer İhtiyacı, Kendini Gerçekleştirme. Yaklaşık elli yıl önce ortaya çıkan bu şema, başlıklar bazında kabul görse bile günümüz şartlarında içerik yönünden geliştirilmeye, sanki yeniden yorumlanmaya muhtaç görünüyor. Zira ihtiyaçlar çeşitlendikçe nitelikleri de değişiyor, farklı içeriklere bürünüyor. Marks’ın ifadesiyle insan ihtiyaçları sınırsızdır. Ne var ki sınırsız ya da sonsuz ihtiyaçları olan insanların üzerinde yaşadığı dünyanın kaynakları, kıt ya da sınırlıdır. Belki de bundandır ki, gelişmiş ülkelerden bazıları kuzey kutbunda buz kütlelerinde, ABD uzayda enerji kaynakları aramaya başladı. Hatta ABD, uzayda enerji arama faaliyetlerinde bulunan şirketler için iki de yasa çıkardı.
Değerleri, kavramları, hakları, özgürlükleri muhakkak insanın güncel ihtiyaçlarına göre ve günümüz bakış açısıyla ele almalı ve yeniden yorumlamalıyız. Bu zor olsa bile imkânsız değil. Cesaret gerektirse bile, korkulacak şey değil. İnsanoğlu, yabancısı olduğu şeyi, barbarca, kendi aklına uyduramadığı şeyi akıldışı, diye tanımlar, diyen Friedrich Nietzsche, aynı zamanda yeniliğin ürküttüğü kitlenin ne kadar yoğun ve etkili olduğunu belirtir. La Fontaine ise, “Yaşama gücünü yitirmeyen her eskiyi severiz ama bizi tüm gücüyle yaşatacak tek unsur; yeniliktir,” diyerek yeniliğin hayati öneme haiz olduğunu ifade eder. Apple’ın kurucu ortaklarından Steve Jobs da şöyle söylemektedir: “Yenilik bin şeye hayır demektir,” Tanınmış üç insanın da düşüncesi, değerleri ve kavramları yeniden ele almanın, zor olsa bile imkânsız; cesaret gerektirse bile, korkulacak şey olmadığını ortaya koymaktadır.
Bana kalırsa bu alanın anahtar sorusu, dünya nereye gidiyor; haklar, özgürlükler, eğitim, hukuk, siyaset ve ekonomi alanında yeni eğilimler nedir, nelerdir, olmalıdır?
Yukarıdaki kısa belirlemelerden sonra, şimdi de kavramlar ve değerlere özetle göz gezdirmekte yarar görüyorum. Hemen belirtmeliyim ki günümüz ihtiyaçları karşısında ve gelişim koşullarında, kavramlar ve değerler, mutlaka metamorfoz (başkalaşma) yaşamalıdır. Aslında kavram ve değerler yönünden aforizmalara bakılırsa belki de en kısır alandan söz ettiğimiz görülecektir. Dostoyevski’nin (1821-1881) yüz yıldan fazla bir zaman önce ifade ettiği gibi “İnsanların en çok korktuğu şey, yeni bir adım atmak, yeni bir söz söylemektir.” Bu korkulardır belki de bizi iğdiş eden, bizleri birbirimize benzeten, farklı ve sıra dışı olandan uzaklaştıran, kalabalıkla/çoğunlukla aynılaştıran.
Gene de biz işin güçlüğünü bildiğimiz halde, değişmeyen tek şeyin değişim olduğuna inancımızı koruyarak, gelecekten umudumuzu kesmeyerek, cesaretimizi bilincimizden aldığımızı bilerek, daha yaşanası yarınların aşkına bazı şeyleri yeniden tanımlamaktan ürkmeyerek yolumuza devam edelim. Eskiye hayıflanmadan, geçmişle avunmadan Mevlana’nın, “Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım,” cümlesinden hareketle kavram ve değerler konusunda yeni şeyler söylemeye, yeni tanımlar yapmaya yoğunlaşalım. Bir yandan da kavram ve değerlerin etimolojik anlamına bakalım.
Kavram nedir: İsim olarak kavram, bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, mefhum, fehva ya da nosyon (kavrayış) demektir. Felsefe açısından kavramın anlamı da şudur: Nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarım, mefhum, konsept (kavram) veya nosyon.
