Siyasette mutlak doğru, eleştiri ve özgür düşünce üzerine bir deneme | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Siyasette mutlak doğru, eleştiri ve özgür düşünce üzerine bir deneme

YazarResmi

Siyasette mutlak, değişmez, toplumun tümü için geçerli doğruların olup olmadığı ilk çağlardan beri tartışılagelen bir konudur. Ancak bu konuya ilişkin tartışmalar o kadar saf ve masumane bir mesele değildir. Diğer birçokları gibi bu tartışma da son tahlilde siyasal iktidar konusuna dayanmaktadır.

Mutlak doğru tartışması felsefenin de temel uğraşlarından biri olmuştur. Bu son derece doğaldır. Çünkü her siyasal düşüncenin dayanmak zorunda olduğu bir felsefi temeli vardır.

Platon’a göre toplum ve devlet yaşamına ilişkin mutlak doğrular vardı. Ona göre sosyal ve siyasal yaşama ilişkin doğrular filozofların uzmanlık alanıydı. O halde toplumu filozoflar yönetmeliydi. Çözüm basitti: ya filozoflar kral olmalı ya da krallar filozof olmalıydı. (1)

Başka bir ifade ile mutlak siyasal doğruları bilenler doğal olarak devleti yönetecek, diğer insanlar ise onların önderliğini kabul edecekti.

İlk çağ Atina demokrasisinde etkili olan Protagoras gibi sofist düşünürler ise tüm insanların üzerinde birleşeceği siyasal doğruların olmadığını öne sürüyorlardı. Sofistlere göre bir devlet düzeni, mutlak doğrulara dayandığı için değil, o devlet içinde yaşayan insanların ortak görüşlerine göre oluştuğu için meşrudur.

Diğer bir ifade ile günümüzün otoriter ve demokratik siyaset anlayışlarının kökleri Antik Çağ’a kadar uzanmaktadır. Antik Çağ’da otoriter fikriyatı Platon’un içinde yer aldığı felsefi akım temsil ederken, sofist filozoflar günümüzün demokratik düşüncesinin ilk nüvelerini kendi çağlarında savunuyordu.

Mutlak doğru varsa demokrasi yoktur!

Sofistler ile Platon ve bir ölçüde Sokrates arasında başlayan tartışma günümüze kadar süregelmiştir. Antik dönemden beri bazı düşünürler Tanrı’ya, akla ya da bilime dayanarak mutlak doğrulara dayanan bir sosyal ve siyasal düzeni ortaya çıkardıklarını öne sürmüş, oluşturdukları ideolojiye göre insanı, toplumu ve devleti biçimlendirmeye çalışmıştır.

Geçen zaman içinde insanlığın sosyal, siyasal ve bilim alanında önemli gelişmeler kaydettiği doğrudur. Tarih, antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk gibi disiplinler aracılığıyla topluma ve devlete ilişkin birçok konu açıklığa kavuşmuş, sosyal ve siyasal gelişmenin bazı boyutları ortaya çıkarılmıştır. Buna karşın iyi ve mükemmel bir sosyal ve siyasal düzenin inşa edildiğinin, mutlak ve evrensel doğruların keşfedildiğinin söylenmesi mümkün değildir.

Bu bağlamda karşımıza çıkan sorun şu; eğer bir yerde mutlak siyasal doğrular varsa, o zaman herkesin görüşüne eşit değer veren, toplumsal müzakereye, oylamaya ve çoğunluğun görüşüne üstünlük tanıyan demokratik rejimi savunmaya gerek yoktur. Çünkü mutlak doğru ya da evrensel hakikatin olduğu yerde, halkın görüşünün ve çoğunluğun iradesinin bir anlamı kalmaz.

Bu noktada karşımıza çıkan soru şu; İnsan akıl, sezgi, algılama ve kavrama yetisi gibi özellikleriyle, doğayı, toplumu, insanı ne ölçüde bilebilir? İnsanın bilme yetisi, varlıkların doğasını tam olarak bilme özelliklerine sahip midir?

