Hukuk ve yasalar karşısında eşitlik olmazsa demokrasi de olmaz.
Yazıya başlamadan önce, demokrasi ve siyaset konulu pek çok yazıda yaptığım gibi, siyaset ve demokrasiyle ilgili çoğumuzca bilinen birkaç tanımı aktarmakta yarar görüyorum. Sözlük anlamına göre halkın kendi kendini yönetmesi ve halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi, el erki ya da demokratlık anlamına gelen demokrasi, aynı zamanda dünyadaki tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir tür yönetim şeklidir. Partiler, dernekler, üniversiteler, kimi meslek odaları, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlar da demokrasi ile yönetilebilir. Bunlarla birlikte demokrasi daha çok devletlerin yönetim biçimi olarak ele alınır ve değerlendirilir. Kâğıt üzerindeki tanımlar, demokrasi söz konusu olunca iddia edilen kavramlaştırmaların önemli bir bölümü bunlardır. Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış ya da toplumun halka dair yaptığı tüm etkinlikleri kapsayan siyasetin demokrasiyle kopmaz ve sarsılmaz bağları vardır. İkisi de egemenler tarafından kavramlaştırılmış, egemenlerin istedikleri şekilde manalandırılmış ve yeni anlamlara büründürülmüş olan siyaset ve demokrasi hem kâğıt üzerindeki anlamları bakımından hem de toplumsal hayatı düzenleme ve kontrol etmek yönünden sihirli iki kelime, her kilide uyan ve her kilidi açan maymuncuk gibidirler. Mesela siyasetin pek matah olmayan ama çok makbul sayılan ve çok kabul gören bir tanımı daha vardır. İnsanların doğumundan ölümüne kadar ki yaşamını ilgilendiren kurallarla birlikte yasaları yapan, düzenleyen, değiştiren ve geliştiren her türden faaliyetlere de siyaset denmektedir.
Tarihte demokrasiyle ilk yönetilen toplum olarak kabul edilen Eski Yunan’dan günümüze kadar çeşitli evrelerden geçen demokrasi kavramının siyaset kurumunun ve ihtiyaçların etkisiyle zaman içinde değişime uğradığı birçoğumuz tarafından biliniyor. Demokrasi nosyonu (kavramı), tarih boyunca insanlık tarafından üzerinde en fazla tartışmaların yapıldığı kavramlardan biridir. Kimisi şu zamana kadarki en iyi yönetim şekli, kimisi oligarşinin halk çoğunluğuyla meşrulaştırılması, kimisi halkın ortak iradeyle kamusal alanı yönetebildiği sistem, kimisi halkın kendi kendisini yönetmesi biçiminde tanımlamış fakat herkesin, her dönemin şikâyetler ve sorunlarla yüz yüze kaldığı bir yönetim şekli olarak günümüze kadar gelmiştir. Denebilir ki bu kabil tartışmalar, insanlık daha iyisini buluncaya kadar devam edecektir. İdeal düzen arayışı içinde olmak ve bir türlü bu düzene kavuşamamak, bu yöndeki çetin mücadeleleri, tartışmaları devamlı canlı tutmuştur. Unutmamak gerekir ki egemenlerin gizli ya da açık bir elastikiyet alanı olsa da demokrasi, insanlığın şu zamana kadarki ideale yakın en iyi yönetim buluşudur.
Nasıl işlediklerinden bağımsız olarak demokrasiler, günümüz uluslararası ortak dağarcığınca bilinen ve toplum kesimlerini sistemlerle uyumlu hale getiren en güvenli ve birey odaklı olan yapılardır. Bugünkü güçlü konumuna rağmen demokrasi, ana yurdu Antik Yunanistan olan filozoflar Aristo ve Platon (Eflatun) tarafından ağır biçimde eleştirilmiş, halk içinde “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilmiştir. Bu ve benzeri (ayaklar baş oldu) olumsuz yaftalamalara karşın, demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan yönetim sistemi haline gelmiştir. Bu yüzden, artık siyaset bilimciler, hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve liberal, komünist, sosyalist, muhafazakâr, anarşist ve faşist düşünürler kendi sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bunlardan ötürü, demokrasinin çok sayıda değişik tanımı ortaya çıkmıştır.
Demokrasiye farklı atıflar, tarihsel süreç içerisinde çok başka yeni alanlar, yeni fırsatlar, yeni uzlaşma noktaları, kavram ve tanımlar yönünden yeni açılımlar ortaya çıkarmıştır. Böylece demokrasinin tanımı tartışması, günümüzde hâlâ devam eden, canlılığını ve sıcaklığını sürdüren bir tartışma konusuna dönüşmüştür. O kadar ki bazı siyasileri ve düşünce insanlarını, demokrasi öyle bir süreç olmalıdır ki, her türden çapraşık akıntı düz yön alabilmeli, sorunları çözecek güçteki çelikten bir pota gibi kullanılmalı, siyasi yönetimler her bakımdan gereksinimlere karşı toplumun tüm kesimlerine nefes olabilmelidir, noktasına getirmiştir. Tanımda ve düşüncedeki böylesine iddialı yaklaşımlarla beraber anlaşılması, çözülmesi veya içinden çıkılması güç, karışık ya da muğlak anlamındaki girift (çapraşık) kavramı, demokrasi sürecinin neredeyse kendisi haline gelmiştir. İster tanımda ister düşüncede ister pratik yaklaşımlarda ister uygulama konularında olsun, öyle zannediyorum ki demokrasi süreci, kadar dolambaçlı olan başka bir yol yoktur.
Mesela felsefe ve bilim tarihi alanında insanlığa pek çok katkısı olan Platon’unu demokrasi tanımı şöyleydi: “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama halkın kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye dönüşebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar (lafebesi),** kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar,” diyerek iler tutar yeri olmayan hatta insan esenliğini ve geleceğini umursamayan tanımlar yaptığı, biçimsiz ve tutarsız açıklamalarda bulunduğu aktarılmaktadır.
