ABD ve müttefiklerinin Afganistan’dan çekilmesi, benzer bir durumun Irak ve Suriye’de de yaşanma ihtimalini ve bunun Kürtler bakımından oluşturabileceği olası riskler konusunu gündeme getirdi.
Bu noktada ön plana çıkan sorular şunlar; Birincisi, ABD Afganistan’da olduğu gibi Irak ve Suriye’den de tamamen çekilebilir mi? İkincisi, böyle bir çekilme yaşandığında bu iki ülkede Kürtler için oluşturulan güvenlik şemsiyesi ortadan kalkar mı? Üçüncüsü ise ABD’nin desteğinin son bulduğu bir durumda Kürtlerin Irak ve Suriye’de elde ettikleri kazanımları tümüyle kaybetme ihtimali…
Bu soruların gündeme gelmesine sebep olan şey, ABD’nin Afganistan’dan çekilmeye başladıktan sonra ortaya çıkan trajik manzaralar oldu. Taliban’ın öngörülenden çok daha önce Afganistan’ın bütün kentlerini kontrol ederek başkent Kabil’e dayanması büyük bir panik ve korkuya neden oldu. Taliban korkusuyla kaçan insanların Kabil Havaalanı’nda oluşturduğu manzara, uçaklara tutunup havada düşen Afganlıların görüntüleri şok etkisi yarattı. Dahası Taliban’dan sayısal ve teknik donanım bakımından çok daha üstün olan Afgan ordusunun direnmeden buharlaşması, 2014 yılında IŞİD karşısında Irak ordusunun çöküşünü akıllara getirdi.
Öte yandan ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin göründüğü kadar ani olmadığını, bunun hazırlıklarının çok önceden yapıldığını, esas çekilme kararının Obama yönetimi tarafından alındığını biliyoruz.
ABD’nin Afganistan’dan son çekilmesinin de Taliban ile varılan bir uzlaşı sonucu gerçekleştiği anlaşılıyor. ABD’nin Taliban’la iki yıldır görüştüğü ve son olarak Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirilen görüşmede çekilme ve iktidarın Taliban’a teslimi konusunda bir anlaşmaya varıldığı sır değil. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi resmileştikten sonra Taliban’ın ilerleyişine karşı hiçbir direnişin gerçekleşmemiş olması, tersine bütün kentlerin savaş olmadan Taliban’a teslim edilmesi ABD-Taliban arasında varılan böyle bir uzlaşı ile açıklanabilir ancak.
İşgalin hedefi, başarılan, başarılamayanlar
ABD ve NATO müttefikleri 2001 yılında esas olarak teröre karşı, daha somut olarak radikal İslam terörüne karşı mücadele konsepti çerçevesinde Afganistan’a müdahalede bulundu. Ancak ABD’nin hedefi sadece bununla sınırlı değildi. Bu süreçteki hedeflerden bir diğeri de İslam’ı ılımlaştırmak ve İslam ile demokrasiyi bağdaştırmaktı.
20 yıllık işgal döneminde ABD ve batılı müttefikleri bu amaçla Afganistan’da dev kaynaklar harcadı. Ülkedeki radikal İslamcı güçlere büyük darbeler vuruldu, El Kaide gibi örgütler büyük oranda etkisiz hale getirildi. Daha da önemlisi Batı ülkeleri için Afganistan kaynaklı terör tehdidi ortadan kaldırıldı.
Diğer yandan 20 yıllık işgal sürecinin gerek Afganistan özelinde gerekse Ortadoğu’da ABD ve Batı dünyası bakımından öğretici sonuçları oldu.
Her şeyden önce yeterli iç dinamikler oluşmadan salt dış destek ve müdahalelerle bir ülkeye demokrasi götürmenin mümkün olmadığı görüldü. Gelinen noktada bir kez daha anlaşılıyor ki Afganistan’da özgürlükçü, demokrat ve laik bir muhalefet yok ya da yok denecek kadar zayıf. Elbette bunda en büyük etken, 1979 tarihinde Sovyetler Birliği’nin gerçekleştirdiği müdahaleden başlayarak süregelen dış müdahale ve işgallerin Afganistan’ın iç dinamikleri üzerinde yol açtığı korkunç yıkımdır. Başka bir ifade ile 40 yıla varan dış müdahale, işgal ve iç savaş Afganistan toplumunun doğal gelişme seyrini sekteye uğratarak iç dinamiklerini büyük ölçüde parçaladı.