Değer nedir: isim olarak üstün nitelik, meziyet, kıymet demektir. Felsefede ise değer, kişinin isteyen, gereksinim duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey anlamına gelir.
Siyasetin, sosyolojinin, davranış odaklı disiplinlerin, eğitim ve hukuk süreçlerinin kendini yeniden tartması, gözden geçirmesi, değerlemesi gerek. Tıpkı ekonomik değeri olan yapıların, finansal ve finans dışı kurumların sürekli olarak değerlenmesi yolunun zorunluluk olarak izlenmesi gibi.
Gelişen dünya koşullarına ve farklılıklar gösteren ihtiyaçlara göre yeni senaryoların devreye girmesi ve yeni hikâyelere göre yol haritasının çizilmesi gerekir. Demokrasi tanımının hikâyesi mesela, yüz yıl içinden nereden nereye (çoğunluğun yönetim anlayışından günümüz demokrasi yorumuna) geldi. Şimdi erkler ayrılığı gibi ciddi bir denge denetleme mekanizması, birbirinden başka yetki alanları olan kuvvetler var. Katılımcılık, önceden bilgi sahibi olmak gibi bugüne ait değerler var. Çoğulculuk, şeffaflık ve açıklık gibi sonradan geliştirilerek değer haline getirilen parametreler var. Velhasıl demokrasi, eski demokrasi değil. Bu alana dair kavram ve değerler hatta demokrasinin kendisi bile eskisiyle aynı içerikte değil. Burjuva demokratik ortam, sosyalist demokrasi, gelişmiş demokrasi, ileri demokrasi, formel/biçimsel demokrasi, kurumsal demokrasi vs. vs.
Keza sosyalist teorilerde de durum budur. Sosyalist ideologlar, sosyalizmde ifade edilen mülk konusuna ne zaman tam olarak göz gezdirecek? Özgürlük ve eşitlik arasında ne zaman sağlıklı ve kabul edilebilir bir bağ kurabilecek? Söz gelimi, çok temel olan bu sorunun kavram ve değerler yönünden nihai noktası ne olacak? Özel mülkiyet bakımından toplumsal düzeydeki bir eşitlik, zorun gücü olmadan nasıl sağlanacak? Zor ve baskı yoluyla olacaksa özgürlük nereye konacak, ya da ne olacak?
Hukuk, ne zaman özgür bir alanda tarafsız, bağımsız, yansız hatta yansız görünme niteliklerini elde edip özgürce koruyabilecek? Kurumsal olarak hukuk bu alanda, özgür hukuk kavramı geliştirilerek bir kurala, olmazsa olmaz değere ne zaman erişecek?
Mesela iş insanı tanımı ne zaman objektif bir hale gelecek? Dişiyle, tırnağıyla çalışarak, emek vererek zengin olanlarla devlet bankalarının kredilerini batırarak zengin olanlar ve kötü algılananlar ne zaman birbirinden ayrılacak?
Sevgi ve aşk kavramları gerçek manada ne zaman kullanılır hale gelecek? İbadet isteği ve aynı dine mensubiyet ne zaman kul ve Allah arasındaki mahrem bir iş gibi algılanacak? Kendisi uhrevi olan inançlar silsilesi ne zaman dünyevi olmaktan ve dünyevi olana araç edilmekten uzaklaşacak?
Yazının amacıyla doğrudan ilişkili olmasa da Amorfluk (biçimsizlik) içerdiği için makalede yer vermek istediğim bir konu da şudur: İnsanların çoğu rahatlıkla yalan söyleyebildiği halde, neden yalan söyleyenin sevilmediği gibi bir algı yaratılır. Dünya riyakârla dolu olduğu halde, neden riyakârların sevilmediği söylenir? Neden yalan ve riyakârlık müptezellik sayılır? Bütün toplumlarda para kazanmak için bunca çabaya rağmen neden insanlar birbirlerini paragöz, parayı seven şeklinde kusurlu sayarlar, zenginliği de sanki suçluluk sebebiymiş gibi görürler? Bu türden amorf durumlara yığınla örnek göstermek olanaklıdır. İnsanlık pek çok güzel ve onur duyulacak işin yanında, işine gelme haline de zaman zaman boyun eğmek gibi bir düşkünlüğe, çürümüşlüğe prim veriyor...