Açık ki Platon dönemi demokrasisi, problemli ve sağlıksızdır. Birey ve otorite yeterince bilinçli, donanımlı, adaletli, insan sever, haktanır değildir. Bundandır ki Platon’un, demokraside; tembellik olur, düzen olmaz, kimse emir dinlemez, ahlak olmaz, kaos (kargaşa) olur, demokratik düzen uygulanabilir değildir, devlet batar, ayaklar baş olur, bilim olmaz, sanat olmaz, yozlaşma olur, kabili cümleler kurduğu, yanlış düşüncelere kapıldığı söylenmiştir. Söz gelimi anılan dönemlerde ve tartışma ortamlarında Platon’un “kadın-erkek-köle eşit olmamalıdır,” gibi günümüzde çok gerici duran, çağdışı sayılan sözler sarf ettiği ileri sürülmektedir.
Antik Yunan’dan Günümüze Demokrasi
Platon’dan günümüze, hak, eşitlik, adalet, ideal düzen arayışları, pek çok sosyal konuda olduğu gibi demokrasi alanında da yeni perspektiflerin, giderek gelişen ihtiyaçlara cevap arayan yeni yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Söz konusu çabalar zaman içinde hız kazanarak daha sağlam bir zemine oturmuştur. Platon’un özgürlük ve eşitlik kavramlarını eleştirip kötülediği, monarşiyi (krallık) ve aristokrasiyi, demokrasiden üstün gördüğü iddia edilse bile bu, dönemin koşullarına bağlı olan yöntem ve yol arayışı, kafa yorma gayreti, metodolojik bir süreç ya da süreçler toplamıdır. Sokrates ve Platon’un ardılları, aynı alandaki düşün emekçileri, dönemin ihtiyaçlarını gözeten Platon’un ayrıca, kralın filozof olması gerekir dediğini ekliyorlar. Yaşadığı dönemde her türlü mücadelenin, yaşamanın bile keskin, sert ve alabildiğine vahşi olduğu zor koşullar karşısında, Platon’un demokrasiyi zorbalıkla eşitlemesi, o günün eğitim düzeyi ve eğitim ilişkisi bakımından anlaşılır bir durumdur. Bilim, teknoloji ve eğitim süreçleri geliştikçe insan zihninin kapasitesi, hayal etme gücü ve daha iyiyi istemesi, aynı oranda nitelik ve nicelik kazanmıştır. Platon’un kadınları ve köleleri insan olma özlerinden ayırması ve onları oldukları gibi önemsememesi, yanı onları birlikte yaşadıkları diğer insanlarla eşit görmemesi, demokrasi ve monarşi konusuna şaşı bakmasını beslemiştir. Oysaki bir filozofun, birikim sahibi birinin, donanım erbabı bir insanın demokrasilerde aday olup, adaleti ve eşitliği savunup başkan olabilmesi belli dönemlerde zor olsa bile olanaksız değildir. Tabii ki dönemin yargılarına göre raflara konan insanların belli düzeylerde eşit olduğuna, hiyerarşi söz konusu olsa bile bunun görev tanımları ve sorumluluk düzeyleriyle ifade edilmesi gereğine olan inanç ve bu amaca dayalı bilinç, anılan zamanda henüz yeterince gelişmemiştir. Sınıflara ayrılan dönemin topluluk yaşamında, alt sınıfı da insan olarak görmesi gerekirken iddia edilen odur ki ve ne yazıktır ki Platon’un kadınları ve köleleri pek de insan olarak görmediği söylenir. Hatta monarşilerdeki yönetim anlayışının soya dayanmasına rağmen söz konusu sakat anlayışın Platon’u ırgalamadığı da. Yönetici olmak için kan bağının koşul sayılmasının akıl dışı görüleceği ve büyük sorunlara yol açacağı demek ki Antik Yunan’da yeterince hafızalara yerleşmemiştir. Platon’un karışık ve çapraşık teorilerinde, “kaç tip insan varsa o kadar devlet modeli vardır.”, “devletlerin en mutsuzu zorbalık en mutlusu da krallıktır,” gibi günümüz ihtiyaçlarına ve bilinç düzeyine çok uzak yaklaşımlar ortaya konabilmiştir.
Antik Yunan’dan günümüze kadar demokrasi üzerine kafa yoranlar, demokrasi için bedel ödeyenler, ondan dönenler veya ona dönenler olagelmiştir. Bununla birlikte demokrasi sürekli ve aralıksız olarak gelişmiş ve yeni kıstaslar, kurallar, kurumlar edinmiştir. Mesela giderek insani değerler ve ahlak kuralları bakımından öngörülebilirlik bir standart olarak ve bir şart olarak demokrasinin olmazsa olmazı haline gelmiştir. Denetim, düzenleme ve izleme kurumları oluşmuştur.
Hiç şüphe olmasın ki gelecekte de iyileştirici ve geliştirici yönde çok şey yapılacaktır, yapılmak zorunda kalınacaktır. İnsan hakları kuralı kabul edilen asgari geçim standardı, zaman içinde bir kriter (ölçüt) olarak benimsenecektir. İnsan aşamalarından biri olan görev süreleri, iktidar ve siyaset için de belli zamanlarla sınırlandırılacaktır. Bu durum, yavaş yavaş da olsa bazı ülkelerde ve kimi siyasi partilerde bir yasa ya da tüzük maddesi haline geldi bile. Böyle böyle demokratik açılardan kurallar ve değerler zinciri dışındaki bir siyaset süreci, insani boyuttan uzaklaşma sayılacaktır. Her biri zamana uygun biçimde ortaya çıkan parametrelerin yön verdiği sürece ya da süreçler toplamına, gelecekte belki de tam ve gelişmiş demokrasi değil, başka bir şey denecektir.