Bu noktada; gerçeğe ya da siyasal gerçeğe ulaşmak konusunda da iki farklı yaklaşım karşımıza çıkmaktadır. Oktay Uygun, bilgi felsefesi alanında, otokratik anlayışı biçimlendiren yaklaşımı yansımacılık, demokratik anlayışa yol açan yaklaşımı uyuşmacılık olarak nitelendirir. (2)

Yansımacı görüşler

Yansımacı görüşler insan zihni ile dış gerçeklikler arasında bir yansıma ilişkisi olduğunu kabul eder. İnsan zihni bir ayna gibidir; dış gerçekliği yansıtır. Dolayısıyla insan dış gerçekliğin mutlak bilgisine ulaşabilir. Bunu mümkün kılan güç idealist yaklaşımda zihin, materyalist yaklaşımda maddedir.

İdealist Yaklaşım

İdealist anlayış dünyayı ve varoluşu, bilinç (zihin) ve düşünceye öncelik vererek açıklar. İdealist filozoflara göre varlığın temeli, “idea”, “zihin”, “ruh” gibi kavramlarla dile getirilen, maddi olmayan bir töz-cevherdir. Maddi evren bu töz tarafından yaratılmıştır ve ona bağımlıdır.

Platon’a göre, duyu organları ile algıladığımız varlıkların dışında idealar olarak adlandırılan daha asli varlıklar vardır... İdealar, zaman ve mekândan bağımsız, ezeli ve ebedi, değişmeyen, maddi ve cisimsel olmayan varlıklardır. Duyu organlarımızla algıladığımız varlıklar ise bu ideaların birer kopyasıdır. Platon, gerçek bilginin duyu organları aracılığıyla, deneyle, gözlemle değil, ancak akıl yoluyla elde edilebileceğini savundu. Tanrısal zihinden pay almış olan insan zihni, bir ayna gibi dış gerçekliği yansıtma özelliğine sahiptir. (3)

Bu akımı savunanlar aynı zamanda insanları mutlak doğruya ulaşanlar ile ulaşamayanlar diye ayırmış, ikincileri birincilere tabi kılmıştır. Başka bir ifade ile mutlak doğrunun varlığı nedeniyle, diğer düşüncelere özgürlük tanımanın anlamsız olduğu sonucuna varılmıştır.

Mutlak gerçeğe akıl yoluyla ulaşılacağını savunan Platon ve Hegel düşünce özgürlüğünü ve insanların eşitliğini reddeden otoriter ve totaliter rejimlere ulaşmıştır.

Hegel akıl yoluyla mutlak gerçeklere ulaştığını ileri sürmüş ve felsefesini tarihin sonu olarak göstermiştir.

Berkley ise Tanrısal zihinden pay almış olan insan zihninin, bir ayna gibi dış gerçekliği yansıtma özelliğine sahip olduğunu öne sürmüştür.

Materyalist yaklaşım

Eski Yunan filozofu Demokritos (İ.Ö. 460-370) diğer materyalist filozoflar gibi varlığın temelini maddeye dayandırmıştır. Düşünce ve zihin vb. aslında maddenin hareket ve değişiminin bir sonucudur.

Bu akımdan gelenler arasında bazı farklılıklar bulunsa da esas olarak insanın bilme yetisi, onlara göre “dünyanın ya da doğanın şeylerini yansıtan aynaya benzer bir alettir”. Tek farklılık bilinenle henüz bilinmeyen, yüzeysel olarak bilinenle daha ayrıntılı bilinen arasındadır.

Esas olan dış dünyadır, maddedir. Bilgi ise maddenin, şeylerin zihnimize yansımasından ibarettir. Zihnimizin dış dünyayı olduğundan farklı, yanlış, eksik yansıtması mümkün değildir.

Marks’a göre, temel gerçeklik olan maddi dünya insan zihni tarafından aynen kavranabilir. Dış dünya sürekli zihnimize yansır, ama bu yansıma eksik yansımadır ve bilgiyi kavramamız için yeterli değildir. Dış dünyadan edindiğimiz duyumların zihinsel süreçlerle kavramsallaştırılması ve ortaya çıkan verilerin pratikte denenmesi gerekir.

