Özgürlük ve Otorite: İnsanlık Tarihinin Süregelen Gerilimi (II) | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Özgürlük ve Otorite: İnsanlık Tarihinin Süregelen Gerilimi (II)

YazarResmi

Özgürlük ve Otorite: İnsanlık Tarihinin Süregelen Gerilimi (II)

 

Otorite Kısıtlayıcı mıdır? Foucault ve Devletin Doğası

Otorite, genellikle devletle özdeşleştirilir. Devlet, dar anlamda belirli bir toprak parçası üzerinde

siyasal olarak örgütlenmiş, meşru şiddet kullanma yetkisine sahip tüzel bir varlıktır. Toplumsal düzeni

sağlamak, adaleti tesis etmek ve ortak çıkarları korumak gibi işlevlere sahip olduğu varsayılsa da

eleştirel düşünürler devletin aslında bir tahakküm aracı olduğunu savunur. Farklı ve toplumsal olanı

hedef alan devlet denen aygıtın nihai amacı benzeştirmek, aynılaştırmak hatta tekleştirmektir.

Filozoflar devletin doğası, kökenleri ve işlevi hakkında farklı yaklaşımlar ortaya koymuşlardır:

Toplum Sözleşmesi Teorisyenleri (Hobbes, Locke, Rousseau) devleti, insanların doğal durumdaki kaos

ve güvensizlikten kurtulmak için karşılıklı anlaşma ile kurduğunu öne sürer. Örneğin, Jean-Jacques

Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde, bireylerin özgürlüklerini korumak için kendilerini

genel iradeye tabi kıldıkları bir sözleşmeden bahseder.

Somut Örnek: Çağdaş bir anayasal demokrasi, vatandaşların belirli hak ve özgürlüklerinden

vazgeçerek (örneğin kendi adaleti sağlama hakkı) devletin korumasına girmesi esasına dayanır.

Organik Devlet Anlayışı (Platon, Hegel) devleti, bireylerin toplamından daha büyük, kendi başına bir

amaç ve ahlaki bir varlık olarak görür. Hegel, “Hukuk Felsefesinin İlkeleri” adlı yapıtında devleti,

“objektif aklın yeryüzündeki yürüyüşü” olarak nitelendirerek, bireyin gerçek özgürlüğünü ancak

devlet içinde bulabileceğini savunur.

Somut Örnek: Antik Sparta gibi askeri disiplinin ve kolektif yaşamın ön planda olduğu toplumlarda,

birey kendi varlığını devletin bir parçası olarak görür ve devletin iyiliği için kişisel isteklerinden

vazgeçmeye teşvik edilir.

Eleştirel Yaklaşımlar (Marx, Engels) devleti, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki tahakküm aracı olarak

yorumlar ve nihayetinde sönümlenmesi gereken bir yapı olarak görür. Karl Marx, “Komünist

Manifesto”da “Modern devletin yürütme gücü, burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka

bir şey değildir” diyerek, devletin sınıfsal karakterine vurgu yapar.

Somut Örnek: Grevlerin bastırılması, sendikal hakların kısıtlanması veya şirket çıkarları

doğrultusunda çıkarılan yasalar, Marksist perspektiften devletin egemen sınıfın çıkarlarına hizmet

ettiğinin göstergeleri olarak yorumlanabilir.

Michel Foucault, otorite kavramına bambaşka bir perspektif getirir. Otoritenin sadece devlette

somutlaşmadığını, toplumun her yerine yayıldığını savunur. Foucault için iktidar, merkezi bir

konumdan emir veren bir varlık değil, daha ziyade üretken ve ilişkisel bir ağdır. İktidar, bireylerin

davranışlarını, bilgilerini ve bedenlerini biçimlendiren, disiplinler ve gözetim mekanizmaları

aracılığıyla işleyen bir güçtür. “Disiplin ve Ceza (Hapishanenin Doğuşu)” adlı eserinde modern

