Tarihi deneyimlerle sabittir, bir devlet egemenlik alanlarını yaymaya/genişletmeye giriştiği anda kendi sonunun yol taşlarını döşemeye başlamış demektir. Sınırları, etkinlik alanları genişleyen bir devletin işgal ettiği uzak yerleri kontrol etmesi, elde tutması zorlaşır. Bunun için ekstra bir maliyet; askeri güç, mali ve insan kaynağı gerekir. Ülkenin standart ekonomik, mali ve insan kaynak kapasitesinin bir kısmı bu işe ayrıldığında, içteki ekonomik ve sosyal dengeler bozulmaya başlar. Ekonomik daralmanın yüküne katlanamayan kitlelerin huzursuzluğu artar, toplumsal barış ve uzlaşı zemini zayıflar, bütün bunların tetiklediği siyasi krizler ülkeyi yönetilemez duruma getirir.
Öten yandan günümüz dünyasında dış politikada yapılan her hamlenin bir karşı hamlesi vardır, yayılmacı her girişimin bir karşı güçle dengelenmesi kaçınılmazdır. Günümüzün çok kutuplu dünyasında belki Türkiye gibi ülkeler için yeni boşluk ve fırsatlar doğmuştur, ancak dünyamız 14-15. yüzyıllardaki gibi onu fethetmeye çıkmış kolonyalist güçler için pek bakir de sayılamaz.
Türkiye’nin son yıllardaki emperyal ve yayılmacı girişimleri, bu genel gerçeği görmek bakımından çarpıcı bir örnek oluşturuyor.
Türkiye’nin Libya’daki iç karışıklıklardan yararlanarak Serrac hükümetiyle kurduğu ilişkiler vasıtasıyla bu ülkede ekonomik ve siyasi nüfuz kurma girişimi çok geçmeden