Kuşatmayı kırabilmek için | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Kuşatmayı kırabilmek için

YazarResmi

Ortadoğu’da tarihsel süreç zembereğinden boşalmışçasına hızlanmış görünüyor.

Türkiye’nin yakın zamanda Suriye Kürt Bölgesine gerçekleştirdiği askerî harekât buradaki Kürt kazanımlarına ve demografik yapıya darbe vurmakla kalmadı, Suriye’deki siyasi ve askeri dengeleri bir anda değiştirdi.

Irak’ın Şiilerin yaşadığı güney bölgesinde iki aydır devam eden halk isyanı bütün hızıyla devam ediyor. Şimdilik hükümetin istifasıyla sonuçlanan toplumsal hareketin Irak’ın siyasi geleceğini nasıl etkileyeceğini kestirmek zor.

Bir buçuk yıl aradan sonra İran’da da halk yeniden ayaklanmış durumda. İran’ın gerici mollalar rejimi için çanlar bu kez daha derinden çalıyor.

Başka bir ifade ile Ortadoğu bir yangın yerine dönüşmüş durumda.

Bu yangının tam merkezinde ise Kürdistan bulunuyor. Daha somut olarak Güney Kürdistan yer alıyor.

Bu koşullar altında Kürdistan Sosyalist Partisi (PSK) adına bir heyet olarak Kürdistan Bölgesi’ne bir ziyaret gerçekleştirdik. 08-17 Kasım 2019 tarihinde gerçekleştirdiğimiz bu ziyarette Kürdistan Bölge Başkanı, Başbakanı, KDP ve YNK olmak üzere Güney, Doğu ve Batı Kürdistan siyasi aktörleri, bölgeyi iyi bilen siyasi şahsiyet, basın mensupları ve akademisyenlerle görüşme olanağı bulduk. Gelişmeleri birlikte değerlendirdik, ortak sonuçlara varmaya çalıştık.

Bütün bu görüşme trafiği ve gözlemlerden sonra ulaştığım en yalın gerçek şu oldu: Boğucu kuşatılmışlık… Güney Kürdistan’ın yüz yüze bulunduğu ağır kuşatılmışlıktan söz ediyorum.

Amacım Güney Kürdistan’a ilişkin karamsar bir tablo ortaya koymak değil, tersine bu göz kamaştırıcı ulusal kazanımın karşı karşıya bulunduğu büyük kuşatmayı yarmak için yapılabilecekler konusuna odaklanmak.

Güney Kürdistan özgürlük vahası

Ama önce ve yeniden Güney Kürdistan’ın Kürt halkı için ne anlama geldiğinin altını çizmek isterim.

Güney Kürdistan Federe Bölgesi hiç kuşkusuz Kürt halkının yüz yıldır yürüttüğü büyük mücadelelerin, insanüstü fedakarlıkların, yüz binlerce adanmışlığın bir eseri. Güney Kürdistan’da elde edilen kazanımlar dünyadaki bütün Kürtler için bir umut ışığı. Özgürlük için verdikleri mücadelede onlara güç ve cesaret veriyor, ilham kaynağı oluyor. Güney Kürdistan, Kürtlerin yüz yıllık özgürlük umudu ve hayalinin kuvveden fiile çıkmış halidir.

Ortadoğu ölçülerine göre Güney Kürdistan’da ileri bir demokrasi, özgür bir basın, çok partili bir sistem işliyor. Etnik ve dini azınlıklar hiçbir bölge ülkesinde olmayan temel hak ve özgürlüklerden faydalanıyorlar. Seçimler görece demokratik ve şeffaf bir şekilde gerçekleşiyor. Kadınlar siyasi yaşama katılabiliyor, günlük yaşamda özgürce hareket edebiliyorlar.

Irak gibi her gün bombaların patladığı ve yüzlerce insanın öldürüldüğü bir ülkede Güney Kürdistan’da büyük oranda bir güvenlik ve huzur ortamı söz konusu. Kürdistan güvenlik güçleri bölgede istikrar ve güvenliğin sağlanmasında önemli bir performans sergiliyorlar. Irak’ın geri kalan bölgelerinden insanların dinlenmek ve huzur bulmak için Kürdistan’a yönelmelerinin nedeni bölgede sağlanan bu istikrar ve barış ortamından kaynaklanıyor.