Lenin yansıma ilişkisini duyumlarımızın ötesine taşıyarak, gerçekliğin doğrudan zihnimize yansıdığını söyler. Böylece duyumlar nesnelleşir ve bilgimizin doğru yönde olması garanti altına alınmış olur.

Stalin’e göre, “Marksist felsefi materyalizm, dünyanın ve dünya yasalarının tamamen bilinebilir olduğundan, doğa yasaları hakkında deneyimle, pratikte sınanmış bilgimizin, nesnel doğru değerinde sağlam bir bilgi olduğundan; dünyada bilinemeyecek hiçbir şey olmadığından, sadece şimdilik bilinmeyen, fakat bilimin ve pratiğin güçlerince ortaya çıkarılıp bilinebilecek şeyler olduğundan hareket eder. (4)

Yansımacılığın eleştirisi

İdealist ve materyalist görüş sahipleri insanların mutlak doğruyu bilebileceğini savunur. İnsan zihni maddenin ya da üst zihnin (Tanrının) gücü sayesinde dış gerçekliği aynen yansıtır.

Böyle bir anlayışa dayalı bir devlet düzeninde, yönetici elit, izlediği politikalar bakımından mutlak doğrulara dayandığını ileri sürecektir. Bu durum, izlenen politikanın hiçbir şekilde sorgulanmaması demektir. Politik kararların alınmasında farklı görüşlerin değerlendirilmesi ya da halkın hakemliğine başvurulması söz konusu değildir.

Bu anlayışın bir çeşidini geçen yüzyıl tecrübe edilen reel sosyalizm deneyiminde görmek mümkün. Söz konusu sosyalizm anlayışına göre dünyada tek bir sosyalizm modeli söz konusuydu ve o da Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sistemdi. Böyle bir sistemi hayata geçirmek için tek bir parti yetiyordu. Aynı toplum modelini hayata geçirmek için birden çok partiye gerek yoktu. Sosyalist toplum için tek ve tartışmasız doğru bir model olduğuna göre, halkın kafa yorması ve siyasete katılması ihtiyacı kediliğinden ortadan kalkıyordu. SBKP’nin Polit Büro’su gerçekliği tartışma götürmez olan bu modeli tüm halk adına hayata geçiriyordu.  Bu anlayışın Sovyetler Birliği’nde yol açtığı sonuçlar şimdi daha açık görülüyor; koyu bir baskı rejimi, ekonomide gerileme, siyasette kokuşmuşluk, çürüme ve toplumsal çöküş…

Son zamanlarda ise kapitalizmin ideologları bu sistemi tarihin sonu olarak nitelendirerek, onu tek ve tartışılmaz mutlak doğru ve toplum düzeni olarak topluma yansıtmaya çalışmaktadır.

Tarihteki bütün otokratik ve baskıcı rejimler mutlak doğru ya da doğmalardan hareketle kendilerini haklı göstermeye çalışır. Bu tür rejimler, bir kez kendi mutlak doğrularını belirledikten sonra, o amaca ulaşmak için bütün baskıcı ve hukuk dışı araçları meşru ve kaçınılmaz gösterirler.

Uyuşmacı Görüşler

İnsan bilgisi konusunda kesin yargılardan kaçınan düşünürler bakımından, dış gerçeklik bilinemez demek değildir. Dış gerçekliği belli bir ölçüde anladığımız doğrudur. İnsanlığın bugüne kadar oluşturduğu teknoloji ve uygarlık düzeyi bunun kanıtıdır. Doğayı, toplumu ve insanı açıklamaya yönelen pek çok bilim dalı önemli bilgiler ortaya koymuştur. Demek ki, insan zihni ile dış gerçeklik arasında bir tür uyum ya da karşılıklılık vardır. Bütün sorun, eldeki bilgi birikiminin donmuş, mutlak bir nitelikte olmadığı, yeni bilgi ve bulgularla değişebileceği gerçeğidir.

“Bilim doğruluk arayışıdır. Ama doğruluk kesin doğruluk değildir”. (5)

Popper, doğruluğa yaklaşma fikrinin bilim kuramının en önemli fikirlerinden biri olduğunu ile sürer.

