Siyaset ve İnsan | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Siyaset ve İnsan

YazarResmi

    Durup durup bana sorma

    Bunu bilmek olay değil

    İnsan doğduk insan ama

    İnsan olmak kolay değil

    (…)

   Ahmet Selçuk İlkan

Bir cümle düşünün ki alabildiğine ucu açık ve şu hayattaki her şeyi kapsamış olsun. Yukarıdaki başlık tam öyle bir cümledir. Uğrunda saatlerce konuşulabilen, aralıksız araştırma yapılabilen ve sürekli yazılabilen bir konu. Yani yazı için derya diyebileceğimiz bir alan. Siyaset de, insan da hem çok bilinen hem de çok yazılan, konuşulan iki saha. Aristoteles, politika, toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir, demektedir. İnsan kimdir, insan nedir dediğimizdeyse çok daha büyük, çok daha genel bir derinlik ve genişlik karşımıza çıkıyor. Toplum halinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, yeryüzündeki pek çok şeyi, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlıya insan denmiştir. İnsan, tabiattaki diğer bütün varlıklardan özellikleri bakımından ayrılabilen, çok zengin nitelikler kazanan ve diğer canlılara kıyasla hayli avantajlı olan bir türdür.

Düzenli bir toplum kurmak da dâhil, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayışı ifade ettiğini rahatlıkla ve kerelerce ileri sürebileceğim siyaset kavramına gelince kurulabilecek en kapsayıcı cümleler şunlar olabilir. Siyaset, insanlık tarihi boyunca hemen hemen toplum bilimcilerin tamamı tarafından devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü ve derli toplu bir cemiyet için başvurulacak araç olarak görüldü. Siyaset, iktidar hedefi olan bütün kesimler bakımından kurallar, gelenekler ve yasalar zinciri içinde daha iyi bir toplum için uygulandı, hayata geçirildi hatta zamanla gelişti ve giderek yeni biçimler alarak daha kapsamlı hale geldi. Davranış biçimi, düşünce yapısı gibi tanımlarla da anılan siyasetin bu yöndeki manası, daha çok kişisel alanda, insanlar arasındaki menfaate dayalı ilişkilerde kullanıldı. Bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki zıtlıklardan, uyuşmazlıklardan yararlanma ve benzeri yollarla işini yürütme anlamındaki Makyavel’e yakın duran belirlemeyse bütün alanı kapladı, siyaseti, siyaset kadrolarını sarıp sarmaladı, onları başkalaştırdı ve tepeden tırnağa esir aldı. Bu amorf tanım neredeyse siyasetin yegâne ve tek tanımı haline geldi, getirildi. Böyle böyle kişisel bir tercihi ve aynı zamanda iradi bir duruşu ifade eden siyaset; insan çıkarları gereği ya da insanın inandığı ve paylaştığı bir düşüncenin örgütlenmesi nedeniyle hayatın birçok alanında var oldu.

Yukarıdaki iki paragraftan açıkça anlaşılacağı gibi siyaset ve insan konusu hem okyanuslardan öte büyüktür hem dipsiz bir kuyudur. Siyaset ve insan konusunu tartışmak, uçsuz bucaksız bir tarlada, sınırsız bir boşlukta üretim yapmak ve hayat sürmek gibi bir şeydir. Bazı şeylerin ilki ve sonuncusu olmaz, kimse bunu kolay kolay bulamaz: İlki nerede başlar, ucu nerededir, sonuncusu hangisidir, sonu neresidir bilinmez ya, işte öyle bir şeydir siyaset ve insan. Denebilir ki insan varsa siyaset vardır; siyaset var oldukça da insan daha çok insan, daha fazla haklarla insan ve hakkıyla insan olarak yaşayacaktır.

İnsanın daha çok insan olma serüveni, dur durak bilmeden bugünlere değin sürmüştür, gelecekte de devam edecektir.  İnsanlar, zaman içinde gelişmiş sosyal yapılar kurmuşlardır. Bu yapılar, sırasıyla aile, toplum, millet ve devletler olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu yapılar, duruma göre aynı amaca yönelik birlik veya rakip olabilirler. Tarihsel süreç bunun sayısız örnekleriyle doludur.  İnsanlık tarihi ve gelişim seyri yönünden aile en temel sosyal yapı sayılır. İnsanlar, her türlü zorluklarına ve risklerine rağmen topluluklar halinde yaşamışlar ve bir toplumun parçası hatta giderek öznesi olmuşlar. Söz gelimi ideal düzen arayışı peşinden koşarken güvenlik ve adalet için devletler kurmuşlardır. Aynı dili konuşanlar ve aynı toprak üzerinde yaşayanlar, başkaca ortak özellikleriyle beraber milletleri oluşturmuşlardır. Montesquieu, açıkça ifade etmese de toplumun kaynağı insandır, der. Halkı, çoğunluğu, toplumu, topluluğu, grubu, aileyi, birden çok insanı ifade eden yapıların çekirdeğinin insan (birey) olduğunu bildiğinden ve buna gönülden inanıp bağlı olduğundan, bir tek kişiyle toplum arasında önemli ve oldukça sağlıklı bir ilişki kurar. Bu inançla Montesquieu, “Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir,” diyor.