Yeniden konumuza dönersek, toplumsal eşitlik ve gerçek manadaki kadın, erkek eşitliği alanında da yeni değer ve kavramlara gerek var. Toplumsal eşitlik çabalarının etkin bir aşamaya geldiği günümüzde, kadınlar, artık erkeklerin yaptığı, yapabildiği işlerin hemen hemen hepsini yapıyorlar. Ağır işler, fizik gücü gerektirenler (kamyon şoförlüğü, futbolculuk, maden işçiliği, makinist) ve daha pek çok alanda kadınlar da erkekler gibi rol üstlenmekte, süreçleri erkeklerle ortaklaşarak ilerletmekteler. Gelinen aşamada bu alana dair kavramlar, değerler, yerleşik teamüller, baştan aşağı gözden geçirilmelidir. İş-bilim adamı kavramı yerine kullanılan iş-bilim insanı kavramında olduğu gibi adam gibi adam yerine düzgün insan, adil insan gibi kavramlar kullanılabilir. Hem bu değerler ayrıca anlam kazanır hem de toplumsal cinsiyet eşitliği yönünden ciddi bir terminoloji oluşur. Bay, bayan yerine kullanılan kadın, erkek sözcükleri, kanımca hem daha doğrudur hem de cins ayrımcılıktan uzaktırlar. ” Elinin hamuruyla erkek işine karışmamak”, “Erkek gibi kadın”, “Kadının yeri evidir” gibi cins ayrımcı atasözleri ya da vecizeler hızla günlük dilden çıkarılmalıdır.
Milletler ve ülkeler kavramı hızla değişiyor. ABD, AB ve hatta İngiltere, Türkiye gibi ülkeler çok uluslu yapılarını geçen her gün zenginleştiriyorlar. Milliyetçilik trendi zaman zaman yükselse bile artık ulus devletler kavramı eskisi kadar güçlü değil. AB’nin 460-470 milyona varan nüfusunun 40-50 milyonu, sayısız milliyete mensup olan Müslümanlardan oluşmaktadır. ABD artık dünya milletlerinin devleti olmaya aday bir ülke. İngiltere ve Türkiye devraldıkları eski mirasları gereği, fazlaca nüfuslu farklı ulusların yaşadığı ülkelere dönüştü. ABD ve İngiltere toplumları, farklı uluslardan insanların yönetimine, gelecekleri hakkında söz ve karar sahibi olmalarına rıza gösterebiliyor. Bu durum gelecekte Almanya ve Fransa gibi AB’nin başını çeken ülkelere de sıçrayabilir. Zira AB projesinin kendisi bile milletler ve ülkeler kavramını ciddi ölçüde tehdit ediyor. Denebilir ki böyle devam ederse bu süreçler, devlet kavramını içeriği ve işlevleri yönünden, kökünden değişmeye, yeni biçimler kazanmaya zorlayacaktır.
Kaldı ki işlevselliği bakımından devlet, artık eski devlet değil ve her yerde farklı özellikleriyle, farklı nitelikleriyle kendini gösteriyor.
Devletin kendisi hâkim sınıfın örgütü müdür mesela? Devlet, üretim araçlarını elinde tutan bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aracı mı yoksa sadece bir tahakküm aracı mıdır? Ya da hakem rolündeki bir düzenleyici ve denetleyici midir ve veya bütün toplumun anası mıdır? Ya da gelecekteki devlet nedir, bunlardan hangisidir, bugünden bunu kim kestirebilir? Marks ve Engels devletin sönümlenmesinden söz ettiğinde, bunun başta Lenin olmak üzere binlerce insanın kocaman hayali olacağını muhakkak öngörmüştü ama süreç bambaşka işledi. Ne yazık ki hayatın onları hangi düzeyde doğruladığı, öngörülerinin hangi düzeyde gerçekleştiği çok açıktır. Marks ve Engels zamanında da bu zamandaki gibi devlet, nispeten uygar ve gelişmiş ülkelerde başka, az gelişmiş ülkelerde daha başkaydı. Aynı imparatorluk farklı toplumlara göre farklı devlet politikası uygulardı. Marksa göre Prusya Krallığı, Almanya’da başka, İsviçre’de başkaydı. Henry David Thoreau’nun (1817-1862) akıllarda yer eden, en iyi devlet yönetmeyen devlettir, belirlemesi, devleti kavramlaştırmada oldukça eski olmasına rağmen, günümüzde de modernist bir yaklaşımdır ve Marks’ın devletin sönümlenmesi teorisine çok yakındır.