Kürdistan Bölgesi’nin uluslararası düzeydeki ilişkileri ve itibarı birçok bağımsız devletinkiyle eşdeğer. Uluslararası düzeyde yakalanan bu çıtada Kürdistan halkının demokrat ve laik yapısı kadar, IŞİD’e karşı mücadelede peşmergenin, genelde Kürtlerin oynadığı rolün etkisi büyüktür.

Tabi ki durum o kadar da toz pembe değil. Güney Kürdistan’ın en zayıf noktası içerdeki derin siyasi bölünmüşlük. Sorun sadece siyasi bölünmüşlükten ibaret değil. Esas sorun ortak bir peşmerge gücünün, merkezi bir siyasi ve mali yapının oluşmaması. Bu durum hem Kürdistan Bölgesi’nde işlevsel bir idari yapının inşasına engel hem de onu dış müdahalelere açık hale getiriyor. Elbette Kürdistan Bölge Yönetimi de bu gerçeğin farkında. Bu yönde atılan adımlar var. Kürdistan Hükümeti’nin peşmerge gücünün merkezileşmesi yönünde bir program yürüttüğü biliniyor. Benzer şekilde Kürdistan siyasi aktörleri, örneğin yapılacak yerel seçimlere ortak listeyle girerek, son krizde Bağdat hükümetiyle ortak delegasyonlar halinde görüşerek ulusal bir siyaset üretme konusunda önemli bir pratik sergiliyorlar.

Irak’taki sıkışma

Kürdistan Bölgesi bir özgürlük vahası, ancak bir istikrasızlık çölünün tam ortasında.

Irak’ta merkezi bir siyasi sistem, işleyen bir anayasa, anayasa bağlı bir yargı var mı? Bütün bunlar tartışma götüren konular. Başka bir ifade ile Irak -Kürdistan hariç- çökmüş ve çok parçalı bir ülke durumunda.

Esasen tarihte bir Irak devleti var olmadı hiçbir zaman. Olanın çöküş süreci ise İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra iyice hızlandı.

2003 yılında Saddam rejiminin yıkılışından sonra Irak’ın Sünni kesimi Bağdat yönetiminden dışlanarak IŞİD’in kucağına itildi. Saddam’dan sonra oluşan Şii ağırlıklı mezhepçi rejim, geçmişte Saddam rejimi onlara ne yaptıksa, yeni yönetim de aynı ayrımcılığı Sünnilere uyguladı. Bu durum Sünni kesimi radikalleştirerek bu bölgeyi IŞİD’in kitle desteği için verimli bir tarlaya çevirdi.

IŞİD’e karşı verilen mücadele ve bu örgütün çökertilmesi sürecinde Irak’ın Sünni bölgeleri harap oldu, buradaki nüfus büyük oranda yol oldu. Bu aynı zamanda mevcut Şii yönetimin bilinçli bir tercihiydi.

Öte yandan ABD’nin 2003 müdahalesiyle yıkılan Baas diktatörlüğü yerine kurulan yönetim kısa zamanda Şii çoğunluğun despotizmine dönüştü. Ülke nüfusunun %60’ını oluşturan Şii ağırlıklı yeni yönetim, Irak anayasasını hayata geçirmekte isteksiz davrandı. Örneğin anayasanın 140. maddesi gereği iki yıl içinde Kerkük konusunun çözülmesi gerekirken, Bağdat yönetimi bu konuda hiçbir adım atmadı, bundan sonra da atacak görünmüyor. Söz konusu mezhepçi yönetim Kürdistan Bölgesi’nin anayasal hakkı olan bütçedeki %17’lik payı hiçbir zaman ödemedi, bununla da kalmayarak sonradan bu oranı %13’e düşürdü.