Karar alma noktasında irade göstermek, inisiyatifte (öncelik) bulunmak gibi fevkalade özellikler uhdesinde olmakla beraber insan; yaşadığı her anından, içinde bulunduğu toplumun her türlü durağan ya da hareketli süreçlerinden, sevdiklerinden hatta nefret ettiklerinden, sosyal ve ekonomik şartlardan, içinden geldiği kültürden, aileden ve benzeri bir dolu şeyden etkileniyor. Rahatlıkla denebilir ki insan, toplum hayatı içinde hareket halindeki birçok şeyin bileşkesidir. İnsan olma sürecinde bize tesir eden birçok faktörün, yani bizi şekillendiren unsurların bir araya gelmesinin yanı sıra, insanı insan yapan; onun içinde bulunduğu toplumsal yaşamda gördükleri, öğrendikleri, davranış haline getirdikleri ve hatta içselleştirdikleridir. Siyaset ise bambaşka bir karar alma alanıdır. Bu alanda gah fikir söylenir gah felsefe yapılır, felsefe devreye girer. Politikada gah metodoloji (yöntembilim) işler gah çıkara dayalı başarı odak olur gah başarıya giden bütün yollar denenir veya mübah sayılır. Bu açılardan bakılınca siyaset alanı, planların olmazsa olmaz sayıldığı ve sürekli olarak birilerinin harcandığı bir kaotik alan gibi görülür. Bütün bunlarla birlikte siyaset, vakti geldiğinde herkesi harcamak üzerine planların kurulduğu ve sadece iktidarın, iktidardakilerin hüküm sürdüğü bir alan olarak adlandırılmayı hak etmiyor ve aynı zamanda hiç böyle bir saha değildir. Siyaset; bir bütün olarak toplumla, toplumun vicdanıyla, ortak ahlaki değerlerle, dünü unutmadan yarınları organize etme faaliyetidir. Temiz ahlakla, iyi ve güzel değerlerle yürümek, her bakımdan daha çok gelişmek ve daha iyi bir topluma ulaşmak uğrunda yolculuk etmek ve yaşamak, insana ve topluma hizmet etmek, siyasetin en ulvi amacıdır. Her şey insan için diyen insanlarla siyaset arasında, bu amaçlar konusunda yandaşlık, amaç ortaklığı, hedef birliği vardır. En dünyevi olmayanlar bile insan için olduğuna göre dünyevi olanların insan için olması son derece normaldir. Odağı Uhrevilik ve kutsiyet olan dinler dahi insan içinken siyasetin insan için olmaması olsa olsa bir garabet olur.

İnsanı istismar eden, üstün ya da aşağı gören, derisinin rengine, inancına, etnik kimliğine, cinsiyetine göre insanları birbirinden ayıran da siyasettir; onu kutsayan, tapılacak hale getiren, putlaştırıp toplumun ve insanlığın başına bela eden de.

Siyaset; toplumun, insan birliğinin, eğitimin, hukukun, ailenin, bütün bir kimliğin üzerinde çok derin ve etkili tesirleri olan yaşamsal alandır. İnsanı daha çok insan yapan ve insanı, insan olma yolunda ilerleten en etkili yoldur. Zira pratik olarak insana, insan ocaklarına en fazla dokunulan yegâne alan tıpla beraber siyasettir.

Unutmamak gerekir ki siyasal kuramları ve bu kuramların uygulamalarını inceleyen bilim dalı olan siyaset biliminin en önemli konularından biri insandır. Bilimin ilgilendiği sadece insanın ruh hali, bedensel durumu değildir elbette. Siyaset biliminin ilgi alanı, insanın eğilimleri, hak ettiği yaşamı, hakları, özgürlükle ilişkisi, bugünü, yarını ve ölümüne kadarki geleceğidir. Bilim alanlarının çoğunda insan hayatın merkezindedir ve şu dünyadaki pek çok şey onun içindir. Bir nevi tür olmaktan kaynaklı bu egemenlik, yani dünyaya ve dünyadakilere hükmetme duygusu, hem onun iki farklı cinsten gelmesine ve dolayısıyla geleceğe mesaj verme arzunda olmasına bağlıdır hem de değildir. Zira insanın karşılaştığı ve değiştirmek istediği şeylerle mücadelesi, hırsı ve doyumsuzluğu; onu dünyadaki her şeyi anlamaya, yönetmeye, elde etmeye, ele geçirmeye ve egemen olmaya yöneltmiştir.

Bazı ülkelerde siyaset kurumunun hafızası, yüzlerce yılı hatırlayacak, anlayacak ve kavrayacak kadar güçlüdür. Bu kabil yerlerde siyaset kurumunun kendine has bir geleneği, arkasında yüzlerce yıla dayanan deneyimlerle dolu bir geçmişi vardır. Türkiye’nin de içinde yer aldığı bazı ülkelerdeyse siyaset kurumunun hafızası silinmiş gibidir. Bu gibi yerlerde hayatın olağan akışı dışındaki süreçler (Darbeler ve çok uzun yıllar süren baskıcı rejimler)  nedeniyle siyasi zemin sürekli olarak hafıza kaybı yaşamaktadır. Buna rağmen siyaset, insanla hayat arasındaki çelik ilişkiye, aralarındaki o güçlü bağa yeni düğümler atan, çelişki ve çatışmalarla dolu olan, yıllar yılı yaşamsal önemini koruyan bir alan olarak kalmıştır. Siyaset; toplumu, insanı, toplumsal hayatın kendisini düzene sokacağı gibi, bütün bunları fena halde raydan çıkarabilir, bir daha eski şekline getirmeyi zorlaştıracak kadar dağıtabilir. Siyaset, alabildiğine engin bir alan olarak hem birlikte hareket, yan yana duruş, dayanışma ve çözümler üretiyor hem çatışma, kavga, ayrıştırma ve karşıtlık üretiyor.

İdeal bir düzen, toplumsal ve sınıfsal çıkarlar, insani değerler ve belirli başkaca amaçlar uğrunda verilen mücadelenin adı olan siyaset, insana ve topluma karşı duyarlılığın ifadesi olmanın yanı sıra aynı zamanda kişisel egonun tatmin edildiği bir çıkar alanıdır. Bununla birlikte siyaset hem bireysel ve grupsal hem de çevresel ve sınıfsal menfaatlerin bileşkesidir. Aynı zamanda siyaset; insanlarla benzer düşündüğünü görmenin, onların sorunlarını çözmenin, geleceklerine dair ortak bir yol bulmanın, kendine özgü hazları tattıran bambaşka bir mutluluk alanıdır. İnsanları kandırmak, kandırıldığına inandırmaktan daha kolaydır, diyen Charles De Gaulle’ün cümlesindeki gibi, işin ucunda kanmak ve kandırılmak olsa da siyaset zemini, gerçek manada kişisel duyguların tatmin edildiği, tutkuya varacak düzeyde bağlılıkların yaşandığı bir haz ortamıdır. Hiç şüphe olmasın ki bu haz duygusunun kaynağı; odaklanılan şeylerle beraber, rekabet, başarı, yengi ve kazanımlardır.