iktidarın hapishaneler, okullar ve hastaneler gibi kurumlar aracılığıyla nasıl işlediğini, bireyleri nasıl

normalleştirdiğini ve itaatkâr bedenler ürettiğini gösterir. Foucault’ya göre iktidar, bilgi ile sıkı bir

ilişki içindedir; bilgi iktidarı üretirken, iktidar da belirli bilgileri meşru kılar. Bu bağlamda,

söylemlerin (düşünce ve konuşma biçimlerinin) nasıl iktidar ilişkilerini pekiştirdiğini veya yıprattığını

analiz eder. Otoritenin her yerde olduğunu, ama aynı zamanda direncin de her zaman mevcut olduğunu

vurgular. İktidarın olmadığı bir durum Foucault için bir soyutlamadır; çünkü iktidar ilişkileri, özgür

özneler üzerinde uygulandığı ve direniş potansiyelini barındırdığı sürece var olur.

Tarihsel Örnek: Panoptikon ve Modern Hapishane Sistemi: Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu”

adlı eserinde detaylıca analiz ettiği Panoptikon, bir gözetim mimarisidir. Merkezi bir kuledeki

gözcünün, etrafındaki hücrelerdeki mahkumları her an görebilme potansiyeli (mahpusların gözcüyü

görüp görmediğini bilmemesi), mahkumların kendi davranışlarını içselleştirilmiş bir gözetimle

düzenlemesine yol açar. Bu model, modern hapishanelerin, okulların, hastanelerin ve fabrikaların

işleyişindeki disiplin mekanizmalarının temelini oluşturur. Amaç, bireyi zorla değil, kendiliğinden

itaatkâr ve normlara uygun hale getirmektir.

Güncel Örnek: Sosyal Medya ve “Algoritma Kontrolü”: Günümüzde sosyal medya platformları,

kullanıcıların her türlü davranışını (beğeniler, paylaşımlar, gezinme alışkanlıkları) sürekli olarak

kaydeder ve analiz eder. Bu veriler, algoritmalar aracılığıyla kullanıcılara belirli içerikleri sunmak,

reklamları hedeflemek ve hatta siyasi görüşleri etkilemek için kullanılır. Kullanıcılar, bilinçli veya

bilinçsiz olarak, algoritmaların kendilerine sunduğu “normatif” çerçeveler içinde hareket etmeye

 

yönelirler. Örneğin, bir kullanıcının belirli bir konuda yaptığı paylaşımlar veya beğeniler, o

kullanıcının “normal” kabul edilen görüşünü pekiştirebilir veya onu belirli bir düşünce baloncuğunun

içine hapsedebilir. Bu, Foucault’nun belirttiği gibi, merkezi ve görünür bir zorlama olmaksızın, veri

temelli bir gözetim ve normatif kontrol mekanizmasıdır.

Zygmunt Bauman gibi düşünürler de modern çağda sermaye ve bilginin küresel akışıyla devletin

gücünün eridiğini ve iktidarın baştan çıkarma mekanizmalarına kaydığını savunarak, otoritenin

dağılmış doğasına dikkat çeker. Graeber ve Wengrow’un analizi de Foucault’nun izinden giderek,

devletin ortaya çıkışının tek bir evrimsel aşama olmadığını, aksine şiddet, bilgi kontrolü ve kişisel

karizma gibi farklı tahakküm ilkelerinin tarihsel olarak farklı şekillerde birleşmesiyle ortaya çıktığını

gösterir. Onlara göre, modern devletin yükselişiyle birlikte, daha önceki özgürlük biçimlerinin çoğu

kaybedilmiş veya sınırlanmıştır.

Lenin’in Otorite ve Özgürlük Anlayışı: Devrimci Dönüşüm Yoluyla Gerçek Özgürlüğe Ulaşmak

Vladimir İlyiç Lenin’in otorite ve özgürlük üzerine düşünceleri, Marksist devlet teorisinin temelini

oluşturur ve devrim, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü gibi ana fikirleriyle yakından ilişkilidir.