Neden kavram ve değerleri yeniden yorumlamak gerekir sorusunun en inandırıcı cevaplarından bir tanesi de dünyanın yönü hakkındaki bildiklerimizde ve kuşaklar arası farkları görmemizdedir. X, y, z kuşakları dünyanın en kalabalık nüfusu. Denebilir ki, oldukça genç olan y ve z kuşaklarının sayısı dünya nüfusunun yarısından fazladır. İstatistiklere göre kırk yaşının altındaki nüfus, kırk yaşından büyük olandan daha fazladır. Diğer bir deyişle her gün yeni ve değişik bir şeyler yapmak isteyen taraf güçleniyor. İnovasyon (yenileşim) süreci denilen bu aşama z kuşağıyla daha kreatif (yaratıcı-yaratımcı) bir konuma geliyor. Çoğu zaman olabilecek en iyi şeyi yapmak ya da en iyi durumda olmak mümkün olmaz. Yeni ve değişik bir şeyler yapmanın peşinden koşmak işte bu yüzden önem kazanıyor. Bilerek, farkında olarak, yenisini veya iyisini aramak, yenisini ve daha iyisini bulmayı amaçlamak, fütürizm (gelecekçilik) gibi trend bir kavramla da örtüşüyor. Durmadan aramak, iyisini bulmak, iyisini bulmayı umut ederek çalışmak, daha iyisinin var olduğuna, olası olduğuna inanmak. Kavramları yeniden tanımlamak da böyle bir serüveni gerektirir. Dün, bugün ve yarının olası olguları arasında korelasyon (bağıntı) kurmak; kavramları yeniden yorumlamak, anlam zenginliğine eriştirmek, onları günün ihtiyaçları çerçevesinde ele almak gibi bilimsel süreçlerin her birisi zorunluluk haline geliyor.
Evrendeki her şeyin bir geçmişi, bir öncesi var. Eskiyle, yani dünle bağı olan her hikâye gibi sözün de, dilin de geçmişle mutlak bağı ve ilişkisi var. Bu zenginlik, yani ilişkili olma hali, kavram dünyasının ele alınma tarzı bakımından ciddi fırsatlar oluşturuyor. Tarihi önemdeki bu bağ, bilişim alanındakilerle paralel hızda gelişmese bile insan hayatını, güvenliğini, yaşanabilir çevre, haklar, olanaklar ve özgürlükler denkleminde yeni pencereler açmaktadır.
Artık ekonomik büyüklüklerde ne enerji şirketleri ne de ağır sanayi kuruluşları başı çekiyor, artık teknoloji ve bilişim alanındaki şirketlerin değeri dünya ekonomisinin üst sıralarını paylaşıyor. Son yıllarda Apple, Amazon, Microsoft, Alphabet (Google), Facebook, Alibaba gibi bilişim şirketleri ekonomik değer bakımından dünyadaki ilk sırları işgal ediyorlar.
Geride bıraktığımız bin yılın sonundan bu yana ya da bu yüz yılın başından beri, dünya baş döndürücü hızla gelişiyor. Milenyum çağı, denilen bu yüzyıl insanlığın tarih boyunca yapamadıklarının çok daha, belki milyonlarca kat fazlasını başardığı bir dönem olacağa benziyor. Bin yıl içinde hiçbir yüz yıl yoktur ki içinde bulunduğumuz ve öncesindeki yüz yıllar kadar baş döndürücü ve hızlı gelişmelere sahne olmuş olsun. Son yüz yirmi yıl, arkada kalan dokuz yüz yıldan bin kat hatta milyon kat daha bilim, teknoloji ve insan odaklı gelişmelere sahne oldu. Geçen yüzyıllarda çağ açıldı, kapandı, yığınla şey icat edildi ama hiçbiri on yıllardır yaşanan hızlı değişim kadar etkili olamadı.
