Sorunlu Cümleler ve Basmakalıp Sözcükler Üzerine | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Sorunlu Cümleler ve Basmakalıp Sözcükler Üzerine

YazarResmi

                                                                                          (Sorunlu Cümleler, Basmakalıp Sözcükler ve Olumsuz Etkileri Üzerine)

                                                                Beğenmediğiniz bir şeyi alkışlamak, yalan söylemenin birçok çeşidinden biridir.  

                                                                                                                                                               Goerge Bernard Shaw

                                                             Bu yazıda önder ve lider sözcükleri eş anlamda kullanılmıştır. (ÜT

Oldum olası bazı cümleler ve klişe(basmakalıp) sözcükler dikkatimi çekmiştir. Olur olmaz yerde, buydu şuydu türünden konularda kullanılan “herkes”, “her yer”, “her yerde”, “her şey”, “hiçbir”, “her zaman”, “hep”, ”hepiniz”, “hepimiz”, “herkes şunu yapsın, bunu yapsın” gibi sözcükler bunların bir bölümünü oluşturuyor.  “Millet iradesi”, “milli”, “yerli”, “ulu önder”, “önder”, “yüce”, “tek ve biricik”, “biricik parti ya da örgüt”, “ bu millet seninle gurur duyuyor”, “bu taraftar seninle guru duyuyor”, “burası seninle gurur duyuyor, şurası seninle gurur duyuyor”, “’Türkiye seninle gurur duyuyor’, ‘Türkiye’nin gururu’”,  bir milletin ya da bir ülke vatandaşlarının bütünü anlamına gelen; “Kürtler”, “Türkler”, ”Çinliler”, “Almanlar”, “Fransızlar”, “Sırplar” “Araplar” gibi kelimeler ve cümleler ise toplumun kimi kesimleri tarafından sevilmesine rağmen, bana öyle geliyor ki çoğu zaman bir soruna neden oluyor. Bu alanlarda o kadar çok sorunsallık (doğru olma ihtimali bulunmakla birlikte, şüphe uyandıran, kesin olmayan, problematik) durumu var ki, değmeyin gitsin. Ünlü bir ifadeyle söylemek gerekirse dilin kemiği yok.

            Konumuz dışında kalan kimi kalıp sözler de var elbette. Bunların çoğu toplumsal kültürün doğal sonucu olarak atasözleri ve deyimler gibi dile yerleşmiş, nesilden nesille taşınmış ve günümüze kadar gelmiştir.

Sorunlu cümle ve klişe sözcüklerin çok az da olsa bir bölümü, ne yazık ki zaman içinde şüyuu vukuundan beter sözcükler halini alırlar. Yani bir şeyin dedikodusunun yapılmasının onun gerçekleşmesinden daha kötü olduğu duruma gelirler. Söz gelimi iyi ölçüp biçmeden, “lider” denerek baş tacı edilen birisi kolaylıkla ülkenin, toplumun, partinin başına bela olabilir. Güven duyularak, hukuk kurallarına dayanmayarak ve kaydı kuydu olmayarak, “yediemin” sayılarak ya da “yediemin” kabul edilerek mal mülk teslim edilen biri, sizi dımdızlak ve beş parasız ortada bırakabilir. Birçok alana ilişkin olarak bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.

 Öte yandan “’Führer’, ‘Duçe’”(*), gibi siyasal söylem ve bağlılığın ifadesi kabul edilen adlandırmalar var. Siyasi söylemlerle ve mahalle baskısıyla “büyük kurtarıcı”, “yüce Lenin’in ülkesi”, “Atatürk Türkiye’si”, “ulu önder”, “ulu önder Lenin’in ülkesi”, “ümmetin lideri”, “milletin lideri” benzeri kavramlar da var. Denebilir ki bu tür kavramları ezber haline getirmek ve bütün toplum kesimleri bakımından kullanılır kılmak için örtülü ya da açık biçimde ikna süreçleri işletiliyor. Zaman içinde yaygınlık kazanan ve toplumun belli kesimlerine mal olan, belli bir kesimi ifade eden kavramlar, dönemine göre işin ilgilileri tarafından oldukça kabul görüyor. Üzülerek belirtmeliyim ki hem dindar olup hem de falancanın ülkesi diyecek kadar aşırıya kaçanlar bile oluyor.

