Önce ekmek gelir, sonra ahlak. Bertolt Brecht
Toplum, en geniş manada aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü, cemiyet anlamına gelir. Aynı zamanda, kendi kendini devam ettiren, belli bir fiziksel yeri olan, varlığını uzun zaman sürdüren ve bir hayat şeklini paylaşan insanlar topluluğuna da toplum denir. Toplumda demokrasi kültürünü sağlamak ve geliştirmek, siyaset kurumunun görevlerinden biridir. Bu yüzden de siyaset kurumu, toplum, birey ve her geçen gün biraz daha büyüyen ve etkisi artan devlet arasındaki iletişim ve iş birliğini güçlendirmeyi öncelemelidir. Bu tanımlara, görev ve rollere bakarak genel çıkarlarda çeşitli kişi ve çevrelerin desteğini sağlama konusundaki şüpheler için, hemen belirtmeliyim ki iş birliği olmadan bir toplumu, genel menfaatlerde buluşturmak, istikrar ve huzur içinde tutmak hemen hemen olanaksızdır. Böyle bir toplum, yani genel çıkarlarda iş birliği yapamayan toplum kaotik bir toplumdur. Tarihsel gelişme içinde, belirli bir üretim ilişkisinin belirli bir aşamasında bir arada yaşayan insanların tümü anlamındaki toplum, anılan tarihi gelişim sürecinde, ayrı ülkelerin birbirine benzer dinamiklerince ve siyaset ve siyaset kurumları eliyle bir yerlerden bir yerlere getirilmiş, zemin, iş ve amaç birlikleri konusunda hızlı bir gelişme katetmiştir.
Siyaset toplum ilişkisi, en az siyaset devlet ilişkisi kadar önemlidir. Zira devlet denen soyut kavram ele alınmaksızın siyaset kurumuyla toplum bağını incelemek ve tartışmak olanaksızdır. Siyaset, yüzünü devlete döndüğü, onun menfaatini ve geleceğini düşündüğü kadar, toplumun ihtiyaçlarına ve taleplerine kulak vermelidir. Politikacılar, halkın çıkarlarından farklı çıkarlara sahip olan insanlar topluluğudur, diyen Abraham Lincoln, belki de toplum siyasetçi ilişkisi yönünden bilinen bir gerçeğin altını çizmeye çalışmıştır. Elbette devlet ve siyaset dışı alanın gelişmesi, büyümesi siyaset toplum, siyaset devlet ilişkisi açısından yeni pencereler açarak siyasetçinin işini zorlaştırır, gücünü ve etkisini azaltır. Çünkü devlet, yaptırım gücü olan örgütün ve aynı zaman tahakküm aracının adıdır. Devlet dışında, kamu yararına faaliyet gösteren kurum ve kuruluşların oluşturduğu sivil toplum kavramı, giderek üçüncü alan örgütlemesini zorunlu kılmıştır. Devlet ve siyaset dışı sivil toplum örgütlerinin artması hem faaliyetlerine hem de örgütsel tabanlarına göre çeşitlilik kazanması, siyaset devlet ilişkisine yeni bir boyut kazandırmıştır.
Siyaset toplum ilişkisi, balıklarla deniz bağına benzer. Nasıl ki deniz olmaksızın balıklar yaşayamazsa siyaset de toplum olmaksızın varlığını sürdüremez. Modern toplum kurulalı beli bu durum böyledir. Modern anlamda (parti-örgüt manasında), yaklaşık 300 yıllık bir geçmişe sahip olan siyaset, genellikle el yordamıyla yapılmış olsa bile Antik Yunan’dan önce insanlığın hayatına girmiştir. Bu yüzden yalnızca bugünün birikimiyle siyaset toplum ilişkisini açıklamak; bütün süreçleri, insanlığın geçirdiği evreleri, toplumsal ihtiyaçların ulaştığı boyutları, daha çok insan olma yolundaki gelişmeyi ve her türden insani ilerlemeyi göz ardı etmek demektir. Unutmamak gerekir ki toplum yaşamının belli bir düzen ve hatta istikrar içinde devam edebilmesi, insanların birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerinde uyacakları bir dizi kuralların varlığına bağlıdır.
Hiç şüphe yok ki insanlar topluluklar halinde yaşarlar ve doğuştan ölüme kadar ki süreçte ciddi ihtiyaçlar duyarlar. Toplum içinde yaşayan insanların belli temel ihtiyaçları, yerine getirmek zorunda oldukları ödevleri, kimi sorumlulukları ve görevleri olur. Kullanacakları yetkileri, sorumlulukları ve sınırları gösteren toplumsal, hukuksal ve yönetsel kurallara bağlıdırlar.
Sosyal düzen kuralları denilen bu kurallar, belli bir elastikiyet içinde genişleyip daralır. Pek çok kavramı icat etmenin yanı sıra din, ahlak, görgü, etik, yasa gibi kurallar koyan egemen anlayış, arzu ettiği biçimde insanlığın toplum hayatını düzenlemek, denetlemek ve böylece toplumları kolay bir şekilde yönetmek istemiştir. İnsaniyet süresince örf ve âdetler (gelenek ve görenekler), görgü kuralları, ahlâk kuralları, din kuralları ve hukuk kuralları gibi toplumsal davranış kuralları, toplumların yapısına göre kendi içinde farklılık göstermiştir. Aynı zamandan insanlık, toplumu ve bireyi bir çizgide tutmak için çok çeşitli sosyal düzen kuralları yaratmıştır. Anılan kuralların birbirine benzer özellikler taşıması, toplumsal düzenin istendiği gibi dizayn edilmesi açısından önemli birer basamak olarak görülmüştür.