Bir ülkeyi demokrasi yönünde değiştirip dönüştürecek asgari düzeyde iç dinamikler olmadığı zaman, dış müdahale ve işgaller o ülkedeki radikal unsurları daha da radikalleştirir ve toplum nezdinden onlara meşruiyet kazandırır. İşgalci güçlerin içerdeki yerel işbirlikçi güçlere aktardığı aşırı mali kaynaklar, amaca hizmet etmek yerine çoğu kez siyasi ve askeri çürümeyi derinleştirir. Bu durumda toplumun geniş kesimleri bu yozlaşmış güçlere karşı yüzünü ve desteğini muhalif unsurlara yöneltir. Bütün bu ve benzeri nedenlerle, 20 yıllık ABD işgaline ve harcanan onca kaynağa rağmen Afganistan’da Taliban yok edilememiş, tersine günün sonunda iktidar ona teslim edilmiştir.
Öte yandan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında İslam’ı ılımlaştırma ve demokrasiye eklemleme projesinin başarıya ulaşmadığı ortadadır. ABD bu projenin hayata geçirilmesinde bir dönem Türkiye’ye rol modeli görevi vermiş, Müslüman Kardeşler Örgütü’ne de önemli bir misyon atfedilmişti. 2011 yılında başlayan Arap Baharı döneminde ise bu proje çökmüş ve Amerika bu beklentisinden vazgeçmişti.
ABD’yi Afganistan’dan çekilmeye zorlayan etkenlerden biri de hiç kuşkusuz işgalin ABD ekonomisine yüklediği aşırı yüktür. Geçen dönemde Afganistan işgaline, genel olarak da Ortadoğu’da harcanan kaynaklar Amerikan kamuoyunda hoşnutsuzluğa neden olmaya başlamış, giderek iç politikada etkili bir faktöre dönüşmüştür. Bir önceki seçimde Trump gibi popülist bir liderin iktidara taşınmasında söz konusu faktörün etkili olduğu bilinmektedir.
Bu çerçevede ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi sürpriz sayılamaz. Biden yönetimin yaptığı şey Obama döneminde başlatılan Afganistan’dan çekilme sürecini hayata geçirmek oldu.
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken bir diğer faktör şu. ABD uzun bir zamandan beri dış politikada kendisine en büyük rakip olarak gördüğü Çin’in yükselişini engelleme ve onu çevreleme stratejisine odaklanmış bulunuyor. Bu çerçevede esas varlık ve enerjisini Asya-Pasifik bölgesine kaydırmayı hedeflediği anlaşılıyor.
Ancak bundan yola çıkarak ABD’nin Ortadoğu’yu tümüyle terk edeceği sonucu çıkarılmamalı. ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesinin niteliğinin farklı olacağını söylemek mümkün. Öncelikle ABD’nin Ortadoğu’daki siyasal ve stratejik bağları yerli yerinde duracak, ittifak anlaşmaları devam edecek görünüyor. Biden yönetimi Ortadoğu’da çatışmalı ortamı durdurmayı, Amerikan askeri varlığını azaltmayı, otoriter yönetimlere mesafe koymayı öngörüyor. Bu siyasetin devamı olarak Amerika, müttefiklerinin hem kendi arasında hem de hasımlarıyla olan gerilimlerin azaltılmasına yoğunlaşıyor. Biden’in başa gelmesinden hemen sonra, daha önce bazı Arap ülkelerinin İsrail’i tanıma yönündeki girişimleri hız kazandı. Arap ülkeleri arasındaki yakınlaşma ve iş birliği yeni bir ivme kazandı. Biden bir yandan da İran’ı müzakere sürecine zorlayarak, bir şekilde Obama yönetiminin, İran ile yumuşak güce dayanan politikasına geri döndü.
Açıktır ki artık ABD yönetimleri ve kamuoyu Ortadoğu’nun dış politika ve güvenlik enerjisini emmesinden rahatsızlık duyuyor. Beklenen, bölge ülkelerinin kendi aralarındaki gerilim ve sorunları çözüp, bölgesel bir istikrarı yakalamaları, askerî olarak kendi ayakları üzerinde durmaya başlamaları ve ABD’nin de giderek Çin’e ve kısmen Rusya’ya yoğunlaşabilmesi.
ABD, Irak ve Suriye’den çekilebilir mi?