Birini sevmek, birini övmek için onu Allah yerine koymaya gerek yok. Belli amaçlar uğrunda mücadele eden tarihi kişilikleri kutsamak, onları sembol haline getirmek ya da onları tapılacak kimseler raddesinde görüp tabulaştırmak nedense insanların işine geliyor. Hâlbuki bu kadar abartmadan da değer vermek, saygı göstermek, birine duyulan sevgiyi ifade etmek ya da sevip saydıklarımızın anılarını canlı tutmak mümkündür. Bir şeyi, bir insanı, bir ülkeyi alkışlarken, överken, severken ya da yüceltirken bir başka şeyi, bir insanı, bir ülkeyi yuhalamak, yermek, nefretle anmak, küçültmek veya küçük düşürmek kolaylıkla adet haline gelebiliyor. Hiç gerek olmadığı halde, stratejik amaçlarla, cepheyi kaybedip savaşı kazanmak umuduyla atılan bu tarz adımlar, önünde sonunda insana dair iyi değerleri hedef alıyor. Bir tercihten çok zorunluluk olması gereken insan kalma idealine zarar veriyor. Zira hayat boyu korunması gerekecek, bir tercih değil, zorunluktur denilebilecek nadir şeylerden biri de insan kalma çabasıdır.

Kim ya da kimler için söylendiğinden bağımsız olarak ifade etmem gerekir ki, sorunlu cümle ve basmakalıp(klişe) sözcüklerin bazıları, zaman içinde, toplum kesimleri yönünden karşıtlığın, restleşmenin ve inatlaşmanın araçları haline gelirler. Hangi değerin, hangi fikrin ya da hangi milletin yüceltilmesinden azade olarak söyleyebilirim ki, bu tarafta yer alan(herhangi topluluğa dair genelleme içeren üslup) sorunlu cümle ve klişe sözcüklerin de varacağı yer aynıdır. Kutuplaşma, karşıtlık, restleşme ve farklı cepheleri tahkim etmenin sonucunda giderek düşmanlaşma.

“Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Köylü milletin efendisidir”, “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” gibi vecizeler, döneme özgü olduklarından bir yere kadar tolere edilebilirler. Toplumsal gelişim iradesine katkı yönünden, köylüye değer verilmesi ve köylünün hakir görülmemesi bakımından, ‘Köylü milletin efendisidir,’ motivasyon(isteklendirme) ve üretim için, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir,’ denebilir veya insanlar hurafeye, üfürükçüye, cinciye inanmasınlar diye, ‘Beni Türk hekimlerine emanet ediniz,’ özlü sözü kullanılabilir. Ne var ki bu gibi vecizeler, kalıplaşır, siyasetin propaganda aracına dönüşür ve başkalarından üstünlüğün ifadesi haline gelirse durum bambaşka vaziyete döner, hiç amaçlanmayan bir yere, belki de sorun üretecek bir noktaya varır. Toplumun tecrübeleriyle sabittir ki, yasal ya da toplumsal yönden meşrulaştırılan hatta isimleştirilen kimi adlandırmalar zaman içinde ayrıştırmanın, ayrımcılığın sembollerine dönüşebiliyor ve yeni sorunlu alanlar oluşturabiliyor. Türkiye’de Atatürk isminin ve Atatürkçülüğün etrafından yapılan tartışmaların önemli bir kısmı, kanımca bundan kaynaklanıyor. Gerekli olsun ya da olmasın bu tip hamleler, toplumları şu taraftan ya da bu taraftan olanlar veya olmayanlar diye ikiye bölebiliyor. Aynı zamanda bu tür kavramlar, anlamları ve çağrıştırdıkları şeyler nedeniyle doğal olarak(etimolojik) sıkıntılı alanlar açabiliyorlar.

Gelecekte insanlar hiç çalışmadan geçinecekler öngörüsüyle, bir milleti, sosyal bir kesimi ya da bir kişiyi öven vecizeler arasında, başta sorunlu cümleler konusu olmak üzere, pek çok yönden fersah fersah fark vardır. Sorunlu cümleler ve basmakalıp sözcüklerle birçok işin omurgasını ve bel kemiğini oluşturan mesaj ya da niyet edilen amaç karartılabilir, bambaşka bir araç, yeni bir siyasal söylem hatta nefret söylemi ortaya çıkabilir. Sorunlu cümlelere ve klişe sözcüklere her zaman yeni pencereler açmak, onlara alternatifler bulmak kolaydır. İster söz ortamı ister söz havuzu ister söz hafızası olsun, söz konusu yer, Dilin kemiği yok cümlesine uygun olarak çok geniş bir alan ve bu alanda pek çok çelişkiye, tartışmaya yer var. Açık ki sorun, cümle ya da sözcükte değil. Sorun sözcük ve cümlelerin, insanlar üzerinde bıraktığı ve onları rahatlıkla kimi hedefler için araç haline getirebileceği negatif etkidedir.