Aynı toprak parçası üzerindeki bireylerin ve toplulukların yaşamını doğrudan ya da dolaylı düzenlemeye yönelik olan ve her biri gücünü genel otoriteden alan söz konusu kurallar arasında, önemli farklılıklar bulunmaktadır. Yaptırım gücü olan otorite, yani hâkim sınıfın örgütü olan devlet, hiç kuşku olmasın ki tüm kurallar içinde, kendi çıkarına uygun olarak bir öncelik ve önem sıralaması yapmıştır. Buna göre hukukun özel bir yeri ve önemi olmuştur. Çünkü hukukun kendisi, öncelikle ve özellikle bir yaptırım alanı olarak düzenlenmiştir. Otoriteden söz etmişken hukuk konusundan ayrılıp küçük bir pencere açmakta yarar görüyorum. Biliyoruz ki tarih boyunca bireyler ve gruplar otoriteye boyun eğmiş, otoritenin gücünü merkezileştirmesine rıza göstermiş, otoritenin saltanatına ve pervasızlığına sessiz kalmıştır. Birey ve grupların şu ya da bu nedenle, şundan ya bundan kaynaklı kendi üstüne düşen görev ve sorumlulukları yerine getirememesi, böl ve yönet siyasetine alet edilmesi, onları zayıf, güçsüz ve takatsiz bırakmıştır. Sorumluluk duygusunun ortadan kalkması, otoriteye boyun eğmenin en önemli sonucudur, diyen Amerikalı psikolog Stanley Milgram, ileri sürülen yakıcı gerçeğe işaret etmiştir.
Yeniden hukuk konusuna ve etkisine dönersek, diğer kurallardan hukuku farklı kılan pek çok nitelik olsa da en belirgin özellik, hukuktaki yaptırım öğesidir. Bu amaçlarla hâkim sınıfın örgütü olan devlet, bilerek ve isteyerek güçlendirilmiştir. Elde edilen bu güçle yaptırımlar hatta yaptırımların uygulanışı güvence altına alınmıştır. Ne yazık ki yasalar önünde eşitlik, hak ve adalet, güvenlik, geçinme, barınma ve insan hakları gibi kavramlar, her çağda çok sonradan egemenlerin aklına gelmiştir. Bu yüzdendir ki Friedrich Engels, “Toplumun çalışan üyeleri hiçbir şey elde edemezken, her şeyi elde edebilen üyeleri hiç çalışmamaktadır,” tespitinde bulunmuştur.
İddialı bir cümle olsa bile söylemeliyim ki toplumsal davranış kurallarının tümü birden, egemenlerin toplumsal düzen dediği şeyi sağlar. Toplumsal düzen, bir toplumda o toplumla ilgili olarak getirilmiş kurallara uygun düşen yapıya verilen isimdir. Toplumsal düzeni sağlamak, bireylerin davranış ve ilişkilerini çeşitli kurallar aracılığıyla denetlemek, genel toplum hayatını birtakım kurallar vasıtasıyla düzene kavuşturmaktır. Burada hem siyasetin hem devletin hem de hukukun görev ve sorumlulukları ortaya çıkar. Tarih boyunca toplumların geleceğini şekillendiren güçler, bir düzen, bir sistem ve hâkim sınıfın örgütü olan bir devletin öncülüğünde şekillenen bir örgütsel yapı hedeflemiştir. Adına toplumsal kurallar denilen süreçler toplamı, bir şekilde toplumsal düzenin, toplumsal barış ve esenliğin gerekçesi sayılmıştır. Söz konusu toplumsal düzen, bu gerçeğe ve bunun gereğine inanan insanlar tarafından hayata geçirilmiştir. Böyle böyle suçlar ve kabahatler, günahlar ve ayıplar, cezalar ve yaptırımlar, ahlak ve gelenekler farklı şekillerde de olsa otoritenin gündemine girmiştir. Sözde kural tanımayan insanlar, egemenlerin yönlendirdiği toplumun doğrudan ya da dolaylı yaptırımları ile karşılaşmıştır. Arzu ettiği bağımsızlığı, özgürlüğü ve serbestliği elde edemeyen siyaset, bütün bu evrelerde, ya halkın gerisinde kalmış ya da egemenlerin arzusu yönünde ilerlemiştir. Dolayısıyla egemenlerin düzenini, egemenlerin istediği gibi tesis etme işi, siyasetçiye ve siyaset kurumuna havale edilmiştir. Siyaset kurumu, talep edilen yaptırımları şu ya da bu normda hayata geçirmiştir. Egemenlerin istediği gerekli kararları almış, düzenlemeleri yapmış, yasaları çıkartmış, yaptırımları ilan etmiştir. Bu yaptırımlar, her dönem ve zamanda maymuncuk görevi yapan ayıplanma, lanetli sayılma, alay etme, hakaret etme, dışlanma, para cezası, hapis ve hatta ölüm cezaları şeklinde ortaya çıkmıştır. Siyaset kurumunun işine gelmediği ya da siyaset kadrolarının gücü yetmediği durumlarda da siyaset alanı bir bütün olarak kurallar karşısında, her zaman olmasa da çoğu zaman üç maymunu oynamıştır.