Birbirinden farklı düşünce çevrelerinin iddialarına karşın demokrasi şu zamana kadar denenen ve en geniş toplumsal kesimleri üzerinde uzlaştıran en iyi yönetim şeklidir. Zaman zaman egemenlerin elastikiyet alanı olma çerçevesini aşan veyahut aşma eğilimi gösteren demokrasi, aynı zamanda en geniş uzlaşma rejimidir. Çoğunluğun yönetimi; azınlık haklarını güvenceye alan yönetim; fakirin yönetimi; sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim; fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim; kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim gibi klasik adlandırmalar yapılmıştır. Zamanla demokrasi kavramı katılımcılığı ve çoğulculuğu esas alan yönetim; saydamlığı ve insan olgusunu önceleyen yönetim; önce insan diyen ve giderek çeşitlilik kazanan, insan haklarını tanıyan ve geliştiren yönetim niteliklerini kazanmıştır. Böyle böyle hesap verilebilirliği ve denetimi esas alan yönetim gibi pek çok yeni kuşak haklarla beraber sayısız parametrenin yaşama şansı bulduğu, günümüze kadar ki en az tartışılan ve en çok kabul gören tek yönetim şekli olma özelliğine kavuşmuştur.
Unutulmamalıdır ki oy kullanma hakkının zamanla bütün kesimlere dağıtılması ve herkesin eşit sayıldığı bir çizgiye getirilmesi, demokrasilerin çok kabul gördüğüne ve çok ayrıcalıklı olduğuna dair önemli bir göstergedir. Aynı zamanda çoğunluk ya da azınlık, fakir veya zengin, sağda yahut solda olsun, demokrasilerin ortak yönü halka, dolayısıyla insanların ortak iradesine dayanmasıdır. Söz konusu durum bir gerçeklik değil de bir algı yönetiminin ürünü olsa dahi, demokrasiyi öteki yönetim şekillerine karşı ayrıcalıklı ve avantajlı kılmaktadır.
Diğer yandan günlük hayatta halkın, bir ülkede yaşayan tüm insanları kapsadığı düşünülse de pratikte, demokrasi tarihinden beri, kimi kesimler halk kavramının kapsamı dışında tutulmuş, halka bir sınırlama konmuştur. Söz konusu sınırlamalar sürekli olarak genişletilse de demokrasi konusuna toplumsal kesimler arası eşitsizlikler nedeniyle hastalıklı veyahut sakat yaklaşılmıştır. Örneğin Fransız Devrimi’nden sonra yapılan seçimlerde oy verme hakkı, sadece belli miktarda vergi verebilen vatandaşlara tanınmıştır. ABD’de de güney eyaletlerdeki siyah ırkın ilk kez oy kullanabildiği tarih 1960’lardır. Kadınlara seçme hakkı, ilk kez 1893’te, formel (biçimsel) açıdan dünyanın en iyi demokrasisine sahip olan Yeni Zelanda’da verilmiştir. Türkiye’de ise bu hak, yaklaşık 40 yıl sonra, 1934 yılında tanınmıştır. 20. yüzyıla kadar seçimlere tam katılım hakkı ise, toplumu oluşturan bütün kesimlere ya da bireylere hiçbir ülkede verilmemiştir. Anılan verilere, halkı oluşturan bireylerin öz iradelerinden kaynaklanan farklılıkları da katarsak; pratikte halk bir kesim olarak toplumun bütünü içindeki çoğunluk anlamına dönüşür. Demokrasiye yapılan atıflarda da görüleceği üzere, halkın kendi kendini yönetmesi, kavramsal açıdan ve demokrasi bağı yönünden temel dayanaktır. Bu ise, yani kendini yönetme işlemi, yönetme ve yönetime katılma hakkı, kendileri adına karar alacak kişileri seçmeyi sağlayan oy vermenin yanında referandumlar gibi doğrudan etki yoluyla veya miting, gösteri gibi dolaylı yollarla sağlanır.
Adlandırmalar ve Teknik Ayrıntılar Yönünden Demokrasi
Demokrasi tarihinde uygulanan sistemler oldukça çeşitlidir. Bunlar kısaca beş grup içinde toplanabilir. Tarih boyunca klasik demokrasi, koruyucu demokrasi, kalkınmacı demokrasi, liberal demokrasi, sosyal demokrasi ve genellik (evrensellik) kazanamayan ama belli kesimlerce dillendirilen sosyalist demokrasi, burjuva demokratik ortam (Burjuva demokrasisi), gelişmiş demokrasi, özgürlükçü demokrasi, ileri demokrasi gibi demokrasi modelleri kavramlaştırılmıştır. Normatif ve ampirik (Deneye dayalı) demokrasi teorileri de kategorik olarak demokrasi kavramına derinlik kazandırmış, onu üstünde durulması gereken önemli bir konu haline getirmiş ve demokrasinin olabilecek en nitelikli bir yönetim şekline kavuşmasına katkı yapmıştır.
Önceki paragraflarda demokrasi tarihinden bahsetmişken, demokrasi sistemlerinin yanı sıra demokrasiyle ilişkili kavramlardan, demokrasinin araçlarından, demokrasinin gereksinimlerinden çok az da olsa söz etmekte fayda var. Demokrasiyle ilintili kavramlar; demokrasi ile monarşi, demokrasi ile cumhuriyet, demokrasi ile seküler yönetim ve güçler ayrılığı ilkesi (Kuvvetler ayrılığı ilkesi) uygulanan yönetimlerdir. Demokrasinin araçları; parlamento, siyasi partiler, anayasa, sivil toplum örgütleri, kolluk kuvvetleri; denetim, düzenleme ve izleme kurumlarıdır. Demokrasinin gereksinimleri ise; iktidarın seçim yoluyla değiştirilebilir olması, kuvvetler ayrılığı ilkesinin (Güçler ayrılığı ilkesi) varlığı, katılımcılık, çok partili siyasal yaşam, hukukun üstünlüğü, muhalefetin varlığı, çoğulculuk ve çoğunluk ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasıdır.
Belirli özgürlükleri ve serbestlik alanını kısıtlasa bile demokrasi, kurumları ve kurallarıyla daha net bir şekilde var olan yönetim biçimidir. Kurum ve kural ilişkisi yasa ve gelenek zinciriyle daha sağlam bir bağ haline getirildiğinde, demokrasi ya da demokratik düzen olgusu önem kazanır, insan hayatını kolaylaştırır. Denebilir ki, demokrasi; eşitlik, özgürlük, hak ve adalet alanlarında ilerleme ve gelişme ihtimalinin, geri gitme ve kısıtlanma ihtimalinden daha yüksek olduğu yönetim biçiminin adıdır.