Genellikle herhangi bir dine mensup, herhangi bir takımın taraftarı, herhangi bir milliyetten veya partiden olur insanlar. Nedense insanların bu gibi aidiyetleri, seçkin bir grup, yönetici elit ya da adına örgüt denilen veya elinde güç olan hiyerarşik bir odak tarafından çoğunlukla istismar edilir. Tarih boyunca insanların bağlılıkları ya insanlar eliyle kullanıldı ya da istismar edildi. Aynı türden olsak da ne acıdır ki insan türünün bir kesimi çok obur, hiçbir zaman ve hiçbir şeyle doymayacak kadar doyumsuz ve istekleri sınırsızdır.

Yazının bu bölümünde, pek çoğumuzun bildiği, klişe ya da basmakalıp dediği hatta kullandığı kelimelerin sözlük anlamına bakalım istiyorum. Özgünlüğü olmayan, değişiklik göstermeyen, bilineni tekrarlayan bir biçimde, harcıâlem, klişe veya sloganvari sözcüklere, klişe veya basmakalıp sözcükler denir.

Dilin ve iletişim süreçlerinin önemli bir parçası olan sorunlu cümleler ve basmakalıp sözcükler, en çok siyasetin malzemesi edilirken esas amaçlarından koparılabiliyor. Aynı zamanda; halk diline yerleşen, ezber haline gelen ve dile pelesenk olan bu sözcükler, bir yandan da yeni nesillerin şekillenmesinde dilin, sözcüklerin rolü oranında olumsuz yönde etkili olabiliyorlar. Bir ara, aynı dönemde izlediğim en az üç televizyon dizisinde, müptezel sözcüğünün bilerek ifade edildiğini fark ettim. Bu dizilerin üçünde de müptezel kelimesi, en az iki kez, olur olmaz ve gerekli gereksiz şekilde kullanıldı.

Bazı değerler vardır ki hiçbir saygısızlık ondan bir şey eksiltmez, ne kadar abartılırsa abartılsın hiçbir saygı da onun büyüklüğünün önüne geçemez, onu olduğundan daha büyük gösteremez. Hangi millet olursa olsun, onu başka milletlerden daha yüce gördüğümüz anda tehlike başlar.

Kuşku olmasın ki bir milleti yüceltirken başka milletleri değersizleştiren hiçbir övünme ve yüceltme, nefret söyleminin kıskacından kurtulamaz.

Bazı durumlarda çok ihtimaldir ki, millet çıkarını savunduklarını sananlar, aslında bir kliğin, bir zümrenin çıkarını savunduklarının farkında olmayabilirler. Milliyetçilik sırat köprüsü gibidir, ipince bir kıl üzerinde yürümeye benzer. Bir tarafı ulvi değerler, millet ve ülke çıkarlarını savunmak, fedakârlık; bir tarafı imtiyazlı zümre kuluçkası, ırkçılık yuvası, kibrin ve diktatörlüğün tuzağı, zulüm ve daha birçok melanettir. Ayrıca bir şeyi çok dillendirmek, onu çok istediğini, çok sevdiğini iddia etmek, her zaman o şeyi gerçek manada değerli bulduğun, önemsediğin, koruduğun ya da sevdiğin anlamına gelmez.

Aynı sipere yığınak yapmak, aynı değirmene su taşımak, şuna ya da buna odaklanarak bir şeyci olmak gibi şuydu buydu bahanesiyle bir taraftan olmak ve o tarafı yüceltmek de önünde sonunda sorunlu bir alan açıyor. Buna milliyetçilik de dâhildir. Nerede ve hangi şartlarda bulunduğun, hangi ulusun milliyetçisi olduğun pek fark etmez. Elbette ezilen ve ezen ulus milliyetçiliği arasında görece farklar olur ama o fark, terazide, kimliklerin haklarını savunmak üzerinden tartılır, kimlikleri yüceltmek üzerinden değil. Yücelttiğimiz her kimlikle başka kimlikleri aşağılıyoruz. Üstün saydığımız her bireyle aşağı bir yer tanımı yapıyoruz. Üstün insan, üstün ırk vesaire hep bu yanılgının, körü körüne taraftarlığın beslediği sorunlu kavramlar olagelmiştir. Şura insanı hep mert ve yiğittir, beri taraftakiler, yani bura insanı korkak ve güvenilmezdir algısı ve ön kabulü aynı değirmene su, yanlışlar cephesine mühimmat taşıyanların çabasını ifade eder. O değirmen ki güzel değerleri öğütür; o cephe ki hedefi iyi ve hoşgörülü insanlardır. Kendini yüceltirken başkasını alçaltmak da, birini alçaltarak birini ya da kendini yüceltmek de insanın kendi türüne büyük bir haksızlıktır. Aslına bakarsanız insanın kendini fazla bir şey zannettiği bütün haller, ne yazık ki çok tehlikelidir.