Siyasetin, Birey ve Toplum Hayatına Etkisi
Siyaset, toplum üzerindeki etkisi ve sürükleyiciliği yönünden büyük paya sahiptir. Toplumun her bireyinin hayatına bir şekilde tesir eder, toplumu ve bireyi kendi hedef ve istekleri doğrultusunda yönlendirmek için planlar ve projeler geliştirir. Kısacası toplum ve bireylerin bugünleri ve gelecekleri için önem verilmesi gereken bir faaliyet alanıdır. Denebilir ki siyaset olmadan insanların kendilerini keşfetmeleri ve yönetilme ihtiyaçlarını doğru bir şekilde kullanabilmeleri oldukça zordur. Tarih boyunca iktidar gerekliliği, belli gerekçelere dayandırılarak topluma ve bireye benimsetilmiştir. Böylece insanlık, iktidar gerekliliğini ve toplumsal düzen ihtiyacını binlerce yıldır deneyimleyerek günümüze kadar getirmiştir. Bu da, insanların siyasete vermesi gereken önemin başlıca ve en büyük göstergesi hatta gerekçesi olmuştur. Amerikalı müzisyen Frank Zappa, mesleki deneyimlerinden etkilenmiş olmalı ki, “Politika, endüstrinin eğlence şubesidir,” diyor. Siyaset, devletle ilişkisi nedeniyle çoğu zaman arkasında sorunlar yumağı, bürokrasi balçığı bıraksa bile, nihai nokta da toplum hayatına doğrudan etkisi nedeniyle kendini vazgeçilmez kılıyor. Bununla birlikte tek tek bireylerin ve bir bütün olarak toplumun, ülkelerin siyasetinde karar almaları bir bakıma iyi bir fırsattır. Siyasetin kurumunun gelişmesi, geliştikçe açık ve şeffaf hale gelmesi; birey hukukuna dayalı mekanizmaların iyi işlemesini, birey olabilme güven ve cesaretinin oluşmasını, bireylerin, dolayısıyla da toplumların kendi gelecekleri hakkında sağlıklı kararlar vermesini sağlar. Öznesi insan olan siyaset zemininin, siyaset kurumları eliyle gene insana hizmet sunması, eşyanın tabiatına uygun bir faaliyettir. Bir benzetme yapmak gerekirse siyaset kurumu ve insan ilişkisi, herhangi bir şeyin yaratılırken kazanmış olduğu özelliklerin o şey bünyesinde yer alması gibidir.
Hiç şüphesiz ki belli evreler geçilmeden, süreçler olgunlaşmadan, geleneksel ve göreneksel kültürle yoğurulmadan ve hatta geleneksel kültür benimsenmeden oluşan kültür alışverişleri, sorunlu bir anlama ve algılama biçimi oluşturur. Yurttaşlar, siyaset kurumu eliyle demokratik denetim yaparken dünyadaki gelişmeleri izleyerek farklı ülkelerden toplumların yaşama alışkanlıkları, refahları, genel ekonomik durumları hakkında edindikleri bilgiler doğrultusunda adım atmalı, tutum takınmalıdır.
Bireyler kafalarındaki şartları belirterek çok büyük ve uçuk vaatler de dâhil iktidarın neler yapabileceğini, ülkeyi nereye götürebileceklerini ve doğal olarak toplumun yaşam standartlarını ne ölçüde iyileştirebileceklerini göz önünde tutmalıdır. Sadece iktidar hırsı ile başa gelmeyi amaçlayan siyasetçileri iyi tartmalı, toplum ve ülke için en iyisi olduğuna karar verdiği siyasetçinin kazanmasına katkı yapmalı, destek olmalıdır. Dünyanın batısı ile doğusu, güneyi ve kuzeyi arasında, pek çok sosyal alanda, birçok yönden önemli farklar vardır. Bunlar arasında yönetme modellerinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Modern siyaset, insanın kulluktan yurttaşlığa geçişinin en önemli aracıdır. Aynı zamanda bütün eksiklerine karşın siyaset, devletin azametli, kutsal ve her şey olduğu, buna karşılık insanın hiç yerinde görüldüğü paradigmanın (değerler dizisi) değiştiği süreçler toplamıdır.
Toplumun ve Bireylerin Geleceği İçin Siyasetçinin Tercihleri ve Kimi Temsil Ettiği Önemlidir
Siyasetin temel sorunlarından biri de seçilenlerin kimin temsilcisi gibi davrandıkları konusudur. Birey ve toplumun mu, müesses nizamın mı, sırf kendilerini iktidarda tutan, din, milliyetçilik ve benzeri hassasiyetlerin mi? Daha açık bir ifadeyle halkı mı temsil ediyorlar, egemenlerin izin verdiği sınırlar içinde, gene egemenlerin çıkarını mı koruyorlar? Haklardan ve özgürlüklerden yana mı oluyorlar, Küresele Egemenlik Sistemi’nin her geçen gün daha çok kontrol ettiği milliyetçilik ve dindarlık gibi toplumsal hassasiyetlerin güçlenmesinden taraf mı? Kısaca halkın adamı mı oluyorlar, başkanın ve başkanın şahsında sermayenin adamı mı oluyorlar.
