Popülizmin antidemokratik karakteri | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Popülizmin antidemokratik karakteri

YazarResmi

Geçen yazımda yirminci yüzyılda demokrasilerin inişli çıkışlı gelişme seyrini yazmaya çalıştım. Bu yazıda ise son yıllarda yükselen popülist hareketlerin demokrasiyi zehirleyen niteliği üzerinde durmak istiyorum. Ve popülist hareketlerden kaynaklı tehdidin sadece Türkiye’ye özgü olmadığını, dünyada yükselen bir trende dönüştüğünü göstermeye çalışacağım.

Tarih boyunca demokratik kazanımlar büyük ve zorlu mücadeleler pahasına elde edildi. Demokrasilerin kurumsallaşması ise istisnai koşullarda, farklı tarihsel ve toplumsal süreçlerin örtüştüğü ülkelerde mümkün olabildi. Yirminci yüzyılda demokratik değerler büyük oranda toplumsal ve siyasal meşruiyet kazandıkları halde, demokrasilerden sıklıkla geri dönüşler de yaşandı.  Başka bir ifadeyle dünyada yaşanan her demokratikleşme dalgasını, demokrasiden otoriterleşme yönünde bir ters dalga izledi. 1990’lı yıllarda Sovyetlerin çöküşünden sonra ise demokrasilerin mutlak zafer elde ettiği yönünde güçlü bir inanç oluştu.

Ne var ki bu iyimserlik çok sürmedi ve 1990’lı yılların sonundan itibaren demokrasiden geriye dönüşler yeniden hız kazandı. Dünyada otoriter rejimler yönündeki trend 2010 yılından bu yana artarak sürdü. Örneğin 2010 yılında otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde yaşayanlar dünya nüfusunun % 48’ini oluştururken, 2020’de bu oran % 68’e ulaştı.

Dünyada son yıllarda dikkat çeken bir gelişme, tam diktatörlük olarak tanımlanmayan “seçimli otoriter” siyasal rejimlerin hızla yayılmasıdır. 1.3 milyar insanın yaşadığı Hindistan’ın dinci-milliyetçi bir otokrasiye evrilmesiyle otoriter rejimlerde yaşayan dünya nüfusunda ciddi bir artış gerçekleşti. G20 üyesi ülkeler arasında Hindistan’ın yanında Brezilya, Türkiye gibi farklı yoğunlukta otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkeler var. Trump yönetimi döneminde ABD’de de otoriterleşme eğiliminin güçlü olduğu ülkeler arasına girmişti.

Liberal demokrasi olarak nitelendirilen ülke sayısı ise hızla azalıyor. Varieties of Democracy (V-Dem) Enstitüsü'nün kriterlerine göre son on yılda bu sayı 41’den 32’ye inmiş ve dünya nüfusunun sadece %14’ünü kapsıyor. Macaristan örneğinde olduğu gibi, Avrupa Birliği üyesi otoriter rejimin geçerli olduğu bir ülke bile var.

Araştırmalar 2015 yılından günümüze demokrasi kriterleri açısında gerileme yaşayan ülke sayısının demokratikleşen ülke sayısının epey üzerinden olduğunu göstermektedir. Bu gelişmeden hareketle mevcut süreci “otoriterleşme çağı” olarak nitelendirenler var.

Dünyadaki söz konusu otoriterleşme sürecini ise, onu besleyen toplumsal ve siyasal popülizm akımından ayırmak zordur.

Popülist hareketlerin ortak özellikleri

Popülizm kavramı ilk defa 19. Yüzyılda ABD’de People’s Parti’nin simgelediği hareket için kullanılmıştı. Günümüzde ise bu hareketin farklı türleri ile karşı karşıyayız. Bu kavrama ilişkin kesin bir tamım yoksa da popülist hareketlerin sahip olduğu bazı ortak özellikler var.

Öncelikle entrikacı seçkinlere karşı harekete geçirilen bir “halk”; ikincisi köklü bir değişimden geçirilmesi gereken bir sistem ve kurumlar; üçüncüsü, halkın gerçek istem ve çıkarlarına adanmış bir lider ve dördüncüsü hareketin ve liderin önünde engel olarak görülen tüm sınırlamaların ortadan kaldırılmasından bahseden bir retorik. Çağdaş popülist hareketlerin hemen hepsinde bu orta özellikler mevcuttur. Bu yönüyle popülist hareketler büyük oranda geçmiş faşist hareketleri çağrıştırıyorlar. Popülist hareketleri geçmişteki faşist hareketlerden ayıran fark, bunların eskisi kadar güçlü bir militarizme sahip olmaması ve komünizm karşıtlığı beslememesidir.

Dünyada popülist hareketlerde görülen son zamanlardaki eş zamanlı yükseliş trendinin toplumsal, ekonomik, kültürel birçok nedeni söz konusudur.

Son yirmi otuz yılda teknolojik değişim ve küreselleşme süreci farklı toplumsal sınıflar arasındaki gelir uçurumunu görülmemiş bir düzeyde derinleşmiştir. Toplumun sayısal olarak çok az bir kısmı oldukça zenginleşirken, toplumun geri kalan çoğunluğu sınırlı iktisadi kazanımlar elde etmiştir. Bu önemli bir huzursuzluk kaynağıdır. Siyasi sistem büyük oranda onların durumuna kayıtsız kalmıştır. Buna karşın sisteme karşı biriken meşru kaygılar patlamaya hazır hale gelmiştir. Daron Acemoğlu’nun da belirttiği gibi Batı’nın göklere çıkardığı kurumların 2008 küresel finans krizinden kaynaklanan iktisadi olumsuzluklarla baş edemeyeceği ortaya çıkmıştır. Ayrıca güçlü finansal çıkar gruplarının krizlerden ekstra fayda sağladığının görülmesidir. İnsanların kurumlara güvenindeki sert inişle birlikte sahne popülist hareketlerin yükselişi için hazır hale gelmiştir.