Moral, motivasyon (isteklendirme) ve inanmak konularında demokrasi ve demokratik ortam ya da demokratlık, alabildiğine etkileyici ve belirleyicidir. Söz konusu kavramlar, herhangi bir şeyi yapabilme, kollama ve koruma gücüdür. Toplum hayatı yönünden ve birlikte yaşama kültürünün korunmasında önemli bir düzenleyicidir.
Bilindiği üzere aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümüne toplum ya da cemiyet denmektedir. Görüldüğü gibi tanımın kendisi bile hem siyaset kokmaktadır hem siyaset üretmektedir. Temel çıkarlar için iş birliği söz konusu olduğu her zaman, iş ve güç birliğinin niteliği, süresi, muhatapları ve kapsadığı daha pek çok alan gündeme gelir. Bu da, farklı felsefelerin, fikirlerin, yaklaşımların ortaya çıkmasını sağlar, onları tetikler ve teşvik eder. Hiç kuşku olmasın ki siyasetin, siyasetçinin finansmanı ve siyaset demokrasi, siyaset ekonomi arasındaki ilişkiler gibi, yatırımlarda, kaynakların yönetilmesinde ve ekonomik faaliyetlerde siyasi tercihler esas alınmaktadır. Hemen hemen her zaman siyasal tercihler, toplumu ilgilendiren konularda önceliği belirler. Zira siyaset zemini anılmaksızın, siyasetin etkisi varsayılmaksızın ve siyaset olmaksızın toplum hayatı ve demokrasi kavramını ele almak mümkün değildir.
Rahatlıkla ileri sürebilir ki demokrasi, diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi artık siyaset bilimciler, hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok, hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişlerdir. Hatta bu tartışma ortamlarında liberal, komünist, sosyalist, muhafazakâr, anarşist ve faşist düşünürler, kendi sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bu sebeple demokrasinin çok sayıda değişik tanımı ortaya çıkmıştır. Demokrasi, düzgüsel (normatif) süreçler de dâhil durmadan bir devinim içindedir. Bu devinim aynı zamanda, demokrasinin kendi varlık biçimini belirleyen, daha iyisini bulmaya yarayan toplumsal süreçlerin bütünü anlamına gelir. Kurallarla, yasalarla ilgili olan, kural veya yasa koyan, belirlenmiş kalıplar içinde kalan, yani normatif demokrasiden tutun önceden bilirlik kriterinin (kıstas) uygulanmasıyla daha anlamlı hale gelen ve derinlik kazanan demokrasilere kadar geniş bir yelpazede yer kaplamaktadır. Bu yelpaze, en iyisine ulaşılana kadar insanlığın dur durak bilmeden bir uçtan diğerine gidip geldiği ve deneyim kazandığı bir alan olmaya mahkûmdur.
Adı ister demokrasi olsun ister başka şey, öncelikle insanı insan olarak ve olduğu gibi, herhangi bir şeyci olmadan, herhangi bir şeyci olması istenmeden yaşatan ve saygın gören bir düzen gerekir. İnsana herhangi bir şeyci olmak dayatılamadan insanı kabul eden, sırf insan olduğu için ona kucak açan, ona yer gösteren, onu baş tacı yapan bir sistem amaçlanmalıdır. Böylesi bir siyasal ortam oluşmadan tam manasıyla demokrasi yaratmak ve sağlıklı bir toplumsal düzen inşa etmek olanaksızdır. Şüphe yok ki devlet aklı denen ve görünmez olan o şey yüzünden insanlık, dünyayı anlamada ve kavramada zaman ilerledikçe daha çok zorlanıyor. Hele işaretleri bakımından müphem denebilecek kadar saklı kalan devletlerarası akıl, anlama ve kavrama işini daha da zahmetli hale getiriyor.
Kurumları, Kuralları ve İlkeleri Yönünden Demokrasi
Demokrasi, bilinen ve her dönemde kendisine eklediği ilkeleriyle beraber sürekli olarak yeni bir evreye doğru gelişiyor. Katılımcılık, şeffaflık, açıklık, hesap verilebilirlik, çoğulculuk, önceden bilirlik, yerinden yönetim, önce insan olgusu, denetlenebilmek, eşitlik, kurumsallık, süreklilik, sağlıklı yaşam hakkı ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı gibi yeni kuşak haklarla fantastik aşamalar kaydediyor. Bilim ve teknoloji geliştikçe, insanlığın ihtiyaçları çeşitlilik kazandıkça demokrasi tanımı aynı oranda zenginleşiyor, demokrasi standardı yükseliyor, esnekliği ve dinamikliği nedeniyle demokratik süreçler genişletilip daraltılabiliyor. Yaşamın ve yaşamanın gayesi, ortaya çıkan ihtiyaçlar temellinde, her yüzyılda bir öncekinden farklı şeylere odaklandığından birçok alanda olduğu gibi demokrasinin olgunlaşması konusunda da insanlığın arayışları devam ediyor. Zira dünya her alanda baş döndürücü bir hızla değişip gelişiyor. Giderek robotlaşan insan sayısının arttığı, robotların yön verdiği veya iş gördüğü bir çevre oluşuyor. Politikayla olduğu gibi demokrasi ve insan hakları arasındaki kopmaz bağlar ve siyasetin bu alandaki etkisi daha da artıyor.
Yukarıdaki cümleler içinde anıldığı için hem normatif demokrasi hem de ampirik demokrasi teorilerine kısaca değinmekte yarar görüyorum. Anılan konular, daha geniş perspektifte ele alınmasını hak eden, üzerinde çokça tartışma yapılması gereken önemde olmasına rağmen ‘zaman ve yer’ darlığı nedeniyle şimdilik aşağıdaki tespitlerle yetineceğim.