Unutmamak gerekir ki, insan doğasında olan yönetme ve yönetilme isteğini, iyi kararlar vererek doğru yönde etkilemek, o isteği insanlığın yararına evirtmek bütün bir toplumun faydasınadır. Vaatlere kanmadan, özü sözü bir, açık ve şeffaf süreçleri olan, önceden bilirlik esaslarına uyan siyasetçi ve siyaset kurumlarını takip ederek onları desteklemek, her zaman bireyin ve toplumun çıkarınadır. Daha verimli çalışmak, kalkınmak ve kalkınmada kalıcı ivme yakalamak, her türlü enerjiyi açığa çıkarmak ve toplumun bütün kesimlerini üretim süreçlerine yöneltmek, demokratik toplumlarda ve huzur ortamlarında çok daha gerçekçi, yakın ve uygulanabilirdir. Siyasetin doğasına ait olan gruplaşma, karşıt fikirler üzerine konumlanma, toplumun gelişmesi ve ekonominin kalkınması için zenginlik sayılmalıdır. Ne olursa olsun toplum düzenini ve birey esenliğini esas alan bir siyaset programı, her türlü gruplaşmaya, suni veya gerçek stres alanına rağmen, topluma dair olanlar için oldukça önemli ve yararlıdır. Bilinmelidir ki odak iktidar olduğu sürece, karşıt gruplar, farklı düşünce ve program ocakları arasındaki çekişmeler kaçınılmazdır. Birbirine saygıyı esas aldıkları, farklılıklarla bir arada yaşama kültürüne sadık kaldıkları, demokratik nezakete ve demokratik rekabete bağlı oldukları sürece çok renklilik ve çok seslilik aynı zamanda toplumsal servettir, bir toplumun ortak zenginliğidir. Egemenlere ait olan nefret dili, böl, parçala ve yönet politikası, içinde toplum refahı ve birey mutluluğu barındıran bütün süreçleri zehirlemektedir. Zehir saçan ve balçık yaratan bu dil, toplumun kahir ekseriyetini mutlu edemeyeceği ve müreffeh yaşatamayacağı için ister sağdan ister soldan olsun iktidarlar hep değişecektir. Bu nedenledir ki Amerika’nın kurucu babalarından, hukukçu yazar John Adams, “Hükümetin sonu toplumun mutluluğudur,” demektedir.
Siyasal çekişmeler bir kavgaya, sürekli bir düşmanlığa dönerse o zaman siyaset kurumu, birey ve toplum için ülkenin geleceğini belirleyen bir araç olmaktan çıkar, karşıt grupların çevresel çıkarlar uğruna birbirine girdiği, kısır çekişmelerin yön verdiği, siyaset iklimine gerilimin egemen olduğu işe yaramaz bir şey haline gelir. Çevre çekirdek, çevre çeper ve çevre merkez ilişkisi sağlam örülmüş, açıklık ve önceden bilirlik, demokratlık, hak ve adalet kurallarına uygun örgütlenmiş toplumsal düzen süreçlerinin tamamı, toplum hayatı için evladır (daha iyidir). Hiç kuşku yok ki siyasetin nicelik ve nitelik yönünden sağlam olduğu ve sağlıklı zemine dayandığı toplumlar, dünya arenasında bir adım daha önde olmayı hak eder. Zira ulaştıkları düzey, haklar ve özgürlükler, ekonomik gelişkinlik ve ölçülebilir başka veriler bakımından zaten öyleler.
Hâkim Sınıfın Örgütü ve Siyaset İlişkisi
Bireyler ve toplum, bir türlü hâkim sınıfın örgütü olmak dışına çıkamayan devletle herhangi bir sorun konusunda karşı karşıya geldiği durumda bile, siyaset kurumu ve siyasetçi devleti odak alıyor. Önem ve etki bakımından yurttaşlar ve toplum; açmazlarda, ihtilaflarda, ayrılık noktalarında, hak ve özgürlük arayışında hatta denebilir ki bir ucunda insanca yaşam olan bütün sorunlarda hep devletin gerisinde kalıyor ve mağdur ediliyor. Muhtemelen uzunca bir süre daha hâkim sınıfın örgütü olarak kalacak olan devlet, kutsal devlet sayılacak, üretim araçlarını elinde bulunduracak, egemenlerin baskı teşkilatı olmaya, din ve milliyetçilik gibi hassasiyetleri kullanmaya devam edecektir.
Siyaset kurumu, dolambaçlı yollarda ilerledikçe devlet karşıtı bir söylemden, biraz da koşullar ve ona sunulanlardan ötürü siyasetçi eliyle devletin uysal kurumu ya da uydusu haline gelebiliyor. Hakeza sermayenin devlet eliyle sunduğu olanaklar siyaset kurumunun ele geçirilmesini ve hatta can çekişip çürümesini kolaylaştırıyor. Devlet ile vatandaşın birbirlerine karşı olan pozisyonlarını gözden geçirmesi ihtiyacı, siyaset kurumunun aracı rolü, değiştirici ve dönüştürücü gücü etkisiyle ortaya çıkar. Bu ihtiyacın gereği olan değişim, dış odakların zorlaması ile değil, toplumun talepleriyle, ülkelerin kendi iç dinamikleriyle gerçekleşmek zorundadır. Toplumsal gelişim ve değişim yönünden vücut bulan şey her neyse sağlam bir zemine dayanmalıdır, kendi oluşum sürecini doğal yollarla tamamlamalı, akla ve bilime uygun herhangi bir dayanağı olmalıdır.
Siyaset kurumunun hükümetler eliyle kamu kaynaklarını yönetmesi hem onun en kırılgan, en başkalaştığı, en kolay kendisi olmaktan çıktığı hem de tabi kılıcı, kendine bağlayıcı ve cezbedici olduğu alandır. Kamu kaynaklarını yönetmenin politika kurumunun görevlerinden biri olması, aynı zamanda rant (getirim) kaynaklarıyla olan ilişkinin kışkırtıcı ve baş döndürücü boyutudur. Mevcut uygulamaların tümünde ve her türlü hal ve şartta bir paylaşım alanı haline dönüşen kamu gücü ve kamu kaynakları, siyasetçi için; karşıt üretme, kendine yabancılaşma, korku tünelleri yaratma, kavga ve gürültü nedenidir. İster çok ister az gelişmiş ister geri kalmış olsun, bu ülkelerde siyasete katılan herkes kendince bir şey elde etmek arzusundadır.