İnsanı en yakınlarıyla, dostlarıyla, birlikte yola çıktığı dava arkadaşlarıyla, çocuk yaşlardan itibaren ömrünü geçirdiği kimselerle düşmanlaştıran, ayrıştıran, karşı karşıya getiren şeyin adı siyaset değildir. Bu şey olsa olsa iktidar hırsı, doyumsuzluk, yetersizlik, ego, bilinçsizlik ve körü körüne bir cehalettir. İnsan ya siyasetin odağındadır ya değildir. İnsanı araç haline getiren, onu malzeme yapan her şey, doğal olarak insana, onun onuruna ve aydınlık geleceğine yönelik tehdit ve tehlikedir. Mahatma Gandhi, bizi yok edecek olan şeyler şunlardır diyor: “İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı.” Gandhi’nin bu veciz sözü bize şunu anımsatıyor. Ne yaparsak yapalım, belli başlı insani kurallara bağlı kalalım ve insana zarar veren, insanı iğdiş hale getiren, ona kötü örnek olan hal ve davranışlardan kaçınalım. Siyaset tamı tamına böyle bir alan olmalıdır. İnsana ve onun ortak insani değerlerine odaklanmalıdır, mutlak suretle insani değerlerin toplamından oluşan kurallara uymalıdır. Belki de bu yüzden ve hatta kesinlikle siyasi etik, yasa ya da teamül olarak evrensel demokrasi, temel insan haklarına saygı ve insani değerlere sıkı sıkıya bağlılık, güzel ahlak, temiz insan özelliklerinin referans gösterileceği ve yer bulacağı şekilde, açık ve net olarak formüle edilmelidir. Kısaca siyaset; tıptan daha çok insanı düşünmeli, eğitimden daha çok ışık tutmalı, hukuktan daha çok adalete inanmalı ve adil olmalıdır. Siyaset, insana dair beşikten mezara her şeyi etkilediği için, siyasi etik bir şekilde ve kesinlikle çok kapsayıcı hale getirilmelidir.

Ne yazık ki siyaset-insan ve siyaset-değerler ilişkisi, Dostoyevski’nin romanlarında söz ettiği kadar matematik kesinlikte net bir ilişki değildir. İkisi de kaygan bir zeminde ve hareket halindeki bir düzlemde yaşam ve hüküm sürdüklerinden, kesinlik gibi, hele de matematik kesinlikle ifade edilecek bir durumları asla ve kata söz konusu değildir.

İktidarı ele geçirme kavgaları nedeniyle siyaset, insanların birbirine güven duymadığı ve birbirinden korunduğu bir alan haline getirildi. İnsanlık, bilimin kimi disiplinlerinde olduğu gibi, siyaset bilimini ve bir bütün olarak siyaset alanını da insanın lehine ve aleyhine kullanabiliyor. Bilindiği gibi, birçok hastalığa şifa bulan, insan hayatını pek çok alanda kolaylaştıran, dünyayı sürekli ileri yönde geliştiren bilim, aynı zamanda atom bombasını keşfeden, nükleer ve biyolojik silahlar icat eden, insanlığın sonunu getirecek keşiflerde bulunan şeyin de adıdır.

Seçmenleri ikna süreçleri ve seçim dönemleri gibi algılanan ya da belirli zamanlarda akılara gelen, getirilen siyaset, sadece toplumun beleği yönünden değil, siyaset alanının hak ettiği ve layık olduğu değeri bakımından da sorunlara işaret ediyor. Seçmenlerin baskısı ve siyasetçinin tavrı, duruşu hatta fikirleri arasındaki doğrudan ilişki, siyasetin kaygan bir zeminde sürmesine yol açmaktadır. Belki de bu yüzden Amerikalı mizahçı ve sinema oyuncusu Will Rogers, politikacıların iş başında kalmalarında en önemli etken, seçmenin bellek zayıflığıdır, demektedir. Çok belirleyici ve göz kamaştırıcı olmasına rağmen insanın seçmen kimliği, onun siyasetle en önemli ilişkisi değil, insanın ontolojik olarak ihtiyaçları, hak ettiği yaşam düzeyi, hakları ve özgürlükleri uğrunda verdiği mücadelesi de çok hatta oldukça ehemmiyetlidir. İnsanın bu kutlu serüveni; kendisini araması, kendi mantığının ve aklının buyruklarına göre tutum alma isteği, kendisini hakları ve özgürlükleriyle var etme ya da tamamlama çabası, siyasetin ilgi alanında ve odağında çok mühim bir yer alır. Günümüz modern siyasetine çok değerli katkıları olan Karl Marx’ın, insanların gelişen ihtiyaçları ve sınıf mücadelesiyle özellikle insan doğası konusundaki görüşleri olabildiğince öğreticidir. Karl Marx’ın anılan konulardaki düşünceleri kısaca şunlardır: Marx’a göre, bazı ihtiyaçlar diğerlerinden çok daha önemlidir. Marx, ‘yaşam her şeyden önce yemeyi, içmeyi, bir çevreyi, giyimi ve pek çok başka şeyi içerir’ diye yazar. Onun tartıştığı insan doğasının bu diğer yönleri (öz etkinliği gibi), bu nedenle bu önceliklilere bağımlıdır. Marx görüşünü, insanlar, eskilerin yerine geçecek yeni ihtiyaçlar geliştirir diye açıklar: ‘Birincil ihtiyacın tatmin edilişi (tatmin etme eylemi ve elde edilen tatmin aracı) yeni ihtiyaçlara yol açar.’(1) Marx’ın insan doğası teorisi, onun kapitalizm eleştirisinde, komünizm anlayışının ve maddecilik anlayışının her birinde önemli bir yer tutar. Marx, tam olarak, “insan doğası” ifadesini kullanmaz, bunun yerine kullandığı “gattungswesen” kavramı genellikle ‘varlık türü’ ya da ‘tür-özü’ olarak çevrilir. Marx bu terimle insanların bir ölçüde kendi doğalarını oluşturma veya şekillendirme yeteneğine sahip olduklarını belirtmektedir. Marx’ın 1844 yılına ait el yazmalarındaki bir nota göre, bu terimi hem birey hem de insan doğasından bir bütün olarak bahsederken kullanan Ludwig Feuerbach’tan alıntılamıştır. Bütünsel bir insan anlayışına sahip olan Marx, insanı yabancılaşmamış durumuna geri dönmeye, doğayla, başka insanlarla ve toplumla yeniden birleşmeye ihtiyaç duyan bir varlık olarak görmüştür.(2) 