Lenin’e göre, mevcut kapitalist düzen, sunduğu biçimsel özgürlüklere rağmen, gerçek özgürlüğü

engelleyen bir yapıya sahiptir ve bu durum ancak köklü bir devrimci dönüşümle aşılabilir. Ona göre

burjuva reformcu çerçeveye sıkışmış özgürlük bir illüzyondur.

Otorite: Burjuva Baskısından Proleter Egemenliğine Geçiş

Lenin için otorite, temelinde bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenliğini ifade eder. Kapitalist

devlet, burjuvazinin çıkarlarını korumak ve işçi sınıfını baskı altında tutmak için kullanılan bir “baskı

makinesi”dir. Bu nedenle Lenin, devrimle birlikte mevcut burjuva devlet aygıtının “parçalanması” ve

yerine proletarya diktatörlüğü adını verdiği yeni bir devlet biçiminin kurulması gerektiğini savunur.

Somut Örnekler:

Çarlık Rusyası: Lenin, Çarlık rejimini, burjuvazinin ve toprak sahiplerinin otoritesini temsil eden bir

baskı aracı olarak görüyordu. Bu rejim altında, işçilerin ve köylülerin grevleri, gösterileri veya siyasi

örgütlenme çabaları devletin güvenlik güçleri tarafından acımasızca bastırılıyordu. Bu durum,

Lenin’in “baskı makinesi” tanımına uyan somut bir örnekti.

1917 Ekim Devrimi ve Sonrası: Bolşevikler iktidarı ele geçirdiklerinde, Çarlık rejiminin devlet

aygıtını (ordu, polis, bürokrasi) dağıttılar ve yerine Sovyetler (işçi, köylü ve asker vekilleri meclisleri)

temelli yeni bir yapı kurdular. Bu, proletarya diktatörlüğünün somutlaşmış haliydi. Bu dönemde

kurulan Çeka (Olağanüstü Komisyon), karşı devrimci faaliyetleri bastırmak ve yeni proleter otoriteyi

sağlamlaştırmak için kullanıldı. Bu, işçi sınıfının, eski sömürücü sınıfların direnişini kırmak adına

siyasi ve ekonomik gücü kullanmasının bir örneğiydi.

Lenin’e göre proletarya diktatörlüğü, bir azınlığın değil, ezilen ve sömürülen çoğunluğun, yani işçi

sınıfının kendi egemenliğini kurmasıdır. Bu geçiş sürecinde, Bolşevik Parti gibi devrimci öncü bir

partinin önderliği ve sıkı bir parti disiplini (demokratik merkeziyetçilik ilkesi) kritik önem taşır.

Özgürlük: Biçimsel Aldatmacadan Gerçek Kurtuluşa

Lenin, kapitalist toplumdaki “özgürlük” söyleminin biçimsel ve aldatıcı olduğunu ileri sürer. Burjuva

demokrasisinin sunduğu “özgürlükler” (toplanma özgürlüğü, basın özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğü vb.)

aslında burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet eder ve işçi sınıfının gerçek anlamda özgürleşmesini

engeller. Bu özgürlükler, ekonomik eşitsizlikler devam ettiği sürece yalnızca kâğıt üzerinde kalır.

Somut Örnekler:

Kapitalist Ülkelerdeki Basın Özgürlüğü: Lenin, kapitalist toplumlardaki “basın özgürlüğünün”

aslında zenginlerin ve büyük şirketlerin elindeki medyaya hizmet ettiğini savunurdu. Sıradan bir işçi

ya da fakir bir köylünün, büyük bir gazete veya televizyon kanalı kurma imkanının olmaması, bu

“özgürlüğün” biçimsel bir yanılsamasıydı. Gerçek özgürlük, işçi sınıfının kendi sesiyle konuşabilme

ve kendi medyasını kurabilme imkanına sahip olması demekti.