ABD’nin Irak’tan çekilmesinin çoktan başladığı ve bunun belirlenen bir takvim içinde devam ettiği biliniyor. Son olarak 26 Temmuz’da Beyaz Saray’da Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile gerçekleşen buluşmada, Biden, 31 Aralık’a kadar Irak’tan bütün muharip güçlerini çekeceklerini bildirdi. Askeri olarak Irak’ta bulunan 2 bin 500 civarında muharip güç, yerini aynı sayıda eğitim veren bir askeri güce bırakacak. Suriye’de 900 civarında Amerikan askeri kalacak ve bunlara Irak’taki askeri varlık destek sağlayacak. Amerikalı yetkililer Suriye’de esas olarak IŞİD ile mücadeleye odaklandıklarını her vesileyle dile getiriyorlar. Başka bir ifade ile ABD’nin bu her iki ülkede de sonsuza kadar kalması beklenmemeli. Ancak yukarıda çizilen çerçevede ABD’nin Irak ve Suriye’de askeri güç indirimine girmesi, bölgeyi bu aşamada tümüyle terk etmesi anlamına gelmemektedir.
ABD iki nedenle Ortadoğu’yu kendi kaderiyle baş başa bırakmaz. Birinci neden Ortadoğu’da Çin ve Rusya’nın etkisini önlemek, ikincisi ise her ikisi de yayılmacı ve saldırgan ihtiraslar peşinde koşan Türkiye ve İran’a bu bölgeyi terk etmemek. Ayrıca Irak ve Suriye’de kalmanın maliyeti Afganistan ile kıyaslandığında çok fazla değildir.
Gelinen aşamada ABD Irak ve Suriye’de sınırlı bir askeri varlıkla yetinmeyi öngörmektedir. ABD kendisine ve dost bildiği müttefiklerine karşı herhangi bir tehdit ve saldırıya karşı anında cevap verecek hava gücüne sahiptir. Ayrıca olası ciddi tehditlere karşı her bölgeye kısa sürede askeri güç kaydıracak kapasitededir.
Kürdistan Afganistan olamaz
Şimdi de konuyu Güney Kürdistan bağlamında değerlendirmek istiyorum. Güney Kürdistan için söz konusu olan değerlendirmeler önemli oranda Suriye Kürt hareketi için de geçerlidir.
Öncelikle şu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir. ABD Afganistan’dan olduğu gibi Irak’tan da çekilebilir ve zaten çekiliyor da. ABD günün birinde tümüyle Irak’tan çekildiğinde Kürdistan için sağladığı kısmi destek ve ilgisini sonlandıra bilir mi, evet teorik olarak bu da ihtimal dahilinde. Çünkü her süper güç gibi Amerika da uluslararası ilişkilerde ahlaki normlardan çok jeopolitik çıkarlarına bakmaktadır.
Bu genel çerçeveden sonra Kürdistan’ın Afganistan’la, Kürt halkının mücadele tarihi ile Afgan halkının tarihi arasında hemen hiçbir ortak paydanın olmadığını söylemek gerekir.
Yukarıda kısaca ABD güdümündeki Afgan hükümet ve ordusunun Taliban karşısında nasıl bir anda yok olduğunu ifade etmeye çalıştım. ABD’nin Afganistan’dan çekilişi netleştikten sonra Afgan hükümeti hiçbir varlık göstermedi, Afgan ordusu tek bir kurşun sıkmadan Taliban’a teslim oldu ya da ortadan kayboldu. Bu konu başlı başına bir değerlendirme konusudur. Çünkü hem Afgan hükümeti hem de Afgan ordusu tepeden, trilyonlarca dolar harcanarak oluşturulmuş, rüşvet ve yolsuzlukla kokuşmuş bir yapıya sahipti. Böyle bir hükümet ve ordunun direnme ve savaşma iradesi ortaya koyması eşyanın tabiatına aykırıydı. ABD Başkanı Biden, Taliban’a karşı mücadele etmenin Afgan hükümeti ve ordusunun görevi olduğunu birkaç kez ifade etti. Biden bu açıklamasıyla aslında Afgan hükümetinin bu iradeden yoksun olduğunu ironik bir şekilde ima ederek olup bitenin sorumluluğunu Afganlara yüklemek istiyordu.
Bütün tarihsel deneyimler birçok ulusun ve ülkenin kaderinde dış güçlerin, uluslararası sistemin etkili hatta belirleyici olduğunu bize gösteriyor. Ancak ne denli büyük ve etkili olursa olsun dış faktörler, iç dinamiklerin yerini alamaz ve iç dinamikler olmadan dış faktörler tek başına bir sonuç ortaya çıkartamaz.
Bu açıdan bakıldığında Afganistan deneyimini Kürdistan’a indirgeme yaklaşımının hiçbir karşılığı yoktur ve olamaz.