Marx’a göre yabancılaşma: insanların, insan doğası özelliklerinden uzaklaşmasıdır. Marx, yabancılaşmayı dört “bakış açısından” görmektedir:

Bir, insanın kendi ürettiği ürünle olan ilişkisinde,

İki, insanın kendi üretkenliğiyle olan ilişkisinde,

Üç, insanın kendi türsel varlığı ile olan ilişkisinde,

Dört, insanın diğer insanlarla olan ilişkilerinde ortaya çıkmaktadır. (3)

Norman Geras(4), “Marx’ın insan doğası kuramı ve Altıncı Tez, Marx’ın insan doğası fikrini reddettiğini göstermez. Marx insan doğası fikrini reddetmez. Marx böyle yapmakta haklıdır,” şeklindeki sözleriyle birlikte bu durum için oldukça ayrıntılı bir tartışma önermektedir. Bu çerçeve ışığında Geras, toplumsal ilişkilerin insanların doğasını belirlemesi kaçınılmazdır ama bunlar tek belirleyiciler değildir, demektedir.

Üzerine konuştuğumuz bu mevzu, uzun ve özgün olması nedeniyle ayrıca ele alınması gereken bir konudur. Bir gün gelir de ihtiyaç olursa eğer hem Norman Geras hem Ludwig Feuerbach hem bütünlüklü bir şekilde Marx’ın “insan doğası” ifadesinin yerine kullandığı “gattungswesen” kavramını ve genellikle ‘varlık türü’ ya da ‘tür-özü’ anlamındaki düşüncelerini yorumlamak, Marx’ın anılan düşünceleri hakkında yazmak isterim. Yazının bu bölümünde yeri gelmişken Altıncı tez ve insan doğası kuramı hakkında alıntı birkaç cümleyi aktarmakta yarar görüyorum.

Feuerbach üzerine altıncı tez ve toplumsal ilişkilerin insan doğasının belirlemesi: (Marx’ın Feuerbach’a dair Geras’ın gözünden okunan düşünceleri)

“Marx‟ın insan doğası için kullandığı “Gattungswesen” kavramının karşılığı tam olarak “tür özü” anlamına gelse de “insan özü” biçiminde kullanılmıştır. Marx bunu Feuerbach Üzerine Tezler’in altıncı fragmanında (parça) dile getirmiştir. Yayınlamayı düşünmediği notlardan oluşan özgün metnini 1845 yılında Brüksel’de ad Feuerbach başlığı altında yazmıştır. Ancak Friedrich Engels, bu notlar üzerinde değişiklikler yaparak 1888’de çıkan, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” (Ludwig Feuerbach und der Ausgang der klassischen deutschen Philosophie) adlı kitabının sonuna eklemiştir.

“Soyut düşünceyle tatmin olmayan Feuerbach, sezgi ister; ama duygun dünyayı, insanî ve duygun kılgısal bir etkinlik olarak kavramaz. Feuerbach, dinsel özü, insanın özüne indirger. Ama insanın özü (insan doğası), tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz, kendi gerçekliği içinde, toplumsal ilişkilerin bütünüdür. Bu gerçek özün eleştirisine girişmeyen Feuerbach, bu nedenle:

“Bir, tarihsel akıştan uzaklaşıp dinsel duyguyu kendisiyle tanımlamak ve soyut-yalıtılmış bir insan bireyinin varlığını temel almak zorundadır,

“İki, dolayısıyla, insanın özü, onun tarafından yalnızca “tür” olarak; içsel, dilsiz, çok sayıda bireyi sadece doğal şekilde birbirlerine bağlayan genellik olarak kavranabilir, demektedir.

“Bu sebeplerle Feuerbach, “dinsel duygu”nun kendisinin de bir toplumsal ürün olduğunu ve çözümlediği soyut bireyin, gerçekte, belirli bir toplum biçimine ait olduğunu görmez.”(5)

Yukarıdaki düşüncelerinden de anlaşılacağı üzere, denebilir ki Marx, insan doğasını toplumsal ilişkilerin oluşturduğunu ifade eder. Marx, insan doğasının her bireyde, özde bulunan bir soyutlama olmadığını, başka bir deyişle, insanın özünün var olmadığını, onun toplumsal koşulların ürünü (Ensemble) (Birlik, topluluk, grup YN*)  olduğunu belirtir. Ona göre, insan olma her zaman belli bir sosyal ve tarihsel oluşum içinde belirlenir. İnsan doğası konusunda zihin yoran birçok insan bugün Marx gibi düşünürken ne yazık ki farklı düşünenler de az değil. Mesela söz konusu görüşün karşı savunucularından birisinin, Uluğ Nutku olduğunu öğrendim. (Türkiyeli bir felsefe profesörü.) (6)

Uluğ Nutku, öz belirleme (Öz belirtim, kendi kendini yönetme hakkı, self determinasyon) kavramını, insanın genel varoluş niteliklerinden hareketle açıklamaya ve temellendirmeye çalışır. Nutku’ya göre, genel varoluş olguları: Zaman, mekân ve toplumsal-kültürel koşulların farkları ne olursa olsun, iki insan karşılaştığında, ilk bakışta birbirlerinin insan olduklarını anlıyorlarsa, genel varoluş olgularını anlıyorlar şeklinde dile getirilebilir. (7)