2014 yılında IŞİD Kürdistan’a saldırdığında kılını kıpırdatmayan Bağdat yönetimi, 2017 yılında bağımsızlık referandumunu bahane göstererek Kürtlerin canları pahasına IŞİD’ten aldıkları Kerkük ve diğer bölgeleri Kürdistan Bölgesi’nden koparttı.

Bütün bu uygulamalardan mevcut Bağdat yönetiminin ne yapmak istediği açık; askeri güçle Kürdistanı baskı altında tutmak, ekonomik ve mali açıdan Kürdistanı güçten düşürerek ona diz çöktürmek.

Mezhepçi Bağdat yönetimi şimdi de Irak’ta başlayan kitle eylemlerini bu amaçla kullanmak için atağa geçmiş bulunmaktadır.

Irak’ın güneyinde Ekim ayında başlayan kitle eylemleri bütün hızıyla devam ediyor. İşin ilginç olanı şu ki, iktidara başkaldıranlar bu kez nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şii kesimi. Eylemciler bir yandan işsizlik, yokluk ve yolsuzluklara karşı baş kaldırırken diğer yandan İran’ın bu ülkedeki müdahalesine itiraz ediyor. Irak halkı esasen bolluk içinde yokluk yaşıyor. Irak halkı ilk başta işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı meydanlara çıksa da gelinen aşamada kitleler rejim değişikliği talebini öne çıkarmaya başladılar.

Irak halkının talepleri haklı ve yerindedir. Çünkü mevcut Bağdat yönetimi siyasi ve ahlaki açıdan çürümüş ve bütün meşruiyetini kaybetmiştir. Irak’ın Şii kökenli siyasi aktörleri birer askeri ve ekonomik mafya örgütüne dönüşmüş durumdadır. Ülkenin büyük petrol gelirlerini kendi aralarında paylaşan bu aktörler bir yandan da İran’ın elinde birer Truva Atı rolünü yerine getiriyorlar.

Başka bir ifade ile Irak’ta siyasi sistem çürümüş, toplumsal bağlar çözülmüş, ülkede güvenlik ve istikrar tümüyle çökmüştür. Toplum haklı olarak bu duruma karşı hoşnutsuzluğunu dile getirmektedir.

Öte yandan Irak’ın mevcut durumundan sorumlu olan İran, bu ülkedeki nüfuzunu korumak için eylemcilerin şiddetle bastırılmasından yana bir siyaset izliyor. Bu amaçla teşvik ettiği Haşdi Şabi güçleri şimdiye kadar binden fazla göstericiyi öldürdü, 15 bin dolayında kişi de yaralandı.

Gelinen aşamada Bağdat yönetimi halkın temel hak ve özgürlük taleplerine yanıt vermek yerine, yükselen toplumsal eylemleri Irak anayasanın federal yapısını değiştirmek ve Kürdistan Bölgesi’nin statüsünü budamak için bir fırsata çevirme çabası içinde. Irak’taki federal yapıyı değiştirmenin önünde önemli anayasal engeller olmakla birlikte Bağdat yönetiminin anayasaya ne kadar bağlı kalacağının bir güvencesi yok.

Söz konusu eylemlerin sonucunda Kürt dostu Başbakan Adil Abdulmehdi istifa etmek zorunda kaldı. Bundan sonra Irak’ta olayların nasıl bir seyir izleyeceğini ve onun ülkenin geneline, özel olarak da Kürdistan Bölgesi’ne yansımalarını kestirmek zor. Ancak kesin olan şu ki Irak genelindeki bu belirsizlik ve kaotik durum Kürdistan Bölgesi’nin içinde bulunduğu hassas durumu daha da kırılgan hale getiriyor.

Kuşatmanın büyük halkası Türkiye, İran

Kürdistanı takatsiz bırakmak isteyen sadece Irak yönetimi değil. Kürdistan Bölgesi’ne esas hasım ve onun kaderinde tayin edici iki ülke Türkiye ve İran’dır. Bu her iki ülkenin Kürdistan’a ilişkin tavrını-karşıtlığı belirleyen temel faktör kendi sınırların içinde bir Kürt meselesinin olmasıdır. Bu her iki ülke de Kürdistan Bölgesi’ni kendi sınırları içindeki Kürt meselesine olan etkisi ve motivasyonu ölçüsünde tehdit olarak kabul ediyor, karşıtlık politikalarını bu tehdit değerlendirmesi üzerine inşa ediyorlar.