Güney Kürdistan örneğinden yola çıktığımızda manzara şudur: Kürt halkı yüzyılı aşkın bir zamandır özgürlük için kesintisiz bir mücadele yürütmektedir. Bu konuda verilen bedeller eşsizdir, sergilenen kahramanlıkların benzeri yok denecek kadar azdır. Güney Kürdistan örneğinde Kürt ulusal özgürlük hareketi sayısız kez sırt üstü bırakılmış, büyük darbeler almıştır. Ancak her keresinde küllerinden yeniden doğmayı başarabilmiştir. 1975 Cezayir anlaşmasından sonra ABD ve İran’ın Kürtlere yaptığı ihanetin ardından beklenen şey Kürtlerin bir daha belini doğrultamayacağıydı. Ne var ki çok geçmeden Kürtler bütün düşmanlarını şaşkına çevirecek tarzda silahlı mücadeleyi yeniden örgütleyerek eskisinden daha güçlü savaş meydanına çıktılar.
Kürtler, Birinci Körfez Savaşı sırasında (1991 yılında) bir kez daha ABD tarafından Baas rejiminin insafına terkedildi. 25 Ekim 2017 ve sonrasında Amerika ve bazı müttefikleri Kürtlere üçüncü kez ihanet ettiler. Kerkük başta olmak üzere Kürdistan’ın üçte birinin işgaline dolaylı ya da dolaysız olarak destek verdiler. Ne var ki Kürtler, yüzyılı aşkın mücadele deneyimleri, ulusal özgürlüğe tutkuyla bağlılıkları ve eşsiz cesaretleriyle bütün bu badireleri aşmayı başardılar.
Bir an için ABD’nin Irak’tan pılını pırtını toplayarak gittiğini varsayalım. Kürdistan hükümetinin Afganistan hükümeti gibi kaçıp gideceğini, peşmerge ordusunun Afganistan ordusu gibi buharlaşıp ortadan kaybolacağını kim iddia edebilir? Kürtleri en çok tanıyan düşmanlarının bile böyle bir hayal ürünü beklentinin içine girmesi mümkün değil. Başka bir ifade ile Kürt halkı ve onun siyasi aktörleri yüzyıllık özgürlük mücadelesi içinde nice deneyimler kazanmış, bilenmiş, siyasi ve askerî açıdan olgunlaşmış, ulus bilincini büyük oranda inşa etmiştir.
Kürtler ve Kürdistan istikrar unsurudur
Bugün Güney Kürdistan’da elde edilen kazanımlar bölgedeki bazı ülke ve unsurları rahatsız edebilir. Ancak nesnel açıdan bakıldığından Güney Kürdistan Irak ve bölge için bir istikrar unsurudur. Kürtlerin mevcut kazanımlarının kaybedildiği bir Irak’ın bugünkü Irak’tan daha istikrarsız olacağına şüphe yok. Yaşadığı bütün iç sorun ve açmazlarına rağmen bugün Irak diye bir ülke ve devlet söz konusuysa bunda Güney Kürdistan’ın payı büyüktür. Çünkü Güney Kürdistan’da son 40 yılda özgürlük, demokrasi, hukuk, ekonomi alanında ve birlikte yaşama kültürü yönünde büyük bir yol kat edilmiştir. Bu yönüyle Kürdistan Bölgesi’nin varlığı hem mevcut anayasal sistemin devamı hem de Irak’ın bir devlet olarak ayakta kalmasında önemli bir sigorta niteliğindedir.
Açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta şu ki, 2005 Anayasası ile birlikte Irak’ta yeni bir statüko oluşmuştur. Federe Kürdistan Bölgesi ise bu yeni statükonun olmazsa olmaz bir parçasıdır. Buradan çıkartılacak sonuç şu; Irak’ta statükonun korunması Kürdistan Bölgesi’nin mevcut kazanımlarının korunmasına bağlıdır.
Göründüğü kadarıyla başta ABD olmak üzere hiçbir güç Irak’taki mevcut yapının/statükonun değiştirilmesinden yana değil. Çünkü halihazırdaki siyasi denklemin bozulması, Irak’ı daha da kaotik ve öngörülemez hale getirebilir ve böyle bir tablo hiçbir ülkeye yaramaz.
Başka bir ifade ile Güney Kürdistan’ın mevcut statüsünün korunması hem Irak’ın devamı ve istikrarı hem de Amerika ve diğer büyük güçlerin jeopolitik çıkarları bakımından da önemlidir.
ABD ve Batı dünyası bakımından Güney Kürdistan’ı önemli kılan bir nokta onun yüzünün demokrasiye, Batı değerlerine dönük olmasıdır. 2000’li yıllarda Afganistan ve Irak işgalinin başlıca nedeninin bu ülkeden kaynaklı radikal İslam tehdidi olduğunu hatırlayalım. Bugün de Ortadoğu’dan kaynaklı radikal İslamcı terör bütün insanlık için tehdit olmaya devam ediyor. 2014 sonrası ortaya çıkan IŞİD’in yol açtığı terör dalgasının sarsıcı sonuçları unutulmuş değil. IŞİD belasının defedilmesinde Kürtlerin verdikleri mücadele de… Kürtler büyük insani kayıplar ve eşsiz kahramanlıklar sayesinde IŞİD’e diz çöktürdü.