“Emek Özgürlüğü” ve Sömürü: Lenin’e göre, kapitalizmdeki “emek özgürlüğü”, işçinin aslında aç

kalmamak için emeğini satmak zorunda kalması ve sermaye sahibi tarafından sömürülmesi anlamına

 

gelir. Bir fabrika sahibinin, işçiyi düşük ücretlerle ve kötü koşullarda çalıştırma “özgürlüğü” varken,

işçinin bu koşullardan kurtulma özgürlüğü yoktur. Lenin, bu “özgürlüğün” çalışan halkı soyup soğana

çevirdiğini belirtir.

“Sanayi Özgürlüğü” ve Savaşlar: Lenin, “sanayi özgürlüğü” bayrağı altında en yağmacı savaşların

verildiğini ifade eder. Bu, kapitalist ülkelerin ekonomik çıkarları doğrultusunda sömürgeleri ele

geçirmek veya pazarlarını genişletmek için giriştiği emperyalist savaşlara gönderme yapar. Bu tür

savaşlar, “özgürlük” adına yapılıyor gibi görünse de aslında büyük sermayenin kazanç hırsından

kaynaklanır ve halkların özgürlüğünü yok eder.

Lenin için gerçek özgürlük, ancak kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması ve geçim derdinin

kalmadığı, yani ekonomik bağımsızlığın sağlandığı bir düzenin kurulmasıyla mümkün olabilir. Bu,

bireylerin bencil ve çıkarcı değil, paylaşımcı olduğu, kendini gerçekleştirebildiği bir toplum yaratmayı

hedefler. Proletarya diktatörlüğü, bu gerçek özgürlüğe ulaşmanın bir aracıdır. Başlangıçta zor

kullanmayı gerektirse de amacı nihayetinde devletin sönümlenmesi ve sınıfsız, sömürüsüz bir

komünist topluma ulaşmaktır. Bu aşamada devletin baskıcı aygıtlarına gerek kalmayacak ve insanlar

tam anlamıyla özgürleşecektir.

Özetle, Lenin’in otorite anlayışı, burjuva devletinin yıkılarak proletarya diktatörlüğünün kurulmasını;

özgürlük anlayışı ise, kapitalist sistemin sunduğu biçimsel özgürlüklerin ötesine geçerek sömürünün

ortadan kaldırıldığı gerçek ve kolektif bir özgürlüğe ulaşmayı hedefler. Bu iki kavram, onun devrimci

Marksist teorisinin temel taşlarını oluşturmuş ve Ekim Devrimi’nin ideolojik altyapısını sağlamıştır.

Neyin aracı kılınırsa kılınsın, neye hizmet ederse etsin, adı ister proletarya diktatörlüğü ister işçi

sınıfının iktidarı ister halkın devleti olsun bu gibi otoritelerin tamamı baskı aracı olmaktan, farklı ve

toplumsal olanı hedef almaktan, özgürlükleri sınırlamaktan kurtulamazlar.

Özgürlük ve Otorite Arasındaki Dinamik İlişki ve Anarşist Yaklaşımlar

Özgürlük ve otorite arasındaki ilişki, insanlık tarihinin en tartışmalı ve dinamik yönünü oluşturur. Bir

yanda devlet denen aygıt, bireysel özgürlükleri güvence altına alan yasalar ve kurumlar aracılığıyla bir

çerçeve sunabilir. Diğer yanda ise devlet denen aygıtın kendisi, bürokrasi, baskı ve merkezi otorite

yoluyla bireysel özgürlükleri kısıtlayabilir. Bu, “özgürlüğün sınırları nerede başlar ve devletin

müdahale alanı nerede biter?” sorusunu her dönemde yeniden gündeme getirir. Graeber ve

Wengrow’un analizi, bu ilişkinin sanıldığından çok daha karmaşık ve esnek olduğunu ortaya koyar.

Onlar, tarihte devletsiz de büyük ve karmaşık yapılar kurabilen, hatta hiyerarşiden ve merkezi

otoriteden kaçınan “karşı-devlet” yapıları geliştiren birçok toplumun varlığına dikkat çekerler. Bu

durum, otoritenin tek bir biçimde var olmak zorunda olmadığını ve özgürlüğün devletin zorunlu bir

sonucu olmadığını gösterir.