Türkiye ve İran deyince sıradan iki ülkeden söz etmiyoruz. Her biri bir imparatorluk bakiyesi. Bu iki ülkenin her birinin nüfusu 80 milyonu aşıyor. Askeri, siyasi, ekonomik ve diplomatik ağırlıkları bakımından Kürdistan Bölgesi ile kıyas edilemez bir dengesizlik oluşturuyorlar. Bunlardan Türkiye ayrıca NATO gibi batılı bir ittifakın etkin üyesi, batının diğer kurumlarıyla ilişki içinde bulunuyor. Başka bir ifade ile Türkiye dünyanın en büyük askeri ittifakın ve batı dünyasının desteğini arkasında bulunduruyor.

Kürdistan Bölgesi, işte böylesine bir ülkeler koalisyonun yoğun kuşatması altında. Kürdistan Bölgesi ile bu hasım koalisyonun güç dengesini karşılaştırmak nerdeyse imkânsız. Ortada her açıdan Kürdistan Bölgesi aleyhine büyük bir dengesizlik var.

Kürt karşıtı ittifakın başını çeken ülke ise Türkiye. Çünkü Kürdistan coğrafyasının yarısı ve Kürt nüfusunun yarıdan fazlası bu ülkenin sınırları içinde bulunuyor. Bu nedenle Kürt meselesinden en fazla etkilenen ülke Türkiye. Bu durum Türkiye’yi Kürt karşıtlığında daha çok ön plana çıkartıyor.

Bu iki ülkenin de Kürdistan Bölgesiyle belirli ilişkiler içinde olduğu söylenebilir. Ancak bu ilişkiler daha çok konjonktürel koşullara bağlıdır. 17 Eylül bağımsızlık referandumunda olduğu gibi “sınırı” aştığını gördükleri anda Kürdistan Bölgesine karşı harekete geçmekte hiçbir tereddüt göstermiyorlar.

Türkiye bir yandan belirli nedenlerle Kürdistan Bölgesiyle ticari ilişkilerini sürdürüyor. Öte yandan Suriye Kürt meselesi bağlamında Türk yetkililer sürekli olarak zamanında Kürdistan Bölgesi’nin oluşumunu engellememekle hata yaptıklarını ifade ediyorlar.

Türkiye’nin PKK gerekçesiyle gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonların bir muhatabının Güney Kürdistan Yönetimi olduğuna kuşku yok. Türkiye bir zamandan beri Güney Kürdistan’da sadece askeri operasyon yapmıyor, aynı zamanda buralarda kalıcı askeri üsler kurarak bölgede işgal politikası uyguluyor. Türkiye’nin her askeri operasyonunda onlarca sivilin yaşamını yitirdiği ve bölgenin yaşanmaz hale geldiği düşünülürse tablo daha da net ortaya çıkıyor. Türkiye, PKK bahanesiyle esas olarak Kürdistan Bölgesi’ni istikrarsızlaştırmak istiyor.

Türkiye’nin Suriye Kürt Bölgesi’nde yürüttüğü askeri operasyon ve işgalinin de bir ucunun Kürdistan Bölgesi’ne uzandığı açıktır. Suriye Kürtlerinin özgürlüğüne ve ulusal bir statüye kavuşması hiç kuşkusuz Güney Kürdistan’a nefes aldırır ve etrafındaki kuşatmayı zayıflatırdı. Türkiye bugüne dek gerçekleştirdiği askeri operasyonlarla sadece Suriye Kürt hareketine darbe vurmakla kalmadı, aynı zamanda Güney Kürdistan’ı da olası bir nefes borusundan yoksun bıraktı.