Kürtler, özel olarak Kürdistan Bölgesi bu açıdan da ABD ve Batı dünyası bakımından gözden çıkartılamayacak bir aktör durumunda. Elbette devletler için dış politikada belirleyici olan çıkarlardır. Ancak söz konusu olan demokratik değerlerin hâkim olduğu ülkeler olunca, bu ülkelerin dış siyasetinde demokratik kamuoyunun etkisi yadsınmamalı. Kürtlerin haklı ve meşru ulusal taleplerinin demokratik dünya kamuoyunda büyük oranda kabul ve destek gördüğünün altı çizilmelidir.
Kürtlerin yapması gereken şey ulusal kurumlaşmayı hızlandırmak
Bugün Güney Kürdistan bağlamında yapılması gereken şey, ABD ya da başkasına bel bağlayıp “ya bir gün giderlerse” stresini yaşamak yerine, Kürtlerin kendi evlerinin içine çeki düzen vermesi, mevcut kazanımlarını kurumlaştırarak güçlendirmesidir.
Bunun için atılması gereken ilk adım, siyasi, idari, askeri ve mali açıdan parçalı duruma son vererek merkezi ve ulusal ölçekli kurumlara gitmektir. Kürdistan Bölgesi Yönetimi, modern bir devlet örgütlenmesini esas alacak şekilde parlamentoya işlerlik kazandırmalı, ortak ve etkin bir hükümet inşa etmeli, bütün peşmerge birimlerini tek bir Kürdistan ordusu çatısı altında birleştirmelidir. Kürdistan Bölge Yönetimi’ni içerde, Bağdat nezdinde ve uluslararası düzeyde etkin, saygın ve ağırlıklı kılacak budur.
Bunun kadar önemli diğer bir konu, Kürdistan Bölgesi’nde hukukun egemenliğini sağlamak, toplumsal adalet ve eşitlik duygusunu güçlendirmek ve bunun gerektirdiği adımları atmaktır. Kürdistan Bölgesi halkının bütün etnik ve dini renkleriyle ulusal bir ruh etrafında birliğini sağlamak buna bağlıdır. Rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, hizipçilik, keyfiyet gibi bir toplumu yozlaştıran ve çürüten etkenlerle etkin bir mücadele verilmelidir. Kürdistan’da yaşayan herkese ülkeye ve millete bağlılık duygusu ve sevgisini kazandıracak bir anlayış ve siyasi iklim inşa edilmelidir. En önemlisi toplumsal hayatın bütün alanlarında adalet ilkesini işler hale getirmektir. İç bünyesi güçlü, kendi içinde ahenkli, ulusal duygusu sağlam bir halka hiçbir güç diz çöktüremez.
Kürtler en başta kendi ulusal güçlerine, yarattıkları değerlere ve mücadele birikimlerine güvenmelidirler. Öte yandan bu dünyada, küresel çağda her ulus gibi Kürtler de başkalarıyla birlikte, onların dostluğu ve desteğiyle varlıklarını sürdürebilirler. Bu anlamda uluslararası ilişkiler, diplomatik faaliyetler son derece önem kazanmaktadır. Diplomatik faaliyetler sadece devletlerde ilişkilerle sınırlı düşünülmemeli, bunun kadar kamuoyunun, sivil, demokratik, akademik, entelektüel, dini vs. kurum ve çevrelere Kürt halkının haklı davasının anlatılması ve desteklerinin kazanılmasına büyük enerji ayrılmalıdır. Bazen bir avuç vicdanlı aydın, sanatçı ya da politikacının ilgi ve desteği birçok devletin desteğinden daha etkili olabilir ya da birçok devletin harekete geçirilmesinde dürtükleyici etki sağlayabilir. Özel olarak Batı dünyasına ve demokratik kamuoyuna çıkarlarımız ve geleceğimizin bir ve ortak olduğunu anlatmalı ve onları buna ikna etmek için özel bir çaba sarfetmeliyiz.
Ayrıca Kürtler bu bakımdan önemli kadro ve insan unsuruna sahiptir. Yeter ki Kürdistan Bölgesi Yönetimi böyle bir projeksiyon oluştursun ve bunun için gerekli adımları ciddiyetle atsın.
Başarmak için çok nedenimiz var.