Buradan yeniden siyaset ve insan konusuna odaklanırsak, denebilecek ilk cümle şu olabilir. İnsan olmak ya da insan olma sürecini tamı tamına tamamlamak (tastamam). Burada birbirinden çok farklı düşünceler ortaya konsa bile esas olan insanın gerek ontolojik gerek sonradan elde ettiği bütün kimliklerinin saygıdeğer olduğunu kabul etmektir. Kimilerine göre insan olmak, insanın tüm yaşamı boyunca üzerinde düşünmeye dahi çaba göstermediği bir karardır. Böyle olsa bile siyaset; insanı, canlıların en erdemli, en değerli türü olarak görmeye devam etmelidir. Nasıl insan olunur, kim daha çok insan, iyi insan kimdir sorusu gibi her zaman tehlikeli olan analizler, siyaset zeminini insani ve insana dair olandan uzaklaştırmamalıdır. Kim insan olur, hangi insan gibi benzer sıkıntıları olan yaklaşımlar, olsa olsa polemiğin (dalaşma), felsefenin, dışavurumun, iç tartışmaların sorunlu konuları olur. Bana kalırsa insan insana perspektifi ve insan kalma mücadelesi bütün yaklaşımların zirvesi, en olmazsa olmaz olanıdır. Düşünen ve doğru çıkarımda bulunan kişi mi insandır. Doğayı ve insanı seven, adil merhametli ve vicdanlı olan mı insandır, insan olmak üzerine kafa yoran, keşiflerde bulunan, çıkış yolları arayan, hayatı kolaylaştıran, bütün yaşamını bilime adayan mı insandır? Açık ki, toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, pek çok şeyi bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlıya, yaklaşık 8 milyar civarında olan canlıya insan hatta ezeli ve ebediyle insaniyet denir. İnsana dair pek çok sorunun cevap bulduğu alan olan siyaset, özelde insana, genelde insanlığa her hal ve şartta hizmet üretmekte, hizmet etmektedir.

Çoğunlukla şöyle kararlar alırız. Hatta birçoğumuz bunu yaparız. Hayatın bize sunduklarından, yaşamın ve insanların, aile, çevre vesairenin bize kazandırdıklarından, kaybettirdiklerinden, ruhumuzda açtığı yaralardan dolayı yaptığımız değerlendirmelerin ışığında insan hakkında karara varırız. Kafa yormadan bir vicdan muhasebesiyle kim olduğumuza, kimin insan olduğuna karar veririz.  Bununla yetinmez kavga, çatışma hatta savaşlar başlatırız, insan eliyle insana dair ne varsa hepsine acımasızca zarar veririz. Oysa biliyoruz ki ister küçük çapta olsun ister devasa ister yerel olsun ister evrensel her boyuttaki birlikte hareket ve birlikte tutum, insan ve doğa sevgisine odaklandığında, dünya dünden daha yaşanabilir bir yer olacaktır. Siyaset nasıl ki insanlığın dününü anlamak zorundaysa onun geleceğini öngörmek, örgütlemek ve onu bugününden daha iyi bir seviyeye çıkarmak mecburiyetindedir.

Hep iddia edilir veya söylenir, insanları sosyalleştiren, onları ortak bir dil etrafında buluşturan, düşünce yapılarını etkileyen, vicdanlarını harekete geçiren sadece başlarından geçenler, yaşadıkları olaylar değil, kendileri gibi insan kalabalıklarıyla bir arada yaşamaları, toplumsal bilincin, toplumsal hareketin, toplumsal sorumluluğun, toplumsal denetimin, toplumsal otokontrolün bir parçası olmalarıdır. Değilse bir insanı ormana, deniz aşırı bir ülkenin ıssız bir adasına, kimselerin uğramadığı bir bölgeye bırakın, yıllar içinde o, günümüz insanından çok farklı birine, eski tür bir insana dönüşür. Hiç şüphe yok ki ortak hayat öğretir, ihtiyaçlara ve keşiflere yol açar, yeni şeylere yöneltir, insanı değiştirir, etkileşim halinde tutar. İnsanların toplumsal bilincin, toplumsal hareketin, toplumsal sorumluluğun, toplumsal denetimin, kendi kendilerini kontrolün bir parçası olmaları, onları siyaset ve bilim alanında daha gelişkin, daha insan odaklı, daha verimli, daha üretken kılıyor. İnsan insana ve insan için kavramlaştırmaları söz konusu sahalarda, daha çok hayata ve tabiata dokunuyor. Ezcümle, insan hayatına ve tabiata dokunan olumlu, geliştirici, kolaylaştırıcı ve estetik yöndeki her şey insan ve dolayısıyla toplum için sağaltıcıdır.