Denebilir ki normatif demokrasi teorisi, alabildiğine iddialı hata ütopik (hayali) denecek bir teoremdir (Kanıtlanabilen bilimsel önerme). Normatif demokrasi teorisine göre demokrasinin tam anlamıyla sağlanabilmesi için, alınan kararların halkın tamamını memnun etmesi gerekir. Ne var ki gerçek hayatta bu durum imkânsızdır. Zira her bireyin beklentileri, istekleri, ihtiyaçları farklıdır hatta sınırsızdır. Böyle olunca da herkesi aynı anda memnun etmek olanaksızdır. Anılan nedenlerle bu teori ideal olsa bile ütopik bir teoridir. Günümüzde hiçbir devlette uygulanmamaktadır, belki de uygulanamamaktadır. Yarınlardaki insanlığının ortak aklı nasıl bir çözüm bulur tahmin etmek kolay olmayabilir ama bugünden, bugünün aklının zaviyesinden bakıldığında işin güçlüğü aleni şekilde ortaya çıkmaktadır. Denebilir ki bu teori, Platon’dan günümüze kadar bir türlü üstesinden gelinemeyen, içinden çıkılamayan toplumun tüm kesimlerinin mümkün olan en iyi şekilde memnun edilmesi sorunsalını hayali olsun ya da olmasın canlı tutan bir kuramdır.
Ampirik demokrasi teorisine göre ise demokrasi, halkın tamamını değil olabildiğince büyük çoğunluğunu memnun etmeye çalışır. Deneye dayalı olması, niceliğe odaklanması, onun uygulanabilirliği konusundaki avantajlardır. Deneysel demokrasi olarak da anılan demokrasinin amacı, nihayetinde herkesi değil mümkün olduğunca çok kişiyi memnun etmektir. Bu nedenle de gerçek hayatta uygulanması en mümkün teoridir. Kısacası halkın tamamını veya önemli bir kesimini memnun etmeye odaklanan iki teori, çoğunluk yönetimi ve hayali yönetim gibi tanımlarla anıldığı için yeni tartışmaların ve birbirinin zıddı düşüncelerin de konusu olmaktadır.
Demokrasi çalışmalarıyla bilinen Amerikalı siyaset bilimci Robert Dahl,*** ampirik demokrasi teorisine göre dizayn edilmiş olan (tasarlanan) demokrasilere, “poliarşi (Çokluk yönetimi)****” der. Dahl’a göre, bir demokratik devletin demokratik bir poliarşi olup olmadığını belirleyen kıstaslar şunlardır:
Üst düzey siyasi makamları kullanacak kişiler (Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar vb.) seçim yoluyla belirlenir.
Seçimler belirli aralıklarla, kesintisizce yapılır.
Muhalefet partilerine iktidarı ele geçirme olanağı sağlanır. (Örneğin seçim barajı düşük tutulur veya aynı cumhurbaşkanının üst üste seçilmesi yasaklanır.)
Tek parti yönetimi yoktur. Birden fazla parti kurulmasına izin verilir.
Temel insan hakları anayasa ile güvence altına alınmıştır.
Seçimler serbesttir; hiçbir seçmen oy kullanıp kullanmamak konusunda zorlanmaz.
Robert Dahl, bu şartları sağlamayan devletleri demokratik saymaz.
Siyasetin toplum hayatında giderek daha çok önem kazandığı son 200 yıllık dönemde demokrasi kavramı ve demokratik yönetimlerin görünen durumları hakkında, sayısız tartışma yaşandı, yığınla felsefe yapıldı, kütüphaneler dolusu kitap yazıldı. Kimilerine göre soğuk savaş sonrası dönemde yaygınlık kazanan yönetim biçimi, daha çok Batı Avrupa’yla anılan Batı tipi demokrasi oldu. Eski Kıta’nın (Avrupa) şöhreti, ekonomik gücü ve siyasi etkisiyle birlikte bu durum demokrasi kavramının tekdüzeleşmesini, tek bir demokratikleşme tecrübesinin genel-geçer farz edilmesini beraberinde getirdi. Oysa her bir ülkenin şartları, dinamikleri, avantaj ve dezavantajları birbirinden oldukça farklıdır. Tıpkı üretilen sosyal yapılar ve ortaya çıkan siyasal sistemlerin kendilerine has biçimler gibi.
Çoğunlukçu demokrasiden özgürlükçü demokrasiye kadar uzanan süreçlerde, ülkeler ve siyasi yapılar bakımından kavram olarak demokrasi yeni içerikler, pratikteki uygulamalardan ötürü yeni eklemeler kazandı. Bu yüzden de ister yasalarla, kurallarla ilgili olsun ister deneylere dayansın dünyanın son 200 yılında en fazla tartışılan kavramı, demokrasi ve demokratikleşme oldu dersek yerinde olur. Savaşlar, barış süreçleri, monarşiler, diktatörlükler, muhafazakâr, faşist ya da sosyalist hatta liberal İktidarlar konuşulduğu her anda demokrasi ve demokratikleşme söylemi bir şekilde anıldı. Dünyayla aynı hızda olmasa da, Türkiye’de de son 50, 60 yılda demokrasi, şu ya da bu adla kavramlaştırıldı. ‘Güler yüzlü’, ‘Cici demokrasi’, ‘Türkiye’ye özgü demokrasi’, ‘Filipin tipi demokrasi’ ya da ‘İleri demokrasi’ söylemi etrafındaki tartışmalar zaman zaman yaygınlık kazandı.
Her konuda olduğu gibi demokrasi konusundaki tartışmalarda, konu içi değerlendirmelerle beraber konu dışına savrulmaları da içeriyordu. Dünyadaki ve Türkiye benzeri ülkelerdeki tartışmalar hep aynı çizgide, birbirinden etkilenen ve birbirinden beslenen eski, yeni söylemlerle devam etti. Kimine göre azgelişmiş veya geri kalmış toplumlarda veyahut üçüncü dünya ülkesi olarak anılan coğrafyalarda demokrasinin inşası mümkün değildi. Kimine göre Batı tipi liberal bir anlayışla demokrasi tam ve eksiksiz uygulanabilirdi. Kimine göreyse demokrasi çoğunluğun temsil edildiği yönetim biçimi değildi, olsa olsa ancak “zinde kuvvetler”in öncülüğünde ve Nasır tipi bir sosyalizm eşliğinde kalkınmanın motoru olabilirdi. Yıllar yılı yaşanan tartışmalar, birbirine benzer bir düşünsel arka planın tezahürü gibi hiç değişmedi, tıpkısının tıpkısı oldu.