Gelinen aşamada bilgi toplumu nimetlerini bir bir sunmaya başladı. Kestirilemez olan bu gelişim düzeyi, bilişim hızının ürkütücü boyutlara erişmesinin ihtimaller dâhilinde olduğunu gösteriyor. Bu günleri öngörürcesine, “Bilmek, egemen olmaktır.” ya da “Bilgi güçtür,” sözlerini söyleyen İngiliz bilim insanı Francis Bacon, yeni çareler uygulamayan, yeni belalar beklemelidir; çünkü zaman en büyük yenilikçi diyerek yenilik kavramına hak ettiği en büyük değeri atfetmiştir.
Hiç şüphe yok ki, siyaset, hukuk, ekonomi alanında olduğu gibi eğitim alanında da yeni şeyler söylemek ya da yenilik yapmak kaçınılmazdır. Ayrıca eğitim süreçlerinin toplumların geleceğindeki büyük etkisi kuşku götürmez bir gerçektir. Zira eğitimde de yeni kavramlara değerlere yönelmekte yarar var. Bu alanda bir ülke, son yıllarda, dünyanın geri kalanından pozitif olarak ayrışmaya başladı. Bunca gelişmiş ülkeye rağmen, Finlandiya eğitimde, gıpta edilen ciddi ve saygın bir konum elde etti. Finlandiya’daki eğitim süreci neden farklıdır ve neden başarılıdır, kısaca bakmakta yarar var?
Söz gelimi Finli öğrencilere eğitim hayatlarının ilk altı yılında hiçbir şekilde not verilmiyor. Sekizinci sınıfın sonuna kadar not verme zorunluluğu yok ve öğrenciler standardize edilmiş bir sınav sistemine tabi değiller. Sadece 16 yaşlarındayken ülke genelinde bir sınava giriyorlar. (Pasi Sahlberg) Dolayısıyla sınav ve not baskısının yol açtığı yeni gündemler ve süreçler oluşmuyor. Dershane, özel ders, koşturan öğrenci, proje çocuklar, trafik, ekonomik zorluk gibi ilave sorunlar ortaya çıkmıyor.
“Öğretmenler gün boyu sınıfta ortalama dört saat ders veriyor. Haftada iki saati ise mesleki gelişimleri için eğitimlere katılmak için ayırıyorlar. İlkokulda öğrencilerin ders dışı/teneffüs olarak geçirdikleri zaman toplam 75 dakika. Amerika’da bu oran 27 dakikaya kadar düşüyor. Türkiye’de ise ortalama 45 dakika.
“Öğrencilere ödev verilmiyor çünkü öğrenmenin yeri okuldur. Her çocuğa bir birey olarak değer veriliyor. Çocuklardan biri yeterince iyi öğrenemiyorsa öğretmenleri bunu hemen fark ediyor ve çocuğun öğrenme programını onun bireysel ihtiyaçlarına göre düzenliyor. Aynı şey, okula uyum göstermeyen, sıkılan ya da öğrenim durumu programın ilerisinde olan çocuklar için de geçerli.
“Öğretmenlerin yüksek eğitim düzeyi, çocukların her türlü gelişimini gözlemleyebilmelerini ve esnek çözümler yaratabilmelerinin en önemli nedeni. İstatistiklere göre çocukların ortalama %30’u eğitim hayatlarının ilk dokuz yılında özel programlarla destekleniyor.