Toplumun insan yaşamındaki önemi, sadece topluma karşı öfkesi olanlar, toplum tarafından dışlananlar ya da kendini toplumdan izole edenler açısından hissedilmiyor; söz konusu önem, insana dair sevginin, mutluluğun, yüksek moralin, motivasyonun (isteklendirme), başarının ve her türlü iyi ve güzel değerin kaynağında da kendini olanca sıcaklığıyla, çıplak bir gerçekle ve hatta Dostoyevski’nin meşhur ifadesiyle matematiksel kesinlikte dışa vuruyor. Toplum, başka bir deyişle insan ve siyaset, Ahmet Arif’in ifadesiyle ocakta küllenmiş közü, karnında söylenecek sözü olanların ve insanlık için bir şeyler yapmak, bir şeyleri değiştirmek derdiyle kıvrananların her zaman umursadığı ve ciddiyetinin farkına vardığı bir konu olarak önemini sürdürüyor. Unutmamak gerekir ki sosyal bir çevre olmaksızın insan kalabilmek sadece biyolojik olarak mümkündür. Çevrenin tabii güzelliklerini ve duyguya dair bütün anlarını gönlünde hisseden insan, aklında, vicdanında ve yüreğinde insan olan herkes daha çok kendini gerçekleştiren birey sayılır. İster geniş ister dar bir çerçevede kalsın pek çok insan için mesleki ve siyasal çevre de olabildiğince hayatidir, olmazsa olmazdır hatta sağlıklı bir yaşamın kaynağıdır. Çoğunlukla farkına varılmasa dahi oldukça anlamlı olan şudur ki, sosyal çevre ve sosyal yapı; bizi hem insan yapar, hem duyarlı kılar. Kategorik olarak insan olmayı adlandırabilir, sınıflandırabilir, şununla ya da bununla açıklayabilir, şuydu buydu diyeceğimiz belirli şeylerle kısıtlayabilir, farklı düşünce sistematiklerine bağlı kalarak onu sınırlayabiliriz. Kimi insan olabilmeyi; içimizdeki sevgiyle mümkün görürken, kimi dindarlığımızın yoğunluğuyla, kimi ne kadar dürüst ve adil olduğumuzla, kimi hak tanır olmamızla, kimi doğduğumuz yerle, kimi mensup olduğumuz dinle, milliyetimizle, aidiyetimizle ve kimliğimizle, kimi de benzerinin benzeri nedenlerle insan olmayı, insan kalmayı kendine has belli şartlara bağlayabilir. İş tutuş tarzının, siyasal görüş ve düşüncenin, siyasi yelpazenin hangi tarafında yer almanın, insanlık kriterleri (ölçüt) arasında sayıldığı ya da insan olma terazisi gibi görüldüğü tuhaf bir dünyada yaşıyoruz. Kim bilir, belki de dünya bilinçli olarak böyle bir noktaya getirildi. Konumuz bu olmamasına rağmen belirtmeliyim ki, şu yaşadığımız dünyada, nasıl bir insan sorusunun sayısız cevabı vardır. İnsan olmanın en önemli yanlarından biri de ulvi değerlere, toplumun adı konulmamış kurallarına uymaktır. Toplumun gelişim süreçlerinde yer almak, eşyanın doğası gereği uyumu ve uyumlu olmayı zorunlu hale getirir. Pek çok toplum yönünden kurallar, değerler sistemi, dinamik ve değişebilirdir. Bunların mutlak doğrular olduğunu savunmak, uyum süreçlerinin ve değişim ihtiyaçlarının bir arada bulunmasını zorlaştırır. Siyaset de tam burada, bir düzen arayışı ortamında olmazsa olmaz olarak ve hatta ciddi bir gereklilikle ortaya çıkar. Toplumsal bir düzen, düzen içinde bir hukuk, güvenlik içinde bir yaşam ve ihtiyaçlar silsilesi vesaire vesaire yavaş yavaş ve arka arkaya kendini hissettirir, dayatır… İdeal düzene değin bu böyle sürüp gider.

            Öyle görünüyor ki hem siyaseti yeniden tanzim etmek hem insana dair etkili ve ortak kabulle uyumlu bir ahlak anlayışını benimsemek hem de tabiat ve insanla ilgili bakış açısını yeniden ele almak gerekiyor. Nobran kimlik, oburca bir yaşam sürme arzusu, para karşısındaki doyumsuzluk ve teslimiyet, ego, iktidar hırsı ve hevesi, sürekli olarak egemenlik alanı açmaya dair her türlü tasallut, sinsilik vesaire yüzlerce yıl daha, bir şekilde insanla beraber olacaktır. Rahatlıkla ifade edebilirim ki, bile isteye ahlaksızlık ve vicdansızlık yapan siyasilerle siyaset kurumunun amaçları arasındaki tek bağ, olsa olsa ancak kişiyle, kişisellikle ilgilidir. Bu ilgi ve bağ, insan egosuyla açıklanabilen dönemsel davranışlar, zamanın ruhuna göre tavır alma güdüleri ve insanı esir alan davranışsal bozukluklar olabilir. Siyaset, belirsiz bir umudun peşinden koşturduğunu bile bile ve yaptığın işin seni felakete sürükleyebileceğini kestirebildiğin halde, ideal dediğin şeylerin arkasından durmadan, bıkmadan usanmadan koşturmaktır. Olgunlaşamamış fikirler hayatın pek çok alanında sizi büyük belalara uğratma potansiyeli taşıyabiliyorken siyaset arenasında yeni fikirler, yenilikler hanesinde kendine yer açmakla kalmıyor, yeni heyecanların, yeni bir sayfanın başlangıcı kabul edilebiliyor. Siyaset, dinamikliği ve öngörülemez olması nedeniyle etten ve kemikten yapılı olan, duyguları ve düşünceleri değişen insana çok benziyor. Bütün toplumun yararına olan şeyleri ve bireyi felakete sürükleme ihtimali taşıyan eylemleri içerdiği halde, hayata ve toplumun ortak hafızasına dâhil ettiği deneylerle sonuçta kazanan gene koca bir toplum olabiliyor. Özcesi siyaset; hayata ve tabiata dair temelleri ve amaçları olan herkesin, dolayısıyla toplum hafızasının kazandığı, risklerin ve fırsatların bir arada olduğu uçsuz bucaksız bir eğitim alanıdır.

Emile adlı kitabında, insan hallerini, insan sağlık, insan tabiat ilişkisini inceleyen Jean-Jacques Rousseau, şöyle demektedir. “Bütün yurtseverler yabancılardan katı davranır hatta nefret eder. Yabancılar yalnızca insandır. İnsan, uygar insan ve yurttaş arasındaki en belirgin fark, insanlara iyi davranmak gereğinin hangisiyle daha güçlü hale geleceğidir. İnsanla yurttaş arasındaki fark budur. İnsan yurttaş olduğunda değer görür veya daha çok değer görür. İnsan bir toplumun, bir bütünün bir birliğin parçasıyken daha çok şey ifade eder.” Rousseau, söz konusu yapıtında; bağlılık, ahlak, yasa, özgürlük ve ilişkilerin doğasına dair çarpıcı bilgiler aktarmaktadır. İnsanların birbirine ve şeylere bağlılığı veya bağımlılığı gibi. Aynı eserde, buyurganlık ve özgürlük konusu ve daha birçok şeye dair saptamalarda bulunan Rousseau, Emile’de ilginç olduğu kadar, derin ve sansasyonel (dalgalandırıcı) bir analiz yapmaktadır.

İster insan ister yurttaş ister yönetici ister hekim ister çiftçi ya da üretici ister yerel yönetimin veya hükümetin başında olsun, insan olma, insanlık mülahazasıyla kafa yorma ve insanca yaşama aşamalarının tümünde pratik siyasetin, siyaset biliminin ve siyaset erbabının rolü büyüktür. İktisadi ve siyasi faaliyetler; toplumun, insan birliğinin, eğitimin, hukukun, ailenin, bütün bir kimliğin üzerinde çok derin ve etkili tesirleri olan yaşamsal alanlardır.