Güney Kürtleri, Türkiye’nin son “Barış Pınarı Operasyonu”nda hedefine ulaşması halinde, Suriye’nin kuzeyinde kalmayıp operasyonu Güney Kürdistan’a taşıyacaklarını kanısını taşıyorlar ki bu yabana atılacak bir ihtimal değil. Böyle bir durumda Türkiye’nin uzun bir zamandan beri gündemde tuttuğu ikinci bir sınırı kapısını açarak Kürdistan Bölgesi’ni baypas etmesi ise kaçınılmazdı.

İran’ın da Kürdistan Bölgesi’yle çok ince dengelere dayanan bir ilişki kurduğu; kah sınır bölgesinde gerçekleştirdiği askeri hareketler, kah Doğu Kürdistanlı partilerin sivil kamplarına yaptığı baskınlar, ama daha çok Bağdat’ta kontrolündeki güçlerle Kürdistan Bölgesi’ni hizaya getirmek istediği açıktır.

Altı çizilmesi gereken bir nokta da şu. Türkiye ve İran sadece kendi parçalarındaki Kürtlerle ilgilenmiyor, bu yöndeki politikalarını oluştururken Kürdistan’ı bir bütün olarak ele alıp ona göre bir strateji oluşturuyorlar.

Sözgelimi Türkiye Suriye, Irak ya da İran’daki Kürt meselesini artık başka ülkelerin iç sorunu, bir dış sorun olarak değil, kendi Kürt meselesinin bir parçası, uzantısı olarak ele alıyor. Başka bir ifade ile Türkiye için sadece kendi içinde bir Kürt meselesi değil, dört parçayı içeren bir Kürdistan meselesi var. Türkiye’nin Kürt karşıtlığı içeriyle sınırlı kalmıyor, dört parçadaki bütün Kürtleri hedef alan bir genişlikte işliyor. Unutulmamalı ki Kürt sorununu ortaya çıkartan aktörler, başta bölge devletlerin kendileri Kürt meselesinin yeni boyutlar kazanmasına katkıda bulunuyor, dört parçadaki Kürtlerin kaderlerini birleştiriyorlar. Bu tablo içinde doğal olarak Kürdistan Bölgesi ilgili hasım ülkelerin öncelikli hedefi haline geliyor. Son yıllarda özellikle Suriye’de yaşanan gelişmeler ve IŞİD’e karşı verilen mücadelenin etkisiyle dünyanın da artık Kürt meselesine bir Kürdistan meselesi olarak baktığına kuşku yok.

Daha çok Kürdistan

Güney Kürdistan’da bulunca insan hem özgürlüğün benzersiz havasını soluyor hem de ağır kuşatmanın boğucu atmosferini hissediyor. Güney Kürdistan’ın içinde bulunduğu kuşatılmışlık bana Rusya’nın Ekim devrimi sonrası koşullarını hatırlatıyor. 1917 yılında ülkede sosyalistler iktidara gelmiş ancak ellerinde yıkılmış, harap olmuş bir ülke kalmıştı. Bolşevikler bir yandan Beyaz Rusların başlattığı iç savaşla baş etmek zorunda kalmış, öte yandan da batılı ülkelerin ağır askeri ve ekonomik saldırılarına maruz bırakılmıştı. Başta Lenin olmak üzere dönemin Sovyet yöneticileri ülkede sosyalist devrimin gerçekleştiğini, ancak bunun sosyalist devrimin kesin zaferi anlamına gelmediğini sıklıkla ifade ediyorlardı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kesin zaferi ancak Rusya dışında birkaç ileri Avrupa ülkesinde devrimin gerçekleşmesiyle mümkündü. Lenin ve arkadaşlarının beklediği o Avrupa ülkelerinde devrim hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bunun için İkinci Dünya Savaşı’nı beklemek gerekiyordu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başka ülkelerin de sosyalist kampa katılmasıyla Sovyetler üzerindeki kuşatma kırılmış ve bu ülkede sosyalizmin kesin zaferinden söz edilir olmuştu. Gerçi Sovyet sistemi daha sonra çöktü, ancak bu dış güçlerin baskısı ve kuşatmasıyla değil, sistemin içten çözülmesiyle gerçekleşti.