“Finlandiyalı çocukların okul yaşamı, Finlandiya’nın bizzat uygulamakta olduğu gençlik ve eğitim politikalarının sonucudur; PISA testlerinin değil. Fin eğitim sisteminde okuma becerileri, bilim ve matematik okuryazarlığı kadar sosyal bilimler, görsel sanatlar, spor ve pratik becerilerin geliştirilmesi de önemli. Finli çocuklar anaokulu ve ilkokul hayatları boyunca oyun oynar ve zevk alarak öğrenirler. Finli öğretmenler de, ebeveynler de matematik veya fen derslerindeki soyut kavramları öğretmenin en iyi yolunun müzik, drama ya da spor uygulamaları olduğunu düşünür. Akademik ve akademik olmayan öğrenme biçimleri arasında kurulan bu denge çocukların okuldaki mutluluğunu sağlamanın büyülü formülüdür. PISA testleri, okul yaşamının çok önemli olan bazı kıstaslarını değerlendirme dışında bırakıyor.” (Pasi Sahlberg, Gonski Eğitim Enstitüsü'nde Eğitim Politikası Profesörü, Sidney, Avusturalya)
Pasi Sahlberg, dokuz başlık altında topladığı araştırmasında Finlandiya’daki eğitim sisteminin başarısının nedenlerini araştırmış ve kendince bunun sebeplerini ortaya koymuştur. Bunlardan birkaçını burada ifade etmekle yetiniyorum. Pasi Sahlberg’in yazısı, yeni ve farklı şeylerle başarının elde edilebileceğine, değer ve kavram konusuna yeni pencereler açılabileceğine iyi örneklerden bir tanesi.
Uluslararası kurumlara, örgütlere, devletlerarası ilişkilere bakışta da siyaset kurumu, yeni değer ve kavramlarla iş görmelidir. ABD-Türkiye, ABD-Rusya, AB-Türkiye ve daha pek çok bölge ve ülkeyle ilişkiler yönünden izlenen dış politika, bir yandan mevcut jeopolitiğin izlerini taşırken bir yandan karşılıklı olarak yönetim kademesindeki siyasi iradenin yönetme karakterini ele vermektir. Günübirlik politikaların etkisiyle siyasete ve ilişkilere yön verme isteği, şüphe olmasın ki eskimiş ve köhnedir artık. Örneğin AB-Türkiye ilişkileri sanıldığı gibi pamuk ipliğine bağlı olmadı hiçbir zaman. AB yönünden ise çok daha temel ve hayati konular göze çarpıyor. Türkiye’deki ticaret hacminin ana gövdesini AB oluşturuyor. Ayrıca son on altı yılda, Türkiye’de yapılan doğrudan yatırımın yaklaşık yüzde yetmiş beşi Avrupa kaynaklıdır. Beş milyon Türkiyeli Avrupa’da, büyük çoğunluk Almanya’da yaşıyor ve anılan Türkiyeliler içinde, artık büyük şirketleri olan pek çok kişi var. Toplamda kırk milyon Müslüman barındıran Avrupa, bu büyük kitlenin en çok dönüp baktığı, sözünü dinlediği, yüzünü döndüğü ülkenin Türkiye olduğunu biliyor. Türkiye’nin 500 milyar dolara varan dış borcunun (kamu-özel)* önemli bölümü Avrupalılaradır. Avrupa banka ve sanayi sermayesiyle Türkiye banka ve sanayi sermayesi hiç olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Pek çok büyük banka ve şirketin Avrupalı ortağı var. Türkiye, Avrupa’ya yönelen göç dalgasının geçiş noktasındadır. Türkiye’de, Avrupa’ya iltica etmek için gitmek isteyen ve her an canını veren, çoğunluğu Suriyeli beş* milyondan fazla mülteci yaşıyor. Seksen milyon nüfuslu Türkiye kendi içinde devasa ve ciddi bir göç potansiyeli taşıyor. Olası derin bir buhran söz konusu olduğunda Türkiye nüfusunun yarısından çoğunun AB ülkelerine göç edeceği gerçeği herkesçe biliniyor. Yukarıda sayılanlar ve daha pek çok veri nedeniyle Türkiye, Avrupa için bu bölgenin en stratejik ülkesi haline gelmiştir. Denebilir ki Türkiye AB için hem bir müttefik ve pazar hem göç yolları üzerindeki ileri bir karakol hem tampon bölge hem de yönü AB olan göç dalgasının, barikat bölgesi ya da eliminasyon (eleme)* alanıdır. Türkiye aynı zamanda kırk milyon Müslümanın Avrupa’ya entegrasyonunun (uyum)* ayar düğmesidir.
Diğer yandan sadece EBRD (European Bank For Reconstruction And Development) Türkçe adıyla Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, her 6 Avro yatırımının birini Türkiye’ye yapıyor. EBRD yakın zamana kadar İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın yüzde onuna sahipti. Geçen yılın (2019) sonlarına doğru bu payını varlık fonuna devretti. Yukarıda aktarılan söz konusu parametrelere bakmak bile soğuk savaş döneminin kavram ve değerleriyle uluslararası ilişkilere ve çok uluslu kurumlara, örgütlere ilişkin siyaset üretmenin isabetsizliğini ortaya koymaktadır.