Bireyi öncelemek düşüncesinden ve ‘önce insan’ olgusundan iyice kopan siyaset, varlığını bir de antidemokratik yasalarla sürdürmeye yönelince kaçınılmaz olarak özünden ve olması gerekenden uzaklaştı. Siyaset erbabı, var oluş nedenlerini inkâr anlamına gelen yeni bir kimliğe, nobran da denebilecek bir kimliğe bürününce ve hatta kendisini bile yutan bu girdap içinde adeta boğulma tehlikesiyle yüz yüze gelince çeperindeki her şeyi başkalaştırıp, değiştirdi, onu iğdiş hale getirerek kendisi olmaktan çıkardı. Dokunduğu her şeye zarar veren ve artık ne olduğu belli olmayan söz konusu ucube siyaset anlayışı içinde, öyle bir zaman geldi ki insan olgusu, artık politikacı için, patron için, yönetici için işleri kolaylaştırma makinesi veya bir şeylerin aracı haline dönüştü. İnsan gerçeğini ve onun bitmez tükenmez azmini, sınırsız ihtiyaçlarını ve birey olgusunu unutan; toplumcu, halkçı, özgürlükçü ve adaletli çizgiden uzaklaşan ya da kopan, her ne sebeple olursa olsun sonuçta siyaseti de tıkanma noktasına taşıyan bu anlayış, günümüzdeki kirlenmeyi de beraberinde getirdi. Söz konusu kirlenmeyle birlikte otoriterleşme, böl yönet politikası, gerginlik siyaseti, tek adam rejimi ve dolayısıyla kötü sitemin veya baskıcı rejimin zulmü birbirini izledi. İnsanlık tarihi boyunca sırası değişe de bu zincir hep böyle oldu.

Sağlıklı bir toplumun, sağlıklı ve özgür düşünceye, bireyin daha çok önemsemesine hatta mümkünse yüceltilmesine büyük ihtiyacı vardır. Çetin ve zorlu aşamalardan geçen insaniyet, kutsiyet kavramını gerektirecek kadar hassas davranılmasını hak ediyor.  İnsan olgusunu ve onun ihtiyaçlarını önde tutan her anlayış, sağlıklı bir topluma varabilmenin yollarından biridir. Belki de en önemli yoludur. Uhrevilik ve dünyevilik de dâhil insan hayatına dokunan siyaset anlayışı, tabiattaki diğer bütün varlıklardan özellikleri bakımından ayrılabilen, çok zengin nitelikler kazanan ve diğer canlılara kıyasla hayli avantajlı olan bu türü ne kadar kıymetlendirirse azdır. Düzenli bir toplum kurmak da dâhil, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayışı ifade eden siyaset kavramının,  en kapsayıcı ve en sağlıklı hale getirilmesinin sayısız yararları vardır. İnsan, her sistemin ve aralarındaki fark ne olursa olsun bütün toplumların temel dayanağıdır. Siyaset ise, insanlık tarihi boyunca hemen hemen toplum bilimcilerin tamamı tarafından devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının ve derli toplu bir cemiyet için başvurulacak araçların bütünü olarak görülen faaliyetler alanıdır. İnsanın sistemler için ve dolayısıyla siyaset için hedefinin olması, aynı zamanda insaniyet için hedefleri olduğu anlamına geldiğini söylemek yeni bir keşif değildir.  

Siyaset, hükümet olma amacı taşıyan bütün katmanlar bakımından kurallar, gelenekler ve yasalar zinciri içinde ilerleyerek daha iyi bir toplum için uygulandığında, çok daha başka boyutlara ulaşıyor.  Bu amaçlar doğrultusunda hayata geçirdiğinde hata zamanla geliştirildiğinde yeni biçimler alarak daha kapsamlı hale geliyor. Hemen belirtmeliyim ki siyaset kimilerine göre; davranış biçimi, düşünce yapısı gibi tanımlarla da anılıyor. Bu manası, daha çok kişisel alanda, insanlar arasındaki menfaate dayalı ilişkilerde kullanılsa da genel siyaset bilimin pencerelerinden birisi olarak görülüyor.

Hedefe varmak için karşısındakilerin duygularından yararlananlar ve insanların zayıf noktalarından veya aralarındaki zıtlıklardan, uyuşmazlıklardan çıkar devşirmek gibi benzeri yollarla işini yürütenler Makyavel’den önce da muhakkak vardı.  Makyavel’in varlığı ve belirlemeleriyse zamanla bütün alanı kapladı, siyaseti, siyaset kadrolarını etkisi altına aldı, onları baştan aşağı değiştirdi. Bu şekilsiz ve duruma göre değişkenlik gösteren tanımlar neredeyse siyasetin yegâne ve bilinen tek yolu haline getirildi. Böylece şahsi tercihleri ve iradi tutumları ifade eden siyaset; insanların menfaatleri gereği ya da inançları ve paylaştıkları düşüncenin örgütlenmesi nedeniyle hayatın birçok yanına sirayet etti.