Milliyetçilikten söz etmişken ve yeri gelmişken bir konuya değinmekte yarar görüyorum. Vaktiyle Lenin(hafızam beni yanıltmıyorsa eğer), ezen ulus milliyetçiliğiyle kıyaslamak bakımından ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici olduğunu söylemiş. Burada kıyas için kullanılan ilerici ifadesi, zamanla iyi, gerekli, olursa zarar gelmez hatta olursa iyi olur gibi anlamlar içerilerek günümüzde bambaşka bir motto(ilke, söz) halini aldı. Lenin, ezilen ulus milliyetçiliğinin, baskıya ve haksızlığa karşı, bir hak mücadelesi içermesi yönünden ilerici olduğunu söylüyor. Bu doğrudur ayrıca. Hiç şüphe olmasın ki Lenin, bir milletin başka uluslarla yarıştırılmasının, başka uluslara göre taşıdığı özelliklerinin övülmesinin ya da başka uluslarla kıyaslanmasının ilerici olduğunun imasında bile bulunmuyor. Değil Lenin, aklı başında hiç kimse, kanımca bu yanlışlığa düşmez. Zira bu mantığın iki adım sonrası, yirmi dört ayar ırkçılığa varır.

 

Sorunlu Haller, Cümleler ve Basmakalıp Sözcükler Üzerine Serbest Kürsü

 

Konumuz olmasa da bu yazıda, daha çok sorunlu haller, yer yer sorunlu cümleler ve sözcükler üzerine kendi kavlimce aforizmalara başvuracağım. Bu gibi durumların toplumsal hafızada yer açtığı büyük yanılgıları ve ezbere dönüşen alışkanlıkları, bilerek ya da bilmeyerek oluşturulan algıları, az çok biliyorum.  Aynı zamanda, toplumsal reflekslere olumsuz anlamdaki katkılarının da farkındayım. Sırf bu yüzden olsa bile, yani kişisel tepki düzeyine indirgense dahi, bu mecra, çokça söz edilmesi gereken bir alandır.  Kapsamları yönünden birbirinden farklı şeyler ifade etse de, kısaca sorunlu haller, cümleler ve basmakalıp sözcüklerin, toplumsal hafızada bıraktığı etkilere değinmekte yarar görüyorum. Elbette yazının, yazıyla ifade etmenin denklem, formül veya herhangi bir tedavi yöntemi gibi altın kuralı olmadığını biliyorum. Gönül kabımın doluluğu oranında, bildiğim kadarıyla ve el yordamıyla sözleri eğip bükerek sorunlu hallere ağırlık vereceğim. Yapabilirsem veya mümkün olursa eğer anlamlarında vücut bulan ve onlara ruh veren sorunlu noktalara değineceğim.

Bir grup insan vardır: Oranları ve etkileri değişiklik gösterse de onlara her dönemde rastlarım ve içten içe onlara hayıflanırım.  Bu gruptaki insanlar; bir kimsenin, bir şeyin, bir ailenin, bir düşüncenin kayıtsız şartsız destekçileridir. Çocukluğumun geçtiği Lice’de bazı ailelerin hayranı geniş bir kitle vardı. Sürekli kimi aileleri metheden belli sayıda insan, durmadan dinlenmeden, bıkmadan usanmadan propaganda yapardı. Bunlar maaşlı elemanlar gibiydi. Bugünün sosyal medya trolleri gibiydiler yani. Söz konusu propagandacılara bakılırsa bazı aileler, partiler, kurumlar, isimler her zaman çok yurtsever, çok milliyetçi, çok kahraman, çok cesur, çok fedakâr, çok yiğit, çok yardımsever, çok iyiliksever,  çok hamiyetperver olurlardı. Yine bazı kimseler vardı, önlerine gelen herkese el öptürürlerdi ama dindar ve iyi insanlar olarak anılırlardı. Türkçede el öpmekle ağız kirlenmez diye bir söz vardır. Çocukluğumda yığınla yaşlı insanın, çocukları hatta torunları yaşındakilerin ellerini öptüklerine ya da öpmek istediklerine tanık olurdum. Hatta bir seferinde, 65 yaşından büyük bir hemşerimizin, şeyh olduğu iddia edilen bir insanın arabasının kaportasını ve sağ ön tekerini öptüğüne şahit oldum. Babamın bu duruma çok kızması ve müdahale etmesi üzerine, yaşlı adam, sözde saygı seremonisini sonlandırmıştı.