Politikacı devlet, politikacı toplum ilişkisinin, süreçleri yönetmek esasına dayalı olduğuna inan İngiliz siyaset ve devlet adamı Winston Churchill, Politika gerçekleri gizleyip yalan söylemek değil, gerçeklerin istediğiniz yanını göstermektir, diyor. Diğer yandan siyasetin ilgili bireylerin çıkarı esasına dayandığını iddia eden Amerikalı iş insanı William Randolph Hearst, bir politikacı işini kaybetmemek için her şeyi yapar. Hatta vatansever bile olur, iddiasında bulunur. Öyle ki Antik Yunan’dan günümüze siyaset toplum, siyaset devlet örgütü ilişkisi, üstünde kafa yorulan, farklı fikirler ileri sürülen, mecra ve sayfa olarak hep aynı düzlemde olmalarına rağmen gerektiğinde çatışan ve çelişen önemli iki alandır.
Buyurgan devlet ve özgürlükçü siyaset arasındaki çatışmalı alan, devleti gerilettiği oranda siyaseti geliştirmektedir. Başka bir deyişle devlet; buyurgan, baskıcı, yaptırımcı ve düzenleyici yanından ödün verdiği veya bunlardan vazgeçtiği oranda, hakların ve özgürlüklerin sınırları genişler. Sorunlu alanların doğal sonucu olarak kimi fırsatların doğması, toplumsal gelişim ve toplumsal refah açısından ciddi bir şanstır. Söz gelimi Doğu ve Batı arasındaki önemli farklardan biri de avantajlı ve dezavantajlı gurupların, aykırı kesimlerin bulunduğu, sorunlu ve çatışmalı alanlara dair uygulamadır. Batı’nın sivil topluma ve bireye bakışı ile Türkiye gibi Doğu özellikleri taşıyan toplumların yaklaşımı arasındaki temel fark buradadır. Yani ayrım, sorunlu alanları yönetme, algılama ve kavrama yöntemindedir.
Toplumların İhtiyacı, Yaygın Demokratik Süreçlerdir
Olması gereken ve gerçek anlamda hayat bulması istenen sivil toplum anlayışı, geleneksel devlet karşısında, yurttaş haklarını alabildiğine kullanabilen bireyin pozisyonunun güçlendirilmesidir. Özgürlükçü devlet kurmak zor olsa da, demokratik normlara kavuşan ve temel organlarıyla kurumlarını açıklık ilkesine göre oluşturan halka dönük devlet, en geniş manada birey hukukunu gözeten devlettir. Bireyler ve toplum cesur olmaya ihtiyaç duymadan, herkesin sadece yurttaş olduğu için yararlanabildiği bir hukukun olması, en basit ifadeyle toplumsal gelişmeyi hızlandırır. Özetle; toplumların ihtiyacı, yaygın demokratik süreçlerle donatılan, haklarını ve özgürlüklerini kolaylıkla kullanabilen, olup bitenleri sorgulayabilen daha özgür bireylerin çoğaltılmasıdır. Tekrar etmem gerekir ki her toplumun gereksinimi, evrensel ve çağdaş manada yurttaşlık bilincinde olan ve ülkeleri tehdit eden, ilerlemeyi ve gelişmeyi engelleyen sorunların kendi sorunları olduğunu bilen sorumlu ve katılımcı bireylerin geliştirilmesidir. Anılan süreçlerin artması, hiç olmadığı kadar bireyleri geliştiren bu yolu kısaltacaktır. Denilebilir ki medya siyaset, medya devlet (erk) ilişkisi, bu denli içe içe ve çapraşık durmasaydı; kavgaya ve gerilime dayanmasaydı; siyaset kurumu, topluma bu yoğunlukta bağlı olmasaydı; siyaset alanı, devlet için bu kadar kıymetli bir şey olmazdı.
Kimi kavram ve tanımlar üzerinden bireyi ve toplumu açıklamaya çalışmak, çoğu zaman amaçlananın dışında bir sonuç doğurur. Siyaset kurumunun ne olduğunu kavramak için, hepsi de egemenlere ait olan zor ve karışık tanımlara, karmaşık terimlere gerek yoktur. Açık ki siyaset çoklukla alaylıların yaptığı bir iştir. Hatta kimilerine göre hiçbir işi olmayan aylakların yaptığı bir şeydir. Zaten toplumun ana gövdesi yönünden okulsuz, sokakta ya da hayatın içinde öğrenilen bir şeydir. Karmaşık ve dolambaçlı yollar, bellemesi zor kavramlar, ıvır zıvır dolu sayfalar, tumturaklı sözler, bu tür süreçlere göre değildir. Yurttaşın ihtiyaçları temelinde kabul gören ve yaygınlaşan siyasal yapı, her zaman daha çok görünür olur, akılda tutulur. Zira siyasetin zemininin öznesi insandır. Siyaset insan, dolayısıyla toplum için vardır. Yurttaş için var olan siyaset kurumunun başarısı, bireye yakınlığı, bireye dönüklüğü, bireyin taleplerine cevap vermesi ve yurttaş ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Siyaset kurumunun başarısı, duruma ve yapıldığı kültürel ortama göredir. Faaliyetleri yönünden gelişmiş bir ülkenin iktidarını, geri kalmış bir ülkenin iktidarıyla karşılaştırmak, hüzünle mutluluğu aynı anda yaşamak, aynı sayfada oksimoron** bir duruma yer vermektir.
Görece de olsa kurumsal siyasetin başarısı, çoğu zaman kısa, orta ve uzun vadede, yurttaş ihtiyaçlarını karşılayarak olur. Eğer sonuçta toplumun kahir ekseriyetinin, tek tek yurttaşların ortalama olarak elde ettiği sosyal veya ekonomik kazanımlar ve genel haklar yoksa, hiçbir şekilde siyaset kurumu başarılı değildir.