Diğer yandan anarşist düşünce, otoritenin, özellikle de devletin, özgürlüğün önündeki en büyük engel

olduğu varsayımına dayanır ve hiyerarşisiz, gönüllü iş birliğine dayalı bir toplumsal yaşamın mümkün

olduğunu savunur.

Pierre-Joseph Proudhon için özgürlük, “yönetimsizlikten doğan düzen” içinde, bireylerin karşılıklı

sözleşmelerle belirlenen ilişkiler ağı içinde kendini gösterir; o, devletin ve mutlak mülkiyetin bireysel

özgürlüğü gasp ettiğini savunurken, zilyetlik ve mutualizm (farklı türlerden iki canlının karşılıklı

yardımlaşarak her iki tarafa da yarar sağlamasına dayalı olan bir ortak yaşam biçimi) gibi kavramlarla,

insanların kendi emekleriyle edindikleri ve gönüllü iş birliği içinde yönettikleri bir düzende gerçek

özgürlüğe ulaşabileceğini öne sürer.

Somut Çözüm Örneği: Tüketici kooperatifleri, gıda toplulukları veya açık kaynak yazılım projeleri

gibi kâr amacı gütmeyen, gönüllü iş birliğine dayalı yapılar, Proudhon'un mutualizm ilkelerinin güncel

uygulamaları olarak görülebilir.

Mihail Bakunin, özgürlüğü “her türlü otorite ilkesinin mutlak reddi” ile mümkün görür ve bireysel

özgürlüğün kolektif özgürlükten ayrı düşünülemeyeceğini savunur.

Somut Çözüm Örneği: Tarihsel olarak Paris Komünü veya İspanyol İç Savaşı’ndaki anarşist bölgeler,

hiyerarşik yapıların reddedilerek kolektif özgürlüğün ön planda tutulduğu kısa süreli denemelerdir.

Günümüzde ise, Occupy hareketi (İşgal hareketi veya Küresel işgal hareketi) gibi yatay örgütlenme

biçimlerini benimseyen protesto hareketleri Bakunin’in fikirlerinin yansımalarını taşır.

 

Pyotr Kropotkin, özgürlüğü karşılıklı yardımlaşma ve anarko-komünizm ilkesiyle birleştirir,

insanların doğal dayanışma eğilimlerinin, devlete ihtiyaç duyulmayan bir toplum düzeninin temelini

oluşturduğunu savunur.

Somut Çözüm Örneği: Afet durumlarında kendiliğinden oluşan yardımlaşma ağları, komşuluk

dayanışması grupları veya gönüllü arama kurtarma ekipleri, Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma

tezinin doğal örnekleridir.

Emma Goldman, özgürlüğü bireyin kendi potansiyelini tam olarak gerçekleştirebilmesi olarak

tanımlar ve itaatsizliğin özgürlüğün içgüdüsel bir ifadesi olduğunu belirtir; onun anarko-feminizmi,

kadınların özgürleşmesini sadece cinsiyetçi değil, aynı zamanda ırkçı ve kapitalist sömürünün de sona

erdirilmesiyle mümkün görür.

Somut Çözüm Örneği: Farklı cinsel tercihlere dayanan haklar veya işçi hakları için yapılan

protestolar ve sivil itaatsizlik eylemleri, Goldman’ın itaatsizliği özgürlüğün bir ifadesi olarak

görmesine uygun örneklerdir.

Murray Bookchin, özgürlüğü sosyal ekoloji bağlamında ele alır ve insanların doğa üzerindeki

tahakkümü ile birbirleri üzerindeki tahakküm arasında bir bağ kurar.

Noam Chomsky, özgürlüğü otoritenin sorgulanması ve meşruiyetinin kanıtlanması gereken bir süreç

olarak görür ve bir otorite yapısının varlığının ancak “özgürlüğe katkı sağladığı sürece” meşru

olduğunu savunur.