El öpmenin de, el öptürmenin de, yani iki tarafı da sorunlu olan bu durumun, dini inançlarla, saygıyla, sevgiyle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bunlar olsa olsa, imtiyazlı zümrelerin ve her dönemdeki elitlerin, ulemanın, yerel otoritenin işine yaradığı için kuşaktan kuşağa taşınan diğer hurafeler gibi sorunlu gelenekler ve davranışlardır. Yukarıdaki örnekte de görüleceği gibi zaman içinde, işi akıl almaz noktalara vardıranlar, aşırıya kaçanlar bile ortaya çıkabiliyor. Bazı kimseler de var ki, çok demokrat, çok insancıl olduklarını iddia ederler ama gözlerinin içine bakılarak onları övenlere, onlara insanüstü vasıflar atfedenlere özel sevgi beslerler. Bazıları da methedilmeyi, sevilmeyi, arkadaş ve dostlarından üstün görünmeyi severler. Oturdukları koltuklara âşık olan hatta onlara yapışanlar bile var. Bu insanlara göre, bir ülkeyi, bir partiyi, bir kurumu onlardan daha çok seven, kollayan ve koruyan kimse yoktur. Bu tip insanlar; varsa yoksa kendilerini bilir, sadece kendilerine inanır, kendilerine güvenirler. Yine bu gruplardakiler; gerçek manada sevgi dolu, demokrat ve dindar olan, insancıl düşünen, adaletli ve merhametli birinin rahatsız olması gereken şeylerden pek de hoşnutsuz olmazlar. Ne tuhaf değil mi? Bir de,  köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin, Bal tutan parmak yalar, Armut dibine düşer, Kızını dövmeyen dizini döver gibi doğrudan insan şahsiyetini etkileyen ucube ve garabet klişeler var.

Diğer yandan cinsiyet ayrımcı manada egemenlik kokan, kuşaktan kuşağa aktarılan ezberler, deyimler var. Mesela, çapkınlık yapan erkekleri hoş görmek için kurulan cümle şudur: Çapkınlık erkeğin el kiridir. Yani elini yıkarsa temizlenir demek istenmiştir. Benzer bir cümle de şudur: Para dediğin el kiridir. Yani insanlar bütün zamanlarını, ömürlerini paraya bağlamamalıdırlar. Paraya fazla önem vermemek gerekir. Para, güzel yaşamak için bir araçtır. Para elde kalmaz, harcanır. Harcanırsa işe yarar, bir ihtiyaç giderir. İki ayrı klişe ama biri insanı yüceltip insan olma halini çoğaltırken biri insanı iğdiş edip başkalaştırıyor. Elinin hamuruyla erkek işine karışma, cümlesi de hiç kuşku olmasın ki pek hayırhah bir söylem değildir.

İnsanlar; sembolleri, değerleri, kahramanları, liderleri, önderleri, dünyaya kafa tutanları, göz önünde ve tanınır olanları seviyor. Kreatif ve alanlarında başarılı olanları da seviyor. Pek çok soyut şeyi de seviyor elbette. Güzel söz söyleyenleri, yüze gülenleri, ağzı laf yapanları, suya sabuna karışmayanları ve daha başkalarını…

Yine biliyoruz ki pek çok insan, içindeki beni sevmesine, içinde gizli açık kahramanlar barındırmasına rağmen, başka güçlü egoların arkasına takılıyor? Belki de insanların büyük bir bölümü, bütün zor ve karmaşık işleri başkalarına havale etmek istiyor. Kim bilir, belki de bazı insanlar; ülkeleri, şehirleri, kasabaları, partileri, dernekleri, vakıfları yönetme sorumluluğunu kendisi dışında üstlenebilecek birini arıyor. Birisi hepimiz adına düşünsün, çözüm bulsun ya da üretsin, karar alsın, yönetim görevini üstlensin vesaire diyor.

Gelişim düzeyi ne olursa olsun, toplumların ortak hafızasında; meydan okumak, gücü konsolide etmek(pekiştirmek, birleştirmek), bir arada kalmayı başarmak, moral vermek vesaire nedeniyle söylenen sözler ya da hamaset amacı taşıyan cümleler de az değil. “Milli”, “yerli”, “solcu”, “sağcı”, “devrimci”, “dindar”, “ilerici”, “gerici”, “emekçi”, “köylü”, “işçi” gibi kavramlaştırmalar… Bu sözcüklerle bazen bulunduğunuz taraf, bazen karşı taraf tarif edilir.

Benzer yönde cümleler de var. “Onların doları varsa bizim de Allah’ımız var.”, “İman varsa imkân vardır.”, “İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur”, “Deveden büyük fil var”, “Demirden korkan trene binmez”, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin”, “Dünya beşten büyüktür.”, “Devrimci ahlak”, “Sosyalist Kültür”, “Sosyalist Disiplin”, “Adam gibi adam”, “Aydın insan sorumluluğu” gibi meydan okuma içeren cümleler.