Devletler ve sistemler, insan ve insana hizmet için var olmalıyken insanı iğdiş eden, esir alan, köleleştiren yapılar haline gelebiliyor, getirilebiliyor. Siyaset yelpazesindeki yerlerine ve politik yaklaşımlara göre bu işin kaynağı (Her şey insan için tavrı) değişiklikler gösterse de, yani insanın hedef ve dayanak olarak telakki edilmesi, siyasi anlayışlara göre farklılıklar içerse de insanı bu çerçevenin dışına, birey olgusuna saygı odağından başka bir zemine itebiliyor. Bu dramatik süreçler ne yazık ki yine insan eliyle hayat buluyor. Bu dipsiz dehlizler ve gayya kuyularında insanı hak ettiği yere, yukarılara çıkarıp orada konumlamak, anlayış ve bakış açısı değiştirmekle beraber oldukça fazla güç, emek ve uğraş gerektiriyor. Karmaşık işlerin döndüğü ortamlarda bizatihi karmaşık olan insanı arınık tutmak, tutabilmek neredeyse imkânsızdır. İnsan devlet ve insan siyaset ilişkisi ne sanıldığı kadar çapraşıktır ne de olması gerektiği kadar nettir. Her şey insan için anlayışı, böylesi bir düşünüş biçimi; sağlıklı bir topluma ulaşmak adına ideal ya da hedef olmakla beraber farklı sosyal katmanlardan ve toplum kesimlerinden gelen insanın sınıfsal kavgasıyla, birbiriyle çekişip yarışmasıyla, birbirine galebe gelme oyunlarıyla bambaşka bir görüntüye bürünüyor. Siyasetin zemini, söz konusu süreçlerin en önemli araçlarından biridir. Tarihsel arka plana sahip olması nedeniyle de insanın insanla ve insanın devletle ilişkisinin daha dengeli ve gelişmiş düzeydeki tanzimine olanak tanıyan yegâne şey açık ve öngörülebilir bir siyaset zeminidir. Olması gereken siyaset; toplumun, bir bütün olarak insanlık, eğitimin ve hukukun her aşamasının, ailenin, birbirinden farkları ne olursa olsun her bir kimliğin üzerinde çok etkisi olan hayati bir alandır. Bu kabil siyaset, insan olgusunu akılda tutan, daha çok insan üzerinde titreyen, onu birey yapan, kendini tamamlama yolunda insanı bir adım öne fırlatan en etkili yoldur. Yukarıda da ifade ettiğim gibi pratik olarak insana, insan ocaklarına en fazla dokunulan yegâne alan, öyle zannediyorum ki tıpla beraber siyasettir.

Bir yerdeki siyasetin kalitesi o yerdeki insanların düzeyine bağlı olsa da kaliteli bir siyaset anlayışı (Kalite kavramıyla siyasetin insan odaklı evrensel normları kast edilmektedir), insanın konfor ve kalitesine etki yapabileceği gibi, daha çok insan olma sürecine ve insan olgusunu yüceltme ihtiyacına şüphe götürmez gerçeklikte olumlu katkı sunacaktır. Siyasi yapıların izlediği çizgi her zaman amaçlananlar doğrultusunda şekillenmiyor. Siyaset bazen amaç ve hedefleri dışında bir çizgiye savrulabiliyor, yolunu şaşırarak siyaset erbabını arkasından sürükleyerek onu başkalaştırabiliyor. Türkiye da dâhil birçok ülkede, siyasetin insan olgusuna dayalı olarak değil, buyurgan ve devletçi bir düzlemde, kimi mücerret (soyut) kavramlara dayanarak yürütülmesi önemli bir sorundur. İnsana ve onun temel gereksinimlerine, haklarına ve özgürlüklerine yaslanan, toplumsal özden yana olan bir anlayış yerine, sınıflara, cemaatlere, kliklere ve zümrelere yönelik hedef ve amaçlara odaklanan her türlü sistemin ve sistem aracı yapıların sonu, insanlığın geleceği için sorunlar yumağıdır. Bir varlık hatta doğadaki en önemli varlık olan insana dönük her türlü iyileştirici ve geliştirici hamle insanı daha çok insan yapmakla kalmaz o şeyi insani ve iyi şey olarak ortaya koymamızı sağlar.

Edgar Allan Poe, dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumdu, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi, diyor. Aslında insan sevgisi, yaşamın kıymetini bilen insan için yeni bir yaşam alanı açmak üzerine her türlü hayalden daha büyüktür. Siyaset, insana verdiğimiz değerin, onu layık gördüğümüz hayatın sınırlarının çok ötesinde, belki de hayalini bile kuramayacağımız sorunsuz bir geleceğin vücut bulduğu uçsuz bucaksız bir deryadır. Canlılarla tabiat arasındaki kopmaz ilişkinin tıpkısı tıpkısına insan siyaset arasında da mevcuttur. İnsanlığın onuru, gelişimi, iyiliği ve sağlığı için siyaset birebirdir.

Yazının sonuna gelmeden birkaç cümle; modern ve günümüz siyaseti anlayışının ana amacı, politik söylemleri bir takım soyut kavramların ve sembollerin dışına çıkarıp, insan odaklı hale getirmek olmalıdır. Çünkü siyaset erbabı bugün için bazı soyut kavramları abartıp şişirerek tehlikeli birer doktrin haline dönüştürmüş durumda. Bunu tersyüz eden yepyeni bir politik anlayışa, daha gerçekçi ve toplumsal çıkarlara dönük yeni kavramlara, fetiş ve klişe haline gelen sembollerin terk edilmesine, hassasiyet denilen ve günümüzle uyumlu olmayan değerlerin geride bırakılmasına ve süreçlerin alabildiğine doğru okunmasına ihtiyaç vardır.  Başarı için her yolu mübah sayan primitif (ilkel) ve bencil anlayış, muhakkak suretle siyaset mahfillerinin dışına sürülmelidir.  Hayat bir oyun olsa bile adil oynanmalıdır, başarı için her yol geçerli sayılmamalıdır. Siyaset insan ilişkisi; özgürlük, demokrasi, hak, hukuk, adalet gibi kavramlarla birlikte kurallar ve değerler sistemi içinde kalarak ilerlemelidir. Zor ve sıkıcı olsa da insan kalabilmek için gerekli olan şeylerdir bunlar. 18.02.2021

(1,2,3)Vikipedi, Marx’ın insan doğası teorisi.

(4) Norman Geras (25 Ağustos 1943 - 18 Ekim 2013) politik kuramcı ve Manchester Üniversitesi Siyaset Bilimi emekli profesörü. Marx ve İnsan Doğası isimli kitabıyla Karl Marx’ın eserlerinin analizine katkıda bulundu.  “Marx ve Adalet Hakkında Tartışma” isimli makalesini yazdı. En parlak eserlerinden biri 1990 yılında Socialist Register da yayınlanan 'Marksizm Hakkında İftiranın Yedi Çeşidi’ydi.

(5) Vikipedi. (Feuerbach üzerine altıncı tez ve toplumsal ilişkilerin insan doğasının belirlemesi konusunda Engels’in de aşağı yukarı Geras’a benzer saptamalar yaptığı bilinmektedir.)

(6-7) Vikipedi

(*)  Yazarın notu