Popülist hareketlerin başvurduğu verimli araçlardan biri de kutuplaştırma söylemidir. Ülkenin ve toplumun iç ve diş tehditler karşısında olduğu algısını kaşıyan popülist hareket muhalefetin tümünü düşman olarak yaftalar ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir.

Popülist hareketlerin diğer bir ortak özelliği, kendilerine konulan kurumsal denge ve denetleme mekanizmalarının seçkinlerin işine yarayacağını iddia eder ve en kısa yoldan devletin kontrolünü ele geçirmeye çalışırlar. Bütün deneyimler popülist hareketlerin iktidara geldikleri ülkelerde devlet gücüne konulmuş olan denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldırdıklarını gösteriyor.

Başka bir ifadeyle popülist hareketin gelişip yükselmesi için eksiksiz bir zemin söz konusudur. “İktisadi kazanımlardan istifade edemeyen, gücün seçkinlerde olduğunu hisseden ve kurumlara güvenini yitiren bir toplum. Farklı partiler arasındaki mücadelenin giderek kutuplaşması ve sıfır toplamlı hale dönüşmesi. Kurumların ihtilafları çözmede ve aracılık etmede yetersiz kalması. Kurumları daha da istikrarsızlaştıran ve onlara duyulan güvenin içini boşaltan bir ekonomik kriz… Seçkinlere karşı halkı savunduğunu iddia eden, halka daha iyi hizmet etmek için kurumsal denetimlerin gevşetilmesini talep eden bir tek adam…” Daron Acemoğlu-James Robisnson, Dar Koridor, Doğan Kitap).

Mesele şu ki yukarıda tablo sadece bir tek ülkeye özgü değil, pek çok ülkeyi yansıtıyor.  Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki siyasal iktidar popülist hareket bakımından tipik bir örnek oluşturuyor.  Türkiye örneğinde Tayyip Erdoğan, seküler seçkinlere ve onları temsil ettiğini iddia ettiği kurumlara karşı halk adına “tarihi bir mücadele” yürüttüğünü öne sürüyor, bu mücadelede engel olarak gördüğü bütün kurumları ortadan kaldırıyor. Başka bir örnek ise Macaristan’daki Viktor Orban yönetimi. AB üyesi olan Macaristan’da Orban yönetimi tipik popülist yöntemlerle göçmen karşıtlığını kullanarak iktidardaki yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Fransa’da Marine Le Pen’in başvurduğu yöntem de bundan farksız değil. 2017 seçimlerinde,  21. Yüzyılın asıl çatışmasının sol ve sağ arasında değil, küreselleşmeciler ve yurtseverler arasında geçtiğini söyleyerek Le Pen büyük bir zafere yaklaşmıştı.  Bu konuda dikkat çeken son örneklerden biri de Trump olabilir. Donald Trump 2016 başkanlık seçimlerinde Amerikan halkının hayal kırıklıkları ve öfkelerini yabancı düşmanlığı üzerinden örgütleyerek bu öfkeyi müesses nizam olarak kodladığı yönetici elitlere yönelterek başkanlık koltuğuna oturdu. Bütün benzerleri gibi Trump başkanlık döneminde ABD sisteminin bütün temel kurumlarını bir yana iterek yönetim işini tümüyle şahsileştirdi. Bu tabloya son olarak 2014 yılından bu yana milliyetçi ve dinci söylemlerle Hindistan’da otoriterleşmeye doğru evrilen Narendra  Modi yönetimi  eklenebilir.

Görüldüğü gibi popülist hareketin demokratik kazanımları tehdit ettiği tek ülke Türkiye değil, demokrasi dünya ölçeğinde popülist otoriter hareketlerin tehdidi altında.

Bu konuyu üç noktanın altını çizerek bitireyim.

Birincisi popülist hareketler dünyadaki hakim kapitalist sistemin yol açtığı çok yönlü sömürü, eşitsizlik ve adaletsizliklerinden besleniyorlar. Ama aynı zamanda demokrasiye karşı olan ve ona meydan okuyan hareketlerdir.

İkincisi; popülist hareketler askeri darbelerle iktidara gelen diktatörlüklerden farklı olarak demokratik kriterlere göre meşru tanımlanması gereken seçimlerle iktidara geliyorlar. Ancak bir kez iktidara geldikten sonra zaman içinde otoriteliğe doğru hızla eviriliyorlar.

Üçüncüsü, tarihteki benzer rejimler gibi popülist yönetimlerin de yumuşak karınları var.  Popülist otoriter yönetimlerin iktidar süresi uzadıkça seçmen destekleri azalıyor.  İktidarda yaşanan yolsuzluk, yozlaşma, kötü yönetim, iktidar yorgunluğu, aşırı baskı ve yandaşçılık gibi eğilimlerin birikmesiyle kitleler iktidardan uzaklaşıyor. Bu durumun en son örneği Türkiye. Daha önce başvurduğu bütün popülist yöntemlere rağmen ABD’de Trump’ın büyük bir farkla iktidarı terk etmek zorunda kaldığı görüldü. Başka bir ifade ile popülist otoriter iktidarlar izledikleri baskıcı ve kutuplaştırıcı siyasetle karşıtlarını birleştirerek bir bakıma kendi sonlarını hazırlıyorlar.

Sonuç olarak popülist otoriter hareketlerden kaynaklı meydan okumalar devam ederken, demokrasi insanlığın ufuk çizgisi olmaya devam ediyor hala.

23.02.2022