Bu değerlendirmelerden sonra yazının başlığını oluşturan can alıcı konuya gelmek istiyorum.

Kürdistan Bölgesi’nin içinde bulunduğu kuşatılmışlık nasıl kırılacaktır?

Şurası çok açık; Kürdistan Bölgesi’nin kalıcı ve güvenli zaferi için bir ya da iki Kürdistan parçasının daha özgürleşmesi gerekir. Bir ya da iki Kürdistan parçasının özgürleşmesi hem Güney Kürdistan için güçlü bir destek, eşzamanlı olarak da Kürdistan üzerindeki kuşatmanın bir iki cepheden kırılması demektir. Bunun için özgürleşecek parçaların birleşmesi ya da Güney Kürdistan’a katılması gerekmez. Sözgelimi Türkiye’de Kürtlerin federe bir statü elde etmesi, Güney Kürdistan’daki kazanımlar için bir sigorta işlevi görür. Böyle bir durum Türkiye’nin Güney Kürdistan için oluşturduğu tehdit potansiyelini büyük oranda ortadan kaldırır.

Böyle bir tespitten çıkartılacak sonuç şu:

Elbette her Kürdistan parçasının kendine özgü koşulları var ve bu koşullardan kaynaklı her parçadaki mücadele farklı bir süreç izleyecektir. Yapılması gereken şey, dört parçadaki özgürlük mücadelesini bütünlüklü bir Kürdistan perspektifine oturtmaktır. Hasım devletlerin karşıtlık üzerinden kurdukları Kürdistan perspektifi, Kürt ulusal demokratik güçleri bakımından özgürleşmek için gereklidir. Hiçbir parçanın kendi gücüne dayanarak bir zafer kazanması, kazansa da onu kalıcı hale getirmesi kolay değil.  Tek tek parçalarda yürütülen mücadeleler arasında bir eşgüdüm sağlanmadan ve bu mücadeleyi bütün bir Kürdistan özgürlük perspektifine oturtmadan yol alınamaz. Bu amaca ulaşmak için, bugünlerde çokça tartışılan Ulusal Kongre tek seçenek olmayabilir. Kaldı ki hasım devletler de bu denli açık bir modele hayat hakkını tanımayabilirler. Bu konuda yaratıcı mekanizmalar bulunabilir. Bu konuyla ilgili yapılması gereken ilk şey; dört parça Kürdistan için ulusal bir strateji oluşturmaktır. Bunun için dört parçadaki siyasi aktörlerin içinde yer alacağı bir ulusal konferans ile işe başlanabilir. Dört parçadaki mücadele deneyimlerinin paylaştırılacağı, her bir parçadaki fırsatlar ve risklerin tartışılacağı, parçalara ilişkin çözüm seçeneklerinin yakınlaştırılacağı böyle bir konferansta bütün Kürdistan için ulusal bir strateji oluşturmak mümkündür. Böyle bir stratejinin gereklerinin yapılması, alınan kararların takibi ve geri dönüşümü için faklı mekanizmalar düşünülebilir. Parçalar arasındaki yakınlaşmanın ete kemiğe kavuşması ve bu konuda belli bir zeminin oluşumundan sonra Ulusal Kongre seçeneği elbette hayata geçirilebilir.

Bu amaca ulaşmak için yeterli imkân ve zemine sahip adres hiç kuşkusuz Güney Kürdistan’dır. Bölgesel denklemleri de dikkate alacak bir biçimde Güney Kürdistan Bölge Yönetimi bu işe öncülük edebilir. Uluslararası düzeydeki ilişkileri, belli başlı küresel güçlerle olan ilişkileri, son otuz yıllık devletleşme deneyimleri göz önünde bulundurulduğunda Güney Kürdistan bu iş için en uygun aktördür.

Güney Kürdistan dahil dört parçadaki halkımızın kaderi böyle bir ulusal strateji ve ferasete bağlıdır.

Çünkü tarihsel koşullar, en başta da hasım güçlerin tutumu dört parçadaki Kürtlerin kaderini birbirine bağlamış durumdadır.