Sokrates bir devlet adamının bilge olması gerektiğini söylemiştir – hiçbir şey bilmediğini bilecek kadar bilge. Platon da devlet adamının, hepsinden çok kralın bilge olması gerektiğini söylemiştir.

“Devlet adamı bilge olmalıdır” formülü, Platon için bilge filozofların yönetim talebi anlamına geliyordu. Aynı formül, Sokrates için devlet adamının ne kadar az bildiğini bilmesi gerektiği anlamına geliyordu; bu yüzden de taleplerinde son derece mütevazi olmalıydı. Böylece savaşa ve barışa karar vermeyi kapsayan büyük sorumluluğunu görür ve ne büyük zarara yol açabileceğini bilir. Çünkü o ne kadar az şey bildiğini bilir.

Karl Popper, büyük çoğunlukla iyi niyetli olarak nitelendirdiği entelektüellerin, öncelikle daha mütevazi olmasını ve büyük önder rolleri oynamayı denememeleri gerektiğini belirtir.  Yeni ideolojiler, yen dinler kurmaya gerek yok. Onun yerine; “Daha fazla entelektüel tevazu”. (6)

Yukarıda kısaca değinilen her iki (kaba idealist ve materyalist) yansımacı yaklaşımın insan zihninin dış gerçeği yansıtan bir ayna olduğu görüşü reddedildiğinde, kimsenin bilgisi tüm insanları bağlayan mutlak ve tartışılmaz nitelikte bir meşruiyete sahip olmayacaktır. Bu nedenle hem doğa bilimleri hem de sosyal bilimler alanında hiçbir görüş, daha baştan mutlak doğru ya da kesin yanlış olarak nitelendirilemeyecektir. Gerçeğe yaklaşmak bakımından en elverişli tutum; her görüşün saygıyla karşılanması, daha yararlı görüşlerin ortaya çıkmasını sağlayacak bir özgürlük ortamının yaratılmasıdır. Buradan, insanların eşit ve özgür kabul edildiği, mutlak bilgiye sahip olanlarla olmayanlar ayırımının yarattığı hiyerarşinin bulunmadığı demokratik siyasal bir düzene ulaşmak mümkündür. İnsanın bilgi edinme sürecinde bir kuşku payı bırakarak, sosyal ve siyasal düzeni hiyerarşiye, eşitsizliğe ve otokrasiye mahkûm etmeyen bir yaklaşıma Kant’ın bilgi felsefesi örnek olarak gösterilebilir. (7)

Kant ve Akılcılığın eleştirisi

Kant, görüşlerini, çağının insan aklının her konuda mutlak gerçeğe ulaşabileceğini savunan akılcılığa karşı bir eleştiri olarak ortaya koymuştur. O dönemde Rönesans sonlarında büyük gelişme kaydeden matematik ile tüm evrenin kesin bir biçimde açıklanacağına inanılıyordu. Fizik, kimya, biyolojiden faklı olarak matematik doğa olaylarının gözlenmesi ve test edilmesi üzerine değil, doğrudan doğruya insan aklından çıkan bir bilimdi. İnsanın zihinsel yapısı öylesine özelliklere sahipti ki, hiçbir duyu verisi olmaksızın, yalnızca kendine dayanarak bazı yasalar buluyor ve bu yasalar doğaya uyuyordu.

Kant bu yaklaşıma karşı çıkar ve akıl aracılığıyla bilgi yeteneğimizin sınırlı olduğunu söyler. Gözlem alanımız içindeki olay ve nesneleri, duyularımız ve duyu verilerini yorumlayan zihnimiz aracılığıyla belli ölçüde tanıyabileceğimizi, ancak nesnelerin mutlak bilgisine ulaşamayacağımızı söyler.

Zihin bilgiyi mümkün kılar ama bu bilgi gerçekliğin tam kopyası olmayıp, zihinsel süreçlerle biçimlenmiş kurgusudur. Bu nedenle insan zihni dış gerçekliğin mutlak bilgilerine ulaşamaz. Bilgimiz mutlak değil, görelidir.