Bir siyasal sistem olarak demokrasinin sınırları nelerdir? Demokratikleşmeden, kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlarının genişletilmesinden, konuşan ve korkularından arınan bir toplumun yaratılmasından maksat nedir? Neredeyse her zaman bu tartışmaların ve soruların merkezinde şu tablo durur. Kimileri ülkedeki seçmen çoğunluğunun desteğini almış istikrar unsuru olarak gösterilen iktidarın demokratikleşme çabalarını konuşup över. Kimleri, bireylerin her türlü düşüncelerine saygı gösteren, yasak koymayan özgürlükçü demokrasinin vazgeçilmezliğini tartışır. Aynı kesimlere göre böyle bir demokrasi gerçek manada halk erki veya el erki denilen şeye tekabül eder, her şey insan için mottosuna (ilke) denk düşer. Kimileri, uzun süre daha belirli bir kitleye hitap edecek olan siyasal bir harekete ve anılan siyasal hareketin demokratikleşme ajandasına inanır, inanılmasını savunur. Bir tarafta ise bu siyasal hareketin, yani iktidarın, geleneksel politik pratiklerle ve yeni her türlü siyasi ittifaklarla iktidardan edilmesi stratejileri konuşulur. Başka bir taraf da işi daha ileriye vardırır, rejim değişiklikleri, 1inci, 2inci cumhuriyet gibi sistem adları, kuvvetler ayrılığına ilişkin yeni kavramları, jüristokrasi (Yargıçlar yönetimi), bürokratik demokrasi, liberal demokrasi vesaire vesaire söylemler ortaya koyar. Küresel Egemenlik Sistemi’nin açtığı ve ne kadar esnek olması gerektiğine izin verdiği alanda, fikir ve bilgi sahipleri durmadan devinip dururlar. Zira egemenlerin demokrasiden anladığı şey, toplumun kahir ekseriyetinin kontrol altında tutulması ve çoğunluğun görece mutlu olması ya da mutlu görünmesidir.
12 Eylül öncesi Türkiye Komünist Partisi icadı olan ‘ileri demokrasi’, çoğunlukçu demokrasi olarak da tanımlanan ‘parmak demokrasisi’ karşısında ileri sürülen, Türkiye siyasal literatürüne (edebiyat) giren ve hatırlanması gereken önemli bir tanımdır. Nasıl ki her kaos (karışıklık) yeni bir düzendir; her sorun ve tartışılan her konu yeni tartışmaların, araştırmaların hatta anıştırmaların ve kavramlaştırmaların sebebidir. Öyle ki bu zamanlarda, istisnai egemenlik sayılan monark (monarşik) yapılar bile çok hararetli bir şekilde tartışılır. Kendini var eden ve tüketen bir olgu olarak demokrasi ve demokratikleşmenin anlaşılmasında bu tartışma noktaları, esasında bir yönetim biçimi olarak demokrasinin temel karakteristiklerinin ortaya konulması ihtiyacını beraberinde getiriyor. İnsan, düzen ve siyasi düzlem anılmaksızın bu tartışmaları anlamak ve çözme kavuşturmak olanaksızdır. İster Batı ister Doğu Avrupa’dan ister eski SSCB’den ister Balkanlar’dan ister Asya’dan veyahut Ortadoğu’dan bir ülke olsun, farklı kültür havzalarında, farklı siyasi geleneklerin boy verdiği ortamlarda farklı uygulamalarıyla demokrasi kavramının asgari ortak çerçevesini çizmek mümkün değildir. Demokrasi; her yerin kendine özgü şartlarıyla ve o yerin dinamikleriyle ortaya çıkmakta, şu ya da bu şekilde anlam bulmakta, değişip gelişmektedir. Demokrasi çözümü belli olmayan bir sorunsal, ipin ucu bulunmayan karmaşık bir yumak değildir. Kendi patikasında, sürekli çalışan beyin kaslarının, deneyimlerin, zihinsel faaliyetlerin doğrultu ve yön vereceği, ayrıca becerilebilirse insanlığın ortak hafızasında yer bulacağı, her adımı iyileştirilebilir bir güzergâhın, ortak bir zeminin adıdır demokrasi.
İddialı Bir Söz: Halkın Gözleri ve Kulakları Olmak, Olabilmek
Birçok kere birbirine benzer şekillerde ifade edilse de en yalın ve basit anlamıyla liderlerin ve organizasyonların karar alma süreçlerinde söz sahibi olabilmek için yarıştıkları yönetim biçimlerine demokrasi dendiğini ve bu kabulün daha çok yaygınlık kazandığını bir kez daha hep birlikte anımsamak gerekir. Bununla beraber, muhalefet yapma, temsil etme hakkıyla kamusal kararlara oylama yoluyla katılma hakkı, demokrasinin en şekli ve yetersiz olan halleridir. Halkın oylama yoluyla kamusal kararlara katılma hakkı ya da kamusal karar alma süreçlerinde liderleri veya organizasyonları seçme hakkı, siyaset demokrasi ilişkisini iğdiş eden, siyaset eliyle demokrasinin gelişmesine yapılabilecek katkıları sınırlayan, insan odaklı çabaların gelişmesini engelleyen en başlıca faktörlerdir. Zira duruma alışma ve mevcut durumu sürdürme, siyaset erbabı için çoğu zaman bir tavır veyahut üsluba dönüşüyor. Halklar ya da toplumlar tarafından, toplumun bütünü adına devletleri yönetmeye yetkili kılınanların, gerektiğinde halka hesap vermek zorunda oldukları düzenin adına demokrasi denmesi, söz konusu politika yöntemini benzerlerine kıyasla daha avantajlı hale getirmiştir. Halkoyu veya halkın oy kullanma süreçleri, devletin yönetimi için hatta devletin daha iyi yönetilmesi için halkın gözlerini, kulaklarını, olanaklarını, yetkilerini ve yönetilme iradelerini, siyasilere, organizasyonlara ve dolayısıyla yönetenlere ödünç vermektir. Söz konusu süreç ister yanlış ister doğru olsun ister pişmanlık içersin ister isabetli sayılsın, ne zamana kadar süreceği kestirilemeyen bu döngü belli aralıklarla tekrarlanır. Bundandır ki Amerikalı siyasetçi Alfred E. Smith, “Demokrasinin bütün hastalıkları daha fazla demokrasi ile tedavi edilir,” demiştir. İngiliz filozof, politikacı ve ekonomist John Stuart Mill de haklı olarak, “Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır,” saptamasında bulunuyor. “Politikada çoğunluk kuralının haklı gösterilmesi onun ahlaki açıdan doğru olduğunu göstermez,” diyen Soğuk Savaş kavramının mucitlerinden gazeteci-yazar, Walter Lipmann da yukarıda anılan yaklaşımı teyit etmektedir. Açık ki, belli aralıklarla tekrarlanan sürelerin olması ve yönetenlerin yenilenebilmesi demokrasinin soluk borusudur.