Öte yandan siyaset toplum ilişkisinin kimi regülasyon (ayarlama-düzenleme) alanları vardır. Bunlardan en önemlisi, siyasetin odağında mutlaka yurttaşların olması gerekliliğidir. Odakta yurttaş durduğunda, yurttaş talepleri öncelik kazandığında siyaset yapanlar bireyi önceler, öncelemek zorunda kalır. Bu tarz bir siyasal anlayışın ucu toplum yararını gözetmeyen bambaşka yerlere varır. Politik başarının, aynı zamanda toplumsal çevrenin, toplumsal yapının, bireylerin siyaset tercihlerinin ve siyaset ortamının ulaştığı düzeyle doğrudan ilişkisi vardır. Müreffeh bir toplum, mutlu bir toplumdur. Birbirini denetleyen bireyler daha sağlıklı ve daha dayanışmacı bir toplum oluşumuna katkı yaparlar. Yardımlaşan, dayanışan, birbirinden utanan ve birbirini düşünen topluluklar daha evladırlar. Zira toplumun, toplumsal yapının ve toplumsal düzenin alametifarikası vardır. Bundandır ki Montesquieu, “Teker teker kötü olan insanlar birleşince, iyi bir toplum meydana getirirler,” demektedir. Toplum güven ve dayanışma duyguları üzerine kurulunca bireyler yönünden muazzam bir sağaltım işlevi görmektedir.
Özetle; halka dönüklük, gerçek manada halk için tavır geliştirmek, yerindelik, halkın gerçek ihtiyaçlarının anlaşılması, siyasetin esas amacı olmalıdır. Toplumsal yararlılık, siyasetin en önemli işlevine dönüştüğü gün, devlet daha çok halkın hizmetine girer, daha demokratik ve daha halka ait olur. Bireylerin ve toplumların gerçek ihtiyaçları olduğu gibi görülmeden ve doğru anlaşılmadan, siyaset kurumunun köklü ve esaslı çözüm yolları üretmesi mümkün değildir. Kamu adına görev yapanların, devlet kurumlarını yönetenlerin, iktidarı elinde bulunduranların, yaptığı yanlışların, bilinçli ya da bilinçsiz tercihlerinin altında yatan en önemli neden halkın doğru anlaşılmamasıdır. Bugün birçok davranışının altındaki hatalar manzumesi, bu sebeplerden kaynaklanmaktadır. Toplumun görmezden gelinen ihtiyaçları, birbirini izleyen duyarsız ve umursamaz söylemler, her hal ve şartta yanlışlar dizisine yol açar. Bu ihtiyaçlar, gerçekçi olmayabilir, olanaklar ölçüsünde bulunmayabilir, taleplerle eldekiler çakışmayabilir ama mutlaka gözetilmesi ve göz önünde bulundurulması gereken ihtiyaçlar olarak görülmelidir. Suni gündem yaratma amacı taşısalar bile bu kabil yaklaşımlar, insanlığın ortak çıkarlarını gözden kaçıran etkinliklerdendir.
Modern Süreçler, Siyasetle İktidar Etkisi ve Karmaşık Haller
Bazı ülkelerde siyaset, içeriyle mücadelede dışarıya, dışarıyla mücadelede içeriye yaslanmak üzerine inşa edilmiştir. Bu gibi ülkelerin demokratikleşmesi, normalden daha fazla zaman alır. Ülke ve devlet yönetiminde dışarıyla içi, içeriyle dışı hedef alanlar, karşıt üretmeden, düşman yaratmadan var olamayanlardır. Nefret dili ve korku tünelleri de bu kesimin buluşudur. Korkuyla yönetme de…
Eldeki olanakları ne olursa olsun siyaset, sorunların tümünü çözmeye adaydır ve mevcut problemleri çözmenin en pratik ve en geçerli adıdır. Elbette ki çok şey olan siyaset, hikmetinden sual olunmaz bir kudret, olağanüstü bir güç değildir. Sorun siyaset aklıyla ve o aklın serbest bırakılmasıyla ilgidir. Siyaset aklının günlük politikalara, manevralara alet edilmesi, belli bir odağın emrine girmesi, onun gerçek gücünü gölgelemektedir. Bununla birlikte siyaset kurumunun son yıllarda iş ve amaç birliğinin zeminini giderek genişletmesi ve geliştirmesi, yeni arayışlarının ürünüdür ve siyaset kurumunun çıkarı gereğidir. Siyasetçinin ve siyaset kurumunun tercihleri, bu istikametin insanlık için hangi oranda yararlı ya da zararlı olduğunu belirler. Siyasetin yapılış biçimi ve güç unsurları üzerindeki etkisi, onun toplumun geleceğine dair umutlarını canlı tutmasının en belirgin özeliğidir. Belirtmek gerekir ki siyaset birey ilişkisi siyaset toplum ilişkisinin kuluçkası sayılır. Birey hak ve özgürlükleri çok değerlidir ve geliştiği oranda her toplumun geleceğini önemli ölçüde güvence altına alır. “Bir topluluk, bireyin uzamış gölgesidir,” diyen ABD’li, filozof ve yazar Ralph Waldo Emerson, birey toplum ilişkisinin geleceği hakkında bugünlere önemli bir not düşmektedir. İngiliz yazar Aldous Huxley, “Toplumsal istikrar olmadan uygarlık olmaz. Bireysel istikrar olmadan da toplumsal istikrar olmaz,” belirlemesinde bulunurken gerçekte karmaşık modern toplum ve daha az karmaşık modern toplumların yüz yüze olduğu sorunlara vurgu yapıyor. Rahatlıkla aynı sayfada okuyabileceğimiz Aldous Huxley’in vatandaşı ve meslektaşı Henry Fielding, “Bir toplumun içinde; geçmişin kalıntıları, geleceğin filizleri ve güncelin egemenliği birlikte yaşar,” diyerek dünü, bugünü ve yarını, bir kez daha siyasetin ve siyasetçinin aklına getiriyor.