İster ileri ister gelişmiş ister özgürlükçü demokrasi olsun. Demokrasi demokrasidir. Hangi rafa konulursa konulsun ya uygulanır ya uygulanmaz. Ağır aksak uygulananına demokrasi denmez. Özgürlük de böyledir. Yani demokrasi de, özgürlük de bütün kurum ve kurallarıyla vardır. Ayrıca iki değer de herkes içindir. Evrenseldirler, yerelliğin ve dönemsel sebeplerin kurbanı edilemezler. Bir yerde, demokrasi ya vardır ya da yoktur. Onu bir zümre için, bir sınıf için savunmak, onu kısıtlamak ve kerameti kendinden menkul bahaneler yaratarak onu sınırlamak demokrasiyi ortadan kaldırır. Özgürlük söz konusu olduğunda da durum böyledir. Ülke gerçeği ve şartlar ileri sürülerek, şu ya da bu tehditler varsayılarak engellendiğinde, kısıtlandığında özgürlük de, demokrasi de artık yoktur. Bir toplumda, bir ülkede, bir kişiye dahi hoşgörü yoksa o toplum, o ülke demokratik ve özgürlükçü değildir. Hangi nedenle olursa olsun bir kişinin dahi hakları korunmuyor ya da korunamıyorsa aynı durum geçerlidir. Bu durum; partiler, dernekler, küçük gruplar hatta aileler için de geçerlidir. On sekiz yaşını doldurmuş her birey, en az anne ve babalar kadar ailenin karar alma süreçlerinin parçasıdır. Zira demokrasi ve özgürlük fikirlerinin en iyi filizleneceği yer aile gibi sevgi ortamıdır.

Unutmamalıyız ki sağlıklı toplumlar, sağlıklı bireylerden, herkese eşit mesafede duran ve hizmet eden sağlam kurumlardan oluşur. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca yalancının içinden, doğru konuşan birini; bu sayıda korkak insanın içinden, yiğit ve cesur birini; bu kadar cimri ve paragöz içinden, eli açık ve mert birini bulamazsınız. Binlerce görme engelliden, gören biri; binlerce işitme engelliden, duyan biri çıkaramadığımız gibi…

Çoğu zaman bir duygudan başka duyguya geçmek, tutarsız olanla kol kola yaşamaktan başka bir şey değildir. On yıllardır, şartlar bahane edilerek insanlar yarıştırılır, yaşam alanları ve özgürlükleri kısıtlanır, tercihlere zorlanır ya da tercihlerine müdahale edilir ve bu şekilde topluma hazırlanırlar. Paylaşma, dayanışma, ortak yaşam ve ortak gelecek konularından uzak bir şekilde yetişirler. Böyle böyle toplumlar için harç niteliğindeki değerlerden uzaklaşılır. Söz gelimi yarışmalar ve sınavlar düzenlenir. Bir jüri olur veya başka heyetler kurulur ve birilerine puan verilir. Bununla birilerini takdir ederler, birinci, ikinci seçerler. Peki, birinci olmak sıra numarası ya da derece mi yoksa ayırt edici bir özellik mi?  Bu tür ortamlarda oluşan uç duygular, zamanla insanda derin tahribatlar yaratabilir. Mesela bu yüzden ortaya çıkan rekabet duygusu; zaman içinde, bir insanda nefret duygusuna, çevresine zarar veren hırsa dönüşebilir. İnsan farkında olmadan hayat boyu yaşamını rehin alan kötü bir huy edinebilir.

Lider kim, ne işe yarar, hangi egoyu tatmin eder. Liderin kişisel ya da toplumsal kalkınma ve bireysel saygınlık için faydası nedir. Mesela elini öpen onlarca, yüzlerce insanın yüzüne dahi bakmayan biri, lider olabilir mi? Ülkesindeki ve yönettiği partideki insanlar arasında ayrımcılık yapanlar lider sayılabilir mi? Toplumun bir kesimine parmak sallayanlara, had bildirenlere, toplumları dönüştürme güçleri olduğu halde kurulu düzende ısrar edenlere lider denebilir mi?  Sağlıklı bir bilince sahip olamayanlar; bir partiye, sosyal sınıfa, topluma, ülkeye gerçekte liderlik yapabilirler mi?

Mesela eşitlik konusunu ele alalım. Eşitlik çok mu zor ki uygulanmıyor. Adalet imkânsız mı ki hayat bulmuyor. Bir an için şöyle düşünsek: Desek ki eşitlik, eşitliğin sağlanacağı alanlarda olur. Buna göre yeni bir denklem kursak. Yoksulla zengini eşitleyemeyiz ama imkân ve fırsatları eşit olarak kullandırabiliriz. Desek ki sadece yasalar karşısında, haklar ve özgürlükler alanında herkes eşit olabilir. Herkese iş bulamayız ama herkese aş bulabiliriz. Herkese ev veremeyiz ama herkesin barınmasını sağlayabiliriz. Herkese en pahalı kumaşlardan giysi sunamayız ama herkese giyinme imkânı sağlayabiliriz. Zor olsa bile bu gibi adımlar, sorunu basitleştirip uygulanabilir hale getirmez mi? Şurası gerçek ki, çok zor olduğu için değil, bazılarının işine gelmediği için eşitlik uygulanmıyor, hayat bulmuyor. Bu konuda göz ardı etmemek gereken bir nokta da şudur: Şartları ve içinde bulundukları koşulları, imkân ve araçları eşit olmayanlar için eşitlik arayışı, her zaman adaletsizlikle sonuçlanır.