Kimi Dokümanlar ve Bilim İnsanları Yönünden Demokrasi
Antik Yunan’dan günümüze kadar Sokrates, Platon, Aristo, Voltaire ve Jean Jacques Rorsseau, Friedrich A. von Hayek, Robert Dahl, Alfred E. Smith gibi birçok düşünce ve siyaset insanı, demokrasi konusunda fikirler açıklamış demokrasi hakkında övücü ya da yerici ifadeler kullanmıştır. Açıkça ifade etmek gerekir ki anılan düşün insanlarının eleştiri içeren fikirleri dahi üstünde durulmaya, tartışmaya değerdir. İnsan hakları belgesi niteliği taşıyan dokümanlardan bir tanesi olan Paris Şartı, “Milletlerimizin tek yönetim sistemi olarak demokrasiyi kurmayı ve güçlendirmeyi taahhüt ediyoruz. Demokrasi, temsili ve çoğulcu karakteri ile seçmene hesap verilmesini, kamu makamlarının hukuka uymak yükümlülüğünü ve adaletin yansız bir şekilde dağıtılmasını da zorunlu kılar. Kimse hukukun üstünde olamaz,” demektedir. Benzer konuda, 1789 yılında Fransız Devrimi sonrasında kaleme alınan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nden de eski olan ve 1776 yılında imzalanan Virginia İnsan Hakları Bildirisi (Md.2), “Tüm güç halkta toplanır ve halktan gelir; yetkili kişiler halkın vekilleridir; halk için çalışırlar; halka karşı her zaman sorumludurlar,” ifadelerini içermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, yelpazenin sağından soluna kadarki bütünü üzerinde siyaset yapan veyahut fikir üretenler; dur durak bilmeden demokrasi için düşünce açıklamış, uğraş vermiş, belgeler, felsefi nitelikte kavram ve kalıplar ortaya koymuştur.
Öte yandan Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimci Friedrich A. von Hayek, “Sınırsız güç ve yetkilere sahip bir meclis, bu güç ve yetkiyi belirli grupları veya bireyleri kayırmak üzere kullanabilecek bir konumda olur, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da üyelerine özel yararlar sağlayan çıkar gruplarının oluşmasıdır. Kendi lehlerine karar alması için yasama organına baskı yapan örgütlü çıkar gruplarının çağımızda yaygın olarak artması sınırlanmamış devlet gücünün zaruri ve kaçınılmaz bir sonucudur. Bireylere ve gruplara etkisi önceden kestirilemeyen, adil davranışın evrensel kurallarını koyma göreviyle sınırlanmış bir yasama meclisi, bu gibi baskılar altında olmaz,” diyor. Jean Jacques Rousseau ise, Toplum Sözleşmesi’nde, “Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte, toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur,” belirlemesinde bulunur.
Bu bölümün sonuna gelirken hemen belirtmeliyim ki artık dünya; dünyalıların, anlamakta çok zorluk çektiği, kavramada ve olup bitenleri olduğu gibi algılamada insan aklının tek başına yeterli gelmediği, sayısız bilinmeyenin içinde yer aldığı alabildiğine karışık ve karmaşık bir yumağa dönüşmüştür. Öyle ki, hiçbir ideal düzenin, eksizsiz ve tam demokrasinin, demokratiklik kültürünün, ipin ucunu bulma, bu yumağı çözme olanağı kalmamıştır. Zira üst akılla ortalama akıl ve birey aklı arasındaki fark, gelişmiş teknolojiyle primitif (ilkel) araçlarla iş gören toplumlar arasındaki farktan daha fazladır. İster sağa ister sola ait olsun, demokrasinin kavramlaştırılmasında, ağırlığı olan düşünce ve eğilimlerin hemen hepsinin ulaşılan gelişmeler karşısında fiktif (itibari) kalmak dışında bir seçenekleri yoktur. Siyasetle ve günlük hayatla sarsılmaz bağları olmasına rağmen demokrasi kültürünü öğrenmek ve idrak etmek, bilenin yanında durarak, izleyerek öğrenilecek şey değildir. Demokrasi ve siyaset, sosyologların, siyaset analistlerinin, toplum bilimcilerin, filozofların dünyayı algıladıkları kadar gelişim gösterebilmiştir. Şöyle düşünün ki, günümüzde bile çok referans gösterilen Platon, Aristo, Rousseau gibi düşün insanları kendi dönemlerindeki dinamikleri ve insan ihtiyaçlarını gözeterek fikir ortaya atmışlar, belli konuların felsefi alt yapısını oluşturmuşlardır. Söz gelimi Platon’un “kadın-erkek-köle eşit olmamalıdır,” şeklindeki ilkel duran saptaması ve Rousseau’nun dünyanın önemli bir bölümünde geçerliliği olmayan halk kavramı, günümüzdeki şartlar karşısında, konunun sağlıklı analizini zorlaştırmaktadır. Zira Jean Jacques Rousseau, Emile’de, bugün pek çok ülkede hiç geçerliliği olmayan bir fikir ileri sürerek köy nüfusunun halk çoğunluğunu oluşturduğu yıllarda şunları demektedir, “Ülkeyi oluşturan köylerdir, ulusu oluşturan köy halkıdır.” Rousseau aynı eserde, “Benim için düşüncenin zincirleri kırılmıştır. Ben sadece zorunluluğun zincirlerini tanırım,” diyerek demokrasi ve özgürlük kavramı için günümüzde ve gelecekte de karşılık bulacak önemli bir iddiada bulunur.