Yazının sonuna yaklaşırken haklar alanındaki kavramların ve değerlerin zaman içinde geldiği noktaya hep birlikte bakalım istiyorum. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nden birkaç başlık verdikten sonra, biraz da haklar alanına göz gezdirelim.
“Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.
“Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
“Hiç kimse kölelik veya kulluk altında tutulamaz.
“Hiç kimseye işkence yapılamaz; zalimce, insanlık dışı, onur kırıcı ceza verilemez veya davranışta bulunulamaz…”
İnsan hakları mücadelesinin eşsiz serüveni bakımından nereden nereye geldiğimizin ve ulaştığımız noktanın daha iyi anlaşılması için temel haklar ve üçüncü kuşak haklara değin yaşanan sürecin izlenmesinde sonsuz yarar var. İnsanlığın gelişen mücadelesiyle beraber onun kavram ve değerleri de durmadan değişti ve gelişti. Kısaca bu değişim sürecine göz atarsak: Haklar alanında, insanlığın dişiyle tırnağıyla mücadele edip kazanarak kat ettiği mesafe aşağı yukarı şu şekildedir. Birinci kuşak ya da bireysel haklar:
Yaşama ve Özgürlük Hakkı, Kölelik Yasağı
İşkence Yasağı, Kişi Olarak Tanınma Hakkı
Hukuk Önünde Eşitlik, Etkili bir Hukuk Yoluna Başvurma Hakkı
Keyfi Tutma Yasağı, Adil Yargılanma Hakkı
Mahremiyet Hakkı, Seyahat Özgürlüğü
Sığınma Hakkı, Vatandaşlık Hakkı
Evlenme ve Ailenin Korunması Hakkı, Mülkiyet Hakkı
Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü, İfade Özgürlüğü
Toplanma ve Örgütlenme Hakkı, Katılma Hakkı
Yeni değerler ve yeni kavramlar kıskacındaki bireysel haklardan toplumsal haklara geçiş süreci oldukça sancılı olmuştur. Örneğin kadınlar, hem temel belgelerde hem de pek çok ülkede siyasal hakların kapsamı dışında tutulmuştur. Keza işçiler de. İkinci Kuşak Haklar (Sosyal Haklar): Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar olarak da nitelendirilen ikinci kuşak hakların doğuşunun temelinde, sanayi devrimi vardır. 19. yüzyılda, eşitlik ve özgürlük herkese tanınmıştı ama herkes özgürlüklerden yararlanamıyordu. Bireylerin eşitlik ve özgürlüğü, soyut ve kuramsaldı. Buradan hareketle ortaya çıkan sosyal hakların uluslararası düzeyde tanındığı ilk belge, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir. İkinci kuşak haklar şunlardır:
Sosyal Güvenlik Hakkı, Çalışma, Adil Gelir ve Sendika Kurma Hakkı, Dinlenme Hakkı, Eğitim hakkı, Kültürel Yaşama Katılma Hakkı, Sağlık, Beslenme ve Konut Hakkı, Grev ve Toplu Sözleşme Hakkı
Üçüncü Kuşak Haklar (Dayanışma Hakları): Dayanışma hakları da denilen üçüncü kuşak haklar, belli bir topluluk halinde yaşam anlayışını yansıtır. Bu haklar hem bireylere, hem de toplumun tümüne aittir. Bu hakların sağlanması için sadece devletlerin karışması yeterli değildir, birey ve grupların da yani toplumda yaşayan herkesin etkin biçimde katılımı ve çabası gereklidir. Dayanışma haklarını doğuran nedenlerin başında, bilimsel ve teknik ilerlemenin yarattığı sorunlar gelmektedir. Çevre kirliliğinin korkunç boyutlara ulaşması, nükleer silahların tüm insanlığı yok edebilecek bir savaş tehlikesine yol açması, ülkeler ya da bölgeler arasında çok büyük gelişme farklarının bulunması ilk akla gelen ciddi sorunlardır. Giderek önem kazanan ve henüz oluşum sürecini tamamlamamış olan üçüncü kuşak hakların yeni nesillere denk gelmesi, algı oluşumunda ve değerler sisteminde yeni ufuklar açıyor. Üçüncü kuşak haklar; Barış Hakkı, Çevre Hakkı, Halkların Kendi Kaderini Tayin (Self-Determinasyon) Hakkı, Gelişme Hakkı, Herkesin İnsanlığın Ortak Mal Varlığından Yararlanma Hakkı gibi modern ve ileri hakları içeriyor. Dünya artık çok kıymetli ve tükettiğimiz kaynaklarıyla ilgili kaygılarımız var. Doğa hakkında eskisi kadar obur ve kıyıcı değiliz. Bu da haklar, görev ve sorumluluklar noktasında yeni kavramları, daha çok gündeme getirebilir. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi:
Fiziksel İhtiyaçlar: Açlık, susuzluk, cinsellik, oksijen, uyku vs gibi temel fizyolojik ihtiyaçları kapsayan basamaktır. Maslow’a göre piramidin en önemli kısmı fiziksel ihtiyaçlardır.