Sormayan, denetim görevi yapmayan, soramayan hatta sorgulamayan bir toplum, endişeyle yaşar, kendi elleriyle geleceğini karartır. Siyasetin gelişmesi, insan esenliğini ne düzeyde esas almasına bağlıdır, onun ne kadar çağdaş olduğu, ne kadar modern yöntemlerle yapıldığı, ne kadar vaatte bulunduğu önemli değildir.
Yunan filozof Aristo, insanı toplumsal bir varlık olarak adlandırmıştır. Hiç kuşkusuz insanlar için bir arada yaşamak, vazgeçilmez bir gereksinimdir. Bir arada yaşama arzusu hem belli ihtiyaçlar ortaya çıkarır hem de belli ihtiyaçlar nedeniyle meydana gelir. Amerikalı psikolog Abraham Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisinin en başlarında, güvenlik ihtiyacının geldiğini söyler. Amerikalı psikoloğa göre, güvenlik ihtiyacı, fizyolojik ihtiyaçlardan hemen sonra, ikinci sıradadır. Anılan ihtiyaç, bugün de insanlar için birlikte ve topluluk halinde yaşamanın en belirgin gerekçesidir. Güven içinde yaşadığını bilme gerçekliği, insanlara belli bir emniyet ve huzurlu bir alan sağlar. Tarih boyunca toplumlar oluşturarak toplu halde yaşamayı tercih eden insanlar, açık ki manevi ve duygusal ihtiyaçlarını da en az maddi olanlar kadar önemsemiştir. Hiç tereddüt etmeden belirtmek gerekir ki devlet organlarının tümü ve özellikle siyaset kurumu, maddi ve manevi ihtiyaçlar karşısında ekseriya egemenlerin çıkarını gözetmiş, halk yığınlarının istek ve ihtiyaçlarını egemenlerin izin verdiği ölçüde çözüme kavuşturmuş ya da karşılamıştır. Bununla birlikte emniyet ve huzur çoğu zaman egemenler elinde bir silah olarak halka yöneltilmiş, halk bunlarla korkutulmuş, bir hizada tutularak nispeten sorunsuz halde yönetilmiştir. Güvenlik ve rahat hem insanların bir arada yaşamasının hem de egemenlerin toplumları daha az sorunla yönetmesinin iki temel kavramı olmuştur. Her türlü gaileye, yarınlara dönük endişeye, gelecek korkusuna rağmen, insanların bir yere yerleşme ve bir yerde yaşama tercihlerinde, bu noktanın önemli bir rolü olmuştur. Toplu halde yaşam, mutlak bir düzen gerektirir ve eğer bu düzen sağlanmazsa korkuya dönüşen güvensizlik duygusu, bir arada yaşamayı zorlaştırır ve güvensizliğin egemen olduğu yer, mutlak suretle kaotik bir alana dönüşür. Siyaset, insanlığın ortak veya kişisel ihtiyaçlarının tamamıyla ilgilenir, yönettiği ya da sevk ve idare ettiği kurumlar aracılığıyla bu alana dair çözümler üretir.
İstesek de istemesek de toplu halde yaşam, bir süre sonra belli bir düzenin varlığını gerektirir. Zira toplu yaşamdan beklenen, ortak olanaklardan yararlanmak, güven ve refah içinde yaşamaktır. Bunlar sağlanamadığı takdirde toplu yaşamak, kendisinden beklenen güveni sağlama işlevini yerine getirmek bir yana dursun, kendisi korku ve güvensizliğin nedeni olur. Toplum hayatına oldukça fazla etki eden ve toplum hayatını şu ya da bu şekilde değiştirip dönüştürmeyi amaçlayan siyaset kurumu, hiçbir şekilde insanların ihtiyaçlarına bigâne kalmamalıdır. Bilakis daha çok duyarlı, daha çok çözüm odaklı, daha çok hizmeti önde tutan, yerelde iş birliği ve güçlü yerel demokrasi anlayışını esas alan yaklaşım içinde olmalıdır. Unutmamak gerekir ki özgürlükçü, demokrat ve insan odaklı siyaset kurumu ve siyasetçi, bir yandan da toplum refahını ve insanların mutluluğunu hedef edinir.
Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümüne toplum ya da cemiyet dendiğini daha önce kez ifade etmeye çalıştım. Anılan toplum, cemiyet ya da topluluk küçüldükçe ya da karmaşık yapıdan daha az karmaşık olana geçildikçe ve geleneksel karakterli toplum yapısı benimsendikçe gelenek ve göreneklerin etkisi daha çok ortaya çıkar. Kulluk, kölelik, yurttaş, birey ve medeni hakların kullanılması süreçlerinin tamamı, daha modern denilen aşamalar geçildikçe, toplumsal gelişim sağlandıkça yaşanmıştır. Söz gelimi geleneksel karakterli toplumlarda, örf ve âdetler birinci derecede etkili olurken modern karakterli toplumlarda bu öncelik hukuk kurallarının olmuştur. Kimi ülkelerde kölelik hukuku geçerliyken kimi ülkeler yurttaşlık hukukuna geçmiştir. Toplumlar küçüldükçe, içine kapandıkça ve gelişme süreçleri yavaş ilerledikçe gelenek ve göreneklerin etkisi daha çok ortaya çıkmıştır. Demek oluyor ki modern karmaşık toplumdan daha az karmaşık ya da geleneksel karakterli toplumlara doğru gidildikçe yaptırım gücü olan kültürel kalıntıların, alışkanlıkların, bilginin, davranışların ve bir şeyi eskiden beri görüldüğü gibi yapma alışkanlığının etkisi daha çok kendini gösteriyor.