Açık ki siyaset anılmaksızın yeterince anlaşılamayan konulardan bir tanesinin de demokrasi olması, siyasetçilerin tavrını, soruna yaklaşımını, ortaya koydukları çözüm önerilerini akıllara getiriyor. Bu nedenle politikacılar için bir iki cümle söylemek gerekirse pek çok yorumcuya, düşünce insanına hatta bizatihi siyaset yapanlara göre politikacılar, iktidarı kendileri için değil devlet, millet ya da insanlık için isterler. Zira bunların hemen hepsi Aristo’nun şu veciz sözünün farkındadır: “İktidarı toplum yararı nedeniyle isteyenler, aklın ve tanrısal yönetimin öncülüğünü yapanlardır.”
Sert ve Köşeli Bir Tespit: Küresel Egemenlik Sistemi, Demokrasi Süreçlerini de Kontrol Etmektedir, Kontrol Altında Tutmaktadır
Bu bölümün son sözü yerine özetlemek gerekirse; demokrasi son 50 yıldır itilen kakılan, ötelenen, ihmal edilen, sürekli olarak iç ve dış siyasetin malzemesi haline getirilen, sadece bir talep olarak toplumun farklı kesimlerinin ve siyasi partilerin gündeminde kalan bir olguya dönüştü. Unutulmamalıdır ki demokrasi ayrıca egemenlerin yön verdiği, egemenlerin izin verdiği veya istediği kadar vücuda geldiği, alan bulup büyüdüğü bir vakıadır. Toplum hayatına sirayet eden, devlet yönetiminde yer alan ve önemli köşe başları haline gelen kurumlarla, kavramlarla, kurallarla ilerleyen, çekiştirildikçe genişleyen ve gelişen bir alan haline getirildi. Bütün bunlarla beraber demokrasi siyasi partilerin dizayn edilmesi (tasarlanması), toplumun dezavantajlı ve üretici kesimlerinin umutlarının diri tutulması için bir malzemeye, bir dayanağa, bir gerekçeye, bir acil kaçış rampasına dönüştürüldü. Tarih boyunca demokrasi, Küresel Egemenlik Sistemi’nin büyük ölçüde kontrol ettiği nefes alanı olmanın yanı sıra, toplum kesimlerinin yarınlara dönük umutlarının canlı tutulmasının temel ve en önemli aracı oldu. Egemenlerin, yani pek çok şeye muktedir olanların düzeni son bulmadıkça, bu düzen cılız ve zayıf düşmedikçe demokrasinin, demokratlık manasında yerleşmesi oldukça zor ve bir o kadar da meşakkatli görünmektedir. Aynı zamanda egemenlerin topluma dayattığı tüketim anlayışı, oburca sanayileşme ve zenginleşme hırsı, para tutkusu ve paraya bağlılıkları engellenmedikçe ya da kontrol altına alınmadıkça demokrasinin, toplum hayatında en azında kavramına uygun olarak, sözlüklerdeki anlamına uygun olarak yer bulması mümkün değildir, neredeyse olanaksızdır.
Hayli uzun bir çalışmanın parçası olarak kaleme alınan bu yazıda, biraz olsun bir yönetim biçimi olarak demokrasi konusuna ve demokrasinin, demokratik düzen süreçlerinin tarihsel arka planıyla birlikte ele alınan tartışmalara katkı sağlanabilirse maksat hâsıl olmuş demektir. Yazıda baştan sona, demokrasi kavramının süreç boyunca siyasal sistem içinde uygulama tarzlarını, kurumsal şekillenişini incelemek, günümüz tartışmalarına katkı yapmak amaçlanmıştır.
NOT 1: Siyaset anılmaksızın ve siyaset olmaksızın demokrasi ele alınamayacağından yazıda siyasetin demokrasi üzerindeki etkisi bu bölümde çok fazla işlenmemiştir. Zira demokrasinin her bir normu, aynı zamanda siyaset zemininin doğal konusudur.
NOT 2: Küresel Egemenlik Sistemi’nin siyaset ve demokrasi üzerindeki doğrudan etkilerine, gerçekte bir demokrasinin olup olmayacağı veya gerçek bir demokrasinin olup olmadığı konusuna yazının devamı bölümünde değinilmiştir. Kısaca, “Unutmamak gerekir ki egemenlerin gizli ya da açık bir elastikiyet alanı olsa da demokrasi, insanlığın şu zamana kadarki ideale yakın en iyi yönetim buluşudur. Zaman zaman egemenlerin elastikiyet alanı olma çerçevesini aşan veyahut aşma eğilimi gösteren demokrasi, aynı zamanda en geniş uzlaşma rejimidir,” biçimindeki belirlemeler, Küresel Egemenlik Siteminin konu üzerindeki etkilerini hatırlatma cümleleridir. Kurum ve kural ilişkisi yasa ve gelenek zinciriyle daha sağlam bir bağ haline getirilse, demokrasi ya da demokratik düzen olgusu, insan hayatını azami ölçüde kolaylaştırsa bile, Küresel Egemenlik Sistemi’nin devasa gücünün demokrasi üstündeki tehlikesini ve yakın tehdidini azaltamamaktadır…
(*) Yazı, siyaset üzerine denemeler adlı uzun bir çalışmanın kapsamı içinde olduğundan, nispeten kısa olan bölümü yayına verilmiştir.
(**), (****) Yazarın notu
(***) Robert A. Dahl, 1946 yılında Yale Üniversitesi’ne siyaset bilimi profesörü olarak atandı. 1953’te Charles E. Lindblom ile birlikte modern toplumları klasik toplumlardan ayırt etmek üzere “poliarşi” terimini icat etti. 1966-1967 yılları arasında Amerikan Siyaset Bilimi Derneği’nin başkanlığını yürüttü.