Güvenlik İhtiyacı: Tehlike durumundan korunma, emniyette olmayı kapsayan basamaktır.
Ait Olma ve Sevgi İhtiyacı: Fiziksel ve güvenlik ihtiyaçlarını yeteri miktarda karşılayan bir insan üçüncü kısım olan ait olma ve sevgi ihtiyacı için motive olabilir. Bu basamakta birey, arkadaş, sevgili, eş, çocuk eksikliklerini giderme yoluna girer.
Değer İhtiyacı: Alt basamaklar yeterince doyurulduktan sonra ortaya çıkan basamak, değer ihtiyacıdır. Bu aşamada birey, hem kendine güven ve saygı duyar hem de başkaları tarafından saygı duyulan biri olarak görülmek ister.
Kendini Gerçekleştirme: Bu basamakta birey, hayattan ne istediğini, hayatta nasıl bir yol izlemesi gerektiğini, neyi başarmak arzusunda olduğunu sorgular.
Niyet okumak yerine, olaylara ve olgulara bakarak hareket etmek, artık günümüz aktörlerinin en önemli referansı haline geliyor. Veri odaklı politikalar, siyaset ve ekonomi alanında verileri esas almak; hayatın diğer pozitif alanlarında ölçülebilir verilere bakmak; oraları (verileri)adreslemek ve oralara göre pozisyon almak günümüzün ve geleceğin temel yaklaşım parametrelerini oluşturuyor. Açık ki bilim geliştikçe insan, dolayısıyla toplum hızla gelişiyor. İleri yöndeki bu atılımlar tabiattaki bütün canlılar yönünden yeni fırsatlar sunuyor.
Son söz yerine. Elbette yeni şeyler söylemek zordur. Pakistanlı şair ve filozof Muhammed İkbal, “Yeni bir günün doğması için, birçok yıldızın batması gerekir,” demektedir. Yenilik ve yeni şeyler söylemek, doğum sancısı gibidir. Ayrıca korkutucudur, cesaret gerektirir. Zira kimi yenilikler, güç odaklarını ürkütür, müesses nizamı sarsar, kimi düzenleri bozar. Bu yüzdendir ki Montaigne, “Bir devleti hiç bir şey yenilik kadar rahatsız etmez: değişiklik hep kötülüğe ve zorbalığa yol açar,” demiştir.
Bilmeliyiz ki değerleri ve kavramları yeniden ele almak, zor olsa bile imkânsız; cesaret gerektirse bile, korkulacak şey değildir.
(*) Deng Dergisi112. Sayı (Kasım 2018) için kaleme aldığım Ekonomik Dalgalanma Bağlamında Yeni Türkiye, Eski Sorunlar başlıklı yazının, bu yazı için güncellenen bölümleri. (Toplam beş kelime eklendi. (kamu-özel)*, içerikle ilgili eklenen (2) kelime. beş* değiştirilen (1) olmak üzere toplam (3) kelime. (eleme)*, (uyum)* yabancı kökenli terimin Türkçe karşılığı olarak eklenen (2) kelime)