Somut Çözüm Örneği: Medya etiği ve bağımsız gazetecilik savunuculuğu, hükümetlerin veya

şirketlerin manipülatif söylemlerine karşı eleştirel düşünceyi teşvik etme ve otoritenin meşruiyetini

sorgulama çabalarıdır.

Bell Hooks, özgürlüğü kesişimsel bir mücadele olarak kavrar ve ırk, cinsiyet ve sınıf gibi tahakküm

sistemlerinin iç içe geçtiğini ve gerçek özgürlüğün tüm bu baskıların ortadan kaldırılmasıyla mümkün

olacağını belirtir.

Somut Çözüm Örneği: Farklı baskı biçimlerinin (ırkçılık, cinsiyetçilik, sınıfçılık) birbirini nasıl

güçlendirdiğini ve gerçek özgürlüğün ancak tüm bu tahakküm sistemlerinin kesişimsel bir yaklaşımla

ele alınmasıyla mümkün olabileceğini gösterir.

İvan İlliç gibi doğrudan anarşist olmasa da modern kurumsallaşmış yapılara (okul, hastane, ulaşım

sistemleri vb.) yönelik radikal eleştiriler sunan düşünürler de anarşist düşünceye önemli katkılar

sağlar; İlliç’e göre bu kurumlar, başlangıçta insanlara hizmet etmek için kurulmuş olsalar da zamanla

kendi kendine yeterliliği ve doğal becerileri yok ederek karşı-üretken hale gelirler.

Somut Çözüm Örneği: Evde eğitim (homeschooling) hareketleri, alternatif tıp yaklaşımları veya

topluluk bahçeleri gibi kendi kendine yeterliliği ve kurumsal bağımlılığı azaltmayı hedefleyen

girişimler, İlliç’in fikirlerinin pratikteki yansımalarıdır.

Sonuç: Geçmişten Öğrenmek, Geleceği Şekillendirmek

Graeber ve Wengrow'un “Her Şeyin Şafağı” eseri, insanlık tarihinin varsayılandan çok daha zengin

ve özgürlükçü olduğunu vurgulayarak, modern dünyaya ilişkin radikal bir soru ortaya atar: “Devletler

gerçekten kaçınılmaz mıydı ve özgürlüklerimizi devletin getirdiği düzen için feda etmek zorunda

mıyız?” Bu soru, günümüzdeki siyasi ve sosyal sorunlara çözüm ararken yeni bir bakış açısı sunar.

Anarşist düşüncenin bu zengin ve çeşitli panoraması, devletin ve diğer hiyerarşik tahakküm

biçimlerinin bireysel özgürlük üzerindeki olumsuz etkilerini derinlemesine analiz eder. Geçmişteki

alternatifleri ortaya koymak, gelecekteki toplumlarımızı tasarlarken bize ilham verebilir.

Özgürlük, devletin zorunlu bir sonucu değil, insanların tarih boyunca farklı biçimlerde deneyimlediği

ve korumaya çalıştığı bir kavramdır. İnsanlığın geniş ve çeşitli sosyal deneylerinden ilham alarak,

farkı ve toplumsal olanla özgürlüğü merkeze alan ve hiyerarşiden kaçınan yeni siyasi düzenlemeleri

hayal edebiliriz. Bu, sadece geçmişi yeniden yorumlamakla kalmıyor, aynı zamanda geleceğin

potansiyellerini de önümüze seriyor. Anarşizm, günümüz dünyasında hala otorite, demokrasi ve

bireysel özerklik üzerine düşünmek için güçlü ve kışkırtıcı bir çerçeve sunmaya devam etmektedir. Bu

çerçeve, insanlık tarihinin sadece mevcut hiyerarşik yapıların bir ürünü olmadığını, aynı zamanda

sürekli olarak alternatif toplumsal düzenlemeler denediğini ve gelecekte de bu potansiyeli taşıdığını hatırlatır. 16.06.2025 Ümit Tektaş