Pek çok spor dalıyla olduğu gibi futbolla da ilgiliyim. Az çok futbol maçlarını izliyorum. Oyun kuralları ve oyunun kendisi hakkında ortalama bir futbol ilgilisinden daha çok bilgiye sahip olduğumu sanıyorum. Türkiye ve Avrupa liglerinde, fırsat buldukça maçlar izliyorum. Hep şunu düşündüm, neden Avrupalı hakemler, Türkiyeli olanlardan daha sağlıklı kararlar üretiyorlar? Avrupalı hakemler de, Türkiyeli hakemler de fiziki görüntüleri yönünden neredeyse aynılar. Boyları, kiloları, fiziki ve biyolojik görünümleri, birbirine yakındır ve ortalama insan özellikleri taşıyorlar. Aynı protokollere ve kurallara bağlılar, hakemlikle ilgili eğitim süreçleri, önceden yaptıkları hazırlıklar, kendilerini moral ve fiziki olarak maça hazırlama yöntemleri, yaptıkları idmanlar aşağı yukarı aynıdır. İki taraftaki hakemler de aynı endüstrinin, futbol piyasasının paydaşlarıdır. Bu devasa endüstri içindeki rolleri, etkileri, çıkarları benzerdir. Aynı kurallara göre karar alırlar, yetkileri aynı ama oyunun sonucunu etkileme yönünde verdikleri kararlar, nedense birbirinden farklı olabilmektedir. Türkiyeli ve Avrupalı hakemler aynı kurallar, protokol ve yönetmeliklerle maç yönettikleri halde farklı kararlar alabiliyorlar. Kanımca bunun en bariz nedeni, Avrupalı insanla Türkiyelinin içinde yetiştiği toplumsal şartlardır. Toplum baskısı ve kişisel gelişim yönünden içinde bulundukları şartlar da aynı öneme haizdir. Unutmamak gerekir ki, içinde korku üreten, korku yaşatan, evlatlarına baskı yapan toplumlardan sağlıklı bireylerin çıkması zordur. Sağlıklı birey çıkarmakta zorlanan toplumlar, adil yönetim sergileyebilecek hakemler bulmakta, doğal olarak güçlük çekerler. Bana kalırsa bu gibi nedenlerledir ki Türkiye’de futbol, yapısal sorunlar yaşıyor ve istendiği düzeyde gelişmiyor. Ayrıca her alandaki özgürlük ve demokrasi ortamının bu tarz süreçlerdeki rolünü unutmamak gerekir.

Kendi gözlemlerimden hareketle söyleyebilirim ki yaygın bir ebeveyn eğilimi var. Pek çok aile zararlı olduğunun farkında olsa bile bu eğilimden kendini kurtaramıyor. Azımsanmayacak sayıdaki aile, küçük yaştaki çocuklarına, yakın çevreye ve büyüklere hayır demelerinin, itiraz etmelerinin, karşı çıkmalarının sorunlu olduğunu söyler. Bazı aileler çocuklarına bunu neredeyse bir ilke olarak benimsetir. Çocuklara, çevrelerini ve büyüklerini mutlu etmenin yolunun onlara uymaktan geçtiği dikte ediliyor. Bu da, çocukların edilgen, kendi başına karar alamayan bireyler olarak büyümesine yol açıyor.

Çevremizde kendisini deşifre etmekten korkan yığınla insan var. Çünkü gizlenmek, zaaflarımızı saklamak meziyet gibi geliyor bize. Bunlardan yığınla fayda umuyoruz. Saygı görmeyeceğimizi, yalnız kalacağımızı, neye göre ölçüldüğünü ve nasıl olduğunu bilmediğimiz değer sorunu yaşayacağımızı düşünüyoruz.

Bir şeyi; her hal ve koşulda savunmak, desteklemek, o şeye sadık kalmak ya da şartlar ne olursa olsun o şeyin taraftarı, müridi, savunucusu, yanlısı ve militanı olamaya devam etmek, önünde sonunda bireyin kendisine de, uğrunda bedeller ödediği ülküsüne de zarar verir.