Siyaset Toplum İlişkisi, Her Zaman Geliştirilebilir ve İyileştirilebilir Bir Mecradır
Siyasal kuramları ve bu kuramların uygulamalarını inceleyen bilim dalı olan siyaset biliminin de alanı olan toplumsal gelişim süreçleri, belli doğal evreler geçirseler bile gerçekte egemenlerin yönlendirmesiyle ve yaptıkları toplum mühendisliği marifetiyle şekillenirler. Siyaset kurumu bir yandan ekonomi, kültür, sanat ve çevreyle ilgili alanlarda varlık gösterirken bir yandan da toplumun sahip olduğu davranış kalıplarıyla ilgilenmek zorundadır. Hele bu davranış kalıpları dünü ve dünün sınırlı birikimini temsil ediyorsa. Anılan davranış kalıpları, siyaset kurumunun topluma öncülük ettiği patikada, eylemlerin veya dil, kültür gibi kalıpların kabul edilmesi veya edilmemesiyle oluşur. Siyaset ve toplum yararının aynı sayfada çakışması sonucu, davranış kalıplarının pek çoğu toplumsal norm olarak kabul edilir. Şüphesiz ki toplumun sahip olduğu normlar zamanla değişebilir ve siyaset kurumu özellikle evrensel hukukun ve gelişmiş insan hakları birikiminin katkısıyla bu normlara, toplumsal hayatın yararına olan bir ruh ve biçim verebilir. Zamanla değişebilir nitelikte olan toplumsal normlar, siyaset kurumunun etkisiyle, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle daha hızlı bir şekilde değişebilir ve kimi olumsuz hatta geri sayılabilecek davranış kalıpları toplum hayatından çıkabilir.
Toplumun doğuşu ve gelişimi insanın en ilkel ve en geri konumundan, hayvansal âlemden kopuşuyla başlamıştır. Bu, tamamen doğal biçimde gelişen bir süreç olmakla beraber, artı ürün, artı emek ve özel mülkiyet hakkı sayesinde genişlemeye başlamış, hız kazanmıştır. Bunlar nedeniyle nispeten daha gelişmiş ve ileri bir zemine oturmuştur. Birçok alanda olduğu gibi, toplumun gelişimi de sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve benzeri alanlarda ileriye doğru bir değişmeyi ifade eder. Elbette ki bu öğeler tek başına gelişebilir fakat bu öğelerin gelişimi tek başına değil de hep birlikte ve uyum içinde gerçekleştiği zaman toplumsal gelişmeden daha kolay söz edilebilir. Sürdürülebilir bir toplumsal gelişme mümkün olabilir
Bu bölümün sonuna gelirken siyaset kurumu ve toplumsal gelişmeyle ilişkisi nedeniyle, bir cümleyle din ve dinlerin etkisine değinmekte yarar görüyorum. Bugün toplumların hayatının kutsal metinlerle temelden ve oldukça derinden çelişmesi ne siyaseti ne de kutsal metinleri açıklama, anlaşılır kılma görevi üstlenen yol göstericileri rahatsız ediyor. Belki de siyasetçinin ve din adamının bugünkü durumunu öngördüğü için Jane Austen, günümüzden 200 yıl önce, “Verilen sözü tutmama pahasına içimizi ferahlatırsak ahlak kuralları nerede kalır,” demiştir. Topluluklar olarak bir arada yaşamanın ve toplum hayatının önemini vurgulayan Charles de Montesquieu de, “Ayrı ayrı birer ahlaksız yaratık olan insanlar, toplu oldukları zaman namuslu kişiler olurlar,” diyor.
Son söz olarak belirmek gerekirse, aynı sayfada olan siyaset kurumu ve devlet, üstlendikleri roller gereği çoğu zaman birbirinin zıddı durum arz eder. Toplum çıkarı ve iktidar çıkarı çelişebilir, aynı patikada ilerleyemeyebilir. Bu nedenle iktidarın özünü anlamak, iktidar kavramının ne olduğunu bilmek, en az ondan beklentiler kadar gerekli ve önemlidir. İktidar kavramıyla belirtilen özelliklerin en başında gelen şeyler, iktidarın siyasal alana ilişkin bir kavram olmasıdır. Aynı zamanda iktidar, başkalarını etkileme ve kontrol edebilme yeteneğidir. Bireylerin/grupların kendi düşüncelerini ve çıkarlarını başkalarına kabul ettirebilme iradesinin ortaya çıkması da iktidarın elde edilmesiyle ilgilidir. Diğer yandan gerektiğinde topluma karşı zor kullanabiliyor olmalarına rağmen iktidarın tercihleri, iktidarın kimler eliyle yürüdüğüne ya da iktidarın kimlerle paylaşıldığına göre şekillenir. Huzurlu, müreffeh ve kalkınmış bir toplum; siyaset kurumunun tercihlerine, onun egemenlerin çıkarları kadar geniş halk yığınlarının esenliğini ve geleceğini düşünmesine bağlıdır. Belki iddialı olacak ama kanımca siyaset toplum ilişkisinin en anahtar kelimesi budur. Aksi bir yolculuğun sonu Albert Camus’un ifadesiyle, çağdaş siyasi toplum, insanları umutsuzluğa düşürme makinesi olur.
(*) Bu yazı, Siyaset ve Toplum başlıklı nispeten uzun bir çalışmamdan alınmıştır.
(**) Zıt anlamlı iki kelimenin bir arada kullanılması