Örneğin, fiziksel dünyada renkler yoktur. Bizim renkler olarak algıladığımız duyu verileri, değişik özelliklerdeki elektromanyetik dalgalardır. Elektromanyetik dalga ile renk aynı şey değildir. Bilimdeki gelişmeler de, bilginin kesinliğinden çok göreli olduğu yönündeki argümanları doğrulayıcı yöndedir. (8)

Demokratik toplumda doğrular toplumsal müzakereyle belirlenmelidir

Evrensel olduğu iddia edilen bazı doğa yasaları zamanla geçerliliğini kaybetmiştir. Örnek olarak Newton’un evrensel yasaları Einstein’dan sonra değişmiş, kuantum fiziği de Einstein’ın bazı doğrularını geçersiz kılmıştır. Günümüze kadar elde edilen bilimsel bilginin mutlak doğruyu yansıtan bir kesinliğe sahip olduğu söylenemez.

Karl Poper’in dediği gibi “Bilgi arayışında amacımız doğruya daha çok yaklaşmaktır, hatta bu konuda ilerlediğimizi bile bilebiliriz… Ancak bilimi doğruyla özdeş tutamayız, çünkü hem Newton’un hem de Einstein’in kuramlarını bilim sayıyoruz, ama ikisi birden doğru olamaz, üstelik her ikisi de yanlış olabilir.”

Bilimde özgün olan, eleştirel yöntemin bilinçli bir şekilde uygulanmasında yatmaktadır.

Her bilim öncesi bilgi, dogmatiktir. Bilim, dogmatik olmayan yöntemin, yani eleştirel yöntemin bulunmasıyla başlar.

Doğruya ulaşma çabalarına ilişkin K.Popper’in şu çarpıcı ifadelerinin altı çizilmelidir. “Usçu basitçe, haklı çıkmaktan çok öğrenmeye değer veren; yabacı fikirleri olduğu gibi kabullenmek yerine, kendi fikirlerini başkalarının fikirlerine açarak ve başkalarının fikirlerini eleştirerek öğrenmeye açık olan insandır. Burada vurgu eleştiri fikrinde, daha çok eleştirel tartışma fikrinde yatmaktadır. Demek ki gerçek usçu ne kendisinin ne de başkasının bilgeliği tekeline aldığına inanır. Sırf eleştirinin bizi hemen yeni fikirlere ulaştırdığına da inanmaz. Ama fikirler alanında sadece eleştirel tartışmanın iyiyi kötüyü ayırt etmemize yardımcı olacağına inanır… Ama yalnızca eleştirel tartışmanın bize bir fikri farklı taraflarından görmek ve adilce yargılamak için gerekli olan olgunluğu verebileceğine inanır.

Herhalde usçu yaklaşım aşağıdaki şekilde de ifade edilebilir; belki ben haksızım, sen de haklısındır, ne olursa olsun tartışmamızdan sonra ikimiz de bazı şeyleri eskiye göre daha net olarak görebilmeyi umabiliriz, ve ne olursa olsun, kimin haklı olduğundan çok doğruluğa daha da yaklaşmanın önemli olduğunu unutmadığımız sürece ikimiz de birbirimizden öğrenebiliriz.” (9)

Doğa bilimleri alanında ulaşamadığımız kesinliğe sosyal bilimler alanında yaklaşmış bile sayılmayız. İdeal bir devlet düzeni nasıl olmalıdır? Binlerce yıl öncesinden günümüze kadar filozoflar, düşünürler ve siyaset kuramcıları bu sorulara çeşitli yanıtlar vermişlerdir.

Tarihte ideal bir toplum düzeninin mutlak, kesin ve evrensel yasalarının bulunduğu iddiası bazı düşünürlerce ileri sürülmüştür. Hata bunlardan her birinin kurucuları kendi toplum modelini tarihin sonu olarak nitelendirmiştir. Tarihin ve toplumun yasalarının fizik yasaları kadar kesinlikle formüle edilebileceği savunulmuştur. Mutlak siyasal doğrulara dayandığını iddia eden söz konusu düşünce sahiplerinin iktidarı ellerine geçirdiklerinde insanlığa yaşattıkları organize kötülükler yakın tarihten ve günümüzden çok iyi bilinmektedir.

Öte yandan doğa bilimleri ve sosyal bilimler konusunda mutlak bilgiye ulaşamayacak olmamız, güçlü bir uygarlık ve sağlam bir toplumsal düzen kuramayacağımız anlamına gelmiyor. Buna karşın eşitlik, özgürlük, adalet gibi değerlere dayanan insana yaraşır bir düzen kurmak için, mutlak siyasal doğru iddiasından vazgeçmek iyi bir başlangıç olacaktır.

Kimsenin bilgisinin mutlak/ tek doğru olmadığı kabul edildiğinde, tüm görüşler eşit saygı görecek ve korunacaktır. Mutlak doğrunun olmadığı yerde, toplum içinden bir kesimin, mutlak doğru iddiasının verdiği güçle diğerleri üzerinde iktidar kurması söz konusu olmayacaktır. İnsan doğasını, toplum düzenini ve devleti açıklayan mutlak doğrular olmadığına göre, yapılması gereken, insanların, grupların, halkların görüş ve kanaatlerine, kendilerini tanımlama ve ifade biçimlerine, farklılıklarını koruma çabalarına ve geleceğe ilişkin beklentilerine saygı göstermektir. Farklılıkların barış içinde bir arada bulunabilecekleri bu ortam, çoğulcu, özgürlükçü, eşitlikçi bir düzenin kurulmasına ve yaşamasına olanak sağlar. Demokrasi, mutlak doğru anlayışını reddeden böyle bir felsefi yaklaşım üzerine temellendirilir.

John Stuart Mill’in dediği gibi; “İnsanoğlunun yanılmaz olmadığı; hakikatlerin genellikle yarım hakikatler olduğu, fikir birliğinin karşıt fikirlerin en tam ve özgür karşılaşmasının sonucu olmadıkça istenilir olmadığı ve çeşitliliğin kötü değil iyi olduğu şeklindeki ilkeler, insanların fikirlerine olduğu kadar eylem tarzlarına da uygun ilkelerdir.” (10)

Demokratik anlayış hem farklılıklara saygı gösterilmesini hem de farklı grupların sürekli birbiriyle iletişim içinde olmasını gerektirir. Bu gereklidir çünkü hiç kimse ve hiçbir grup, başka görüşlere gereksinim duymayacak ölçüde doğruyu bilmemektedir. İzlenecek kamusal politikalar, kişiler, gruplar, ideolojiler arası tartışmalarla belirlenmelidir… 

Doğruya ulaşmada düşünce özgürlüğünün önemi

Bu noktada düşünce özgürlüğü büyük bir önem taşımaktadır.

Çünkü özgür düşünce alışverişi olmadan düşünce özgürlüğü olamaz. Düşüncülerimiz sınamak, çürütülemez olup olmadıklarını bulmak için başkalarına gereksinimimiz vardır. Eleştirel tartışma bireyin özgür düşüncesinin temelidir. Bu da düşünce özgürlüğü olmaksızın politik özgürlüğün olamayacağı anlamına gelir. Dahası politik özgürlüğün her bireyin aklından özgürce yararlanmasının önkoşulu olduğu anlamına gelir.

Kişiliğin onuru deyişiyle Kant, her insanı ve kanılarını saygıyla karşılama buyruğunu anlatmak istemiştir. Kant bu ilkeyi sıkı sıkıya özgürlük fikrine, düşünce özgürlüğüne bağlamıştır. Spinoza ise düşünce özgürlüğünü, tiranların elimizden almaya çalıştığı ama asla alamayacağı devredilemez bir özgürlük olarak temellendirmeye çalışmıştır.

Bu noktada tekrar Popper’in görüşlerine başvuralım. “Gerçek Aydınlanmacı, karşısındakini asla kandırmak bir yana, aslında ikna etmek bile istemez; Yanılabileceğinin her zaman bilincindedir. Ama hepsinden önce, başkalarının özerkliğine ruhsal bağımsızlığına, önemli konularda onları ikna istemeyecek kadar değer verir. Daha çok çelişkileri ve daha da iyisi mantıksal ve disiplinli eleştiriyi meydana çıkartmak ister. İkna etmek değil, sarsmak ve özgürce fikir oluşturmaya davet etmek ister. Özgürce fikir oluşturmak onun için değerlidir; sadece hepimiz özgürce fikir oluşturarak doğruluğa daha çok yaklaşabileceğimiz için değil, aynı zamanda özgürce fikir oluşturmanın kendisine de saygı duyduğundan dolayı. Oluşturulan fikrin kökten yanlış olduğunu düşünse bile ona saygı gösterir”. (11) 

Düşünce özgürlüğü konusu Aydınlanma döneminin en hararetli tartışma konularından biri olmuştur.

John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine adlı eserinde; Bir düşüncenin susturulmasındaki asıl kötülüğün, onun insan türüne karşı, yaşayan kuşağa olduğu gibi gelecek kuşaklara karşı da bir haydutluk olduğunu; o düşüncenin yandaşlarından da fazla olarak, söz konusu düşünceye yandaş olmayanlara karşı da bir soygunculuk olduğunu ileri sürmüştür.

Bir düşünceyi yasaklamanın yol açacağı sonuçlar üzerinde duran Mill şunu ifade etmiştir.

“Düşünce eğer doğru ise, insanlar yanlış olanı doğru olanla değiştirmek imkanından yoksun bırakılırlar: eğer yanlış ise, onlar, hemen hemen aynı derecede büyük bir yararı, yani hakikatin batıl ile çarpışması sonucunda onun daha açık anlaşılmasını, daha canlı bir etki bırakması fırsatını elden kaçırmış olurlar….

Boğmaya kalkıştığımız düşüncenin yanlış bir düşünce olduğundan hiçbir zaman emin olamayız; ayrıca bundan emin olsaydık bile, onu boğmak gene de kötü olurdu.

Bir zamanlar genel olan birçok düşünceyi zamanımız nasıl reddediyorsa, şimdi genel olan düşünceleri de gelecek zamanların kabul etmeyeceği aynı derece kesindir.” (12)

Demokratik anlayış, herkesin kabul etmesi gereken mutlak doğrulardan çok, alternatifler arasında en iyisini seçebilen, farklı düşüncelerin katkısıyla görüşlerinin değişebileceğini kabul eden, demokratik anlayışa uygun bir yaklaşım içinde olan yurttaşların katkısıyla hayat bulabilir.

Bu noktada, bilim aracılığıyla mutlak doğruya ulaşılacağını savunan görüşlerin de bilimsel bilgiyi yanlış nitelendirdiklerini belirtmek gerekir. Bilimsel bilgi mutlak doğru demek değildir… en doğru kabul edilen bilimsel bilgi bile, bir gün daha doğru bir görüş tarafından düzeltilebilir ya da tümüyle yanlışlanabilir. Bu özellik bilimsel bilginin doğasından kaynaklanır; gözlem, deney, akıl yürütme gibi zihinsel ve teknik işlemleri içeren bilimsel yöntemle üretilen bilgi, aynı yöntemle reddedilebilir. Bilimsel bilgi, bilimsel yöntemlerle yanlışlanabilen bilgi olarak tanımlanabilir.

  1. Platon, Devlet, Çev. S. Eyüboğlu, M. A. Cimcoz, Remzi, 1980, İstanbul
  2. Oktay Uygun, 2017, Demokrasi Tarihsel, Siyasal ve Felsefi Boyutlar onikilevha  İstanbul
  3. O. Uygun. Age.
  4. J.V. Stalin  Diyalektik ve Tarihi Materyalizm, İnter Yayınları, 1995İstanbul
  5. Karl Raimund Popper Hayat problem çözmektir YKY 8. Baskı Nisan 2028 İstanbul
  6. K. Popper age. s. 116
  7. Immanuel Kant. Saf Aklın Eleştirisi, İdea Yayınları, 1993, İstanbul
  8. Bryan Magee  Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, Remzi Kitabevi, 1982İstanbul
  9. K. Popper age. s.129
  10. John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine Oda Yayınları 2012 İstanbul
  11. K. Popper age.  s. 131
  12. John Stuart Mill, age.