Az gelişen toplumlarda şu ihtiyaç çok belirgindir. Kimilerinin bir sermayesi ya da gücü vardır. Parası, yönettiği ordusu, partisinin tabanı, tarikatı, ülküdaşı, köylüsü, mahallelisi hatta semtlisi… Bu gücü istismar etmek de, onu insan ve toplum için kullanmak da insanın mayasında var. Zira iyilikle kötülüğün yan yana yaşaması insan fıtratındandır. Bilimi insanlığın yararına veya insanlığın zararına kullanmak gibi bir şeydir bu. Başka bir ifadeyle, çelişkilerle bir arada yaşamak ya da yalpalayarak yürümek gibi…

Fanatizmin ve yandaşlığın bağnazlığı nedeniyle bazı güzel amaçlar ve ülküler insanlığımızı geliştirip pekiştirmeliyken gözümüzü kör ediyor, gönlümüzü mühürlüyor. Belki de o yüzden Goerge Bernard Shaw, Bazı insanlar, bazen insanlar, demek ihtiyacı duymuştur.

Dinler arası hoşgörü ya da dinlerin birbirlerine saygısı kuşku yok ki, bütün insanlığın yararınadır ve saygıya dair ortak bir hafıza oluşturur. Böyle olmasına rağmen semavi dinlerin mensubu birçok insan buna karşıdır ve karşıtlığını örgütlü bir biçimde sürdürme gayreti içindedir.

Kimi şeyler, keyif vermiyorsa eziyete dönüşür. O yüzden keyif aldığımız işler yapmak gerekir. Kendimizi kasmayalım, hata yapmaktan korkmayalım. Otururken, sırf omzunu dik tutabilmek için oklava yutmuşçasına gergin durarak canını yakan insanlar biliyorum. Hatalarla dolu bir hayat, hiçbir şey yapmadan geçirilen bir hayattan daha onurludur, demiş Goerge Bernard Shaw. Ne güzel söylemiş, değil mi?

Pek çoğumuz bazen kendini savunmak için yapar. Kesin ifadelere ihtiyaç duyar, kesinliği olan kavramlara sığınır. Kimimiz üzerinde şüphe olmayan cümlelere kafa yorarken, kimimiz dilin kemiği yok dercesine aklına ne eserse öyle konuşur. Biliriz ki birileriyle uğraşmak kolay değildir. Bir kez daha başvurmak ihtiyacı hissettiğim Goerge Bernard Shaw’un dediği gibi: Bazı insanlarla yüzleşmek zordur, haksız çıkarsın, çünkü onların galip gelecekleri ikinci bir yüzleri daha vardır.

Görüldüğü üzere, sorunlu cümleler ve klişe sözcüklerde olduğu gibi pek çok şeyde de hayatın olağan akışına uygun olanlar, olmayanlar var.

Yazının sonuna doğru küçük bir anekdot aklıma geldi Vakit olur ve uygun birini bulursam yazılarıma son noktayı koymadan önce, onları muhakkak birilerine okuturum. Bir arkadaşım son iki yazıma ilişkin şunu söyledi. Yazılarına aforizmalarla başlıyorsun hatta çok fazla başvuruyorsun, neden? Dikkatini çekmiş, son iki yazıma da aforizmalarla başlamış, yazıların içinde kimi aforizmalara yer vermiştim. Arkadaşım bu yazımı da okuduktan sonra, ben de sana bir eleştiri yapayım, dedi. Madem sorunlu haller, cümleler ve basmakalıp sözcükleri yazmışsın. Unutma ki kişiden kişiye değişse de, aforizmalar ve metaforlar da klişe haller kadar sorunlu bulunabilirler. Sorunlu bir alana dikkat çekerken sorunlu yeni bir alan açıyor olabilirsin, diyerek beni uyardı. Umarım haklı çıkmaz.

Son söz yerine. Akıllarda kuşku bırakmayan, dimağları zehirlemeyen basmakalıp sözcüklere ihtiyaç var… Günün sonunda dil, uylaşım aracıdır. Ağzımızdan çıkan sözler, bir tavır, bir ifade biçimidir. Yapmamız gerekenlerle denediğimiz şeyler apayrıdır ama bazen deneyimler, bir şey yapmamız gereken duruma dönüşebilir. Çoğu zaman fikir üretmek cevap üretmekten daha anlamlıdır. Zira cevaplar her zaman doğru olmayabilir, derin yanılgılar içerebilir, yanlış yönlendirmeye yol açabilir. Bu nedenle konu ne olursa olsun fikri katkı yapmakta ve fikir penceresinden bakmakta yarar var. Atasözü, vecize, liderlerin önemli bulduğu görüşler muhakkak irdelenmeli, eleştirel gözlerle incelenmelidir. Çünkü insan arkasına bakarsa önünü göremez.

Kanımca bir insan için, ne başarmışsa başarsın insan olmaktan ve insan kalmayı başarmaktan daha fazlası yoktur.

(*)  Faşizmin iktidarda olduğu dönemde Almanya ve İtalya’da Hitler ve Mussolini için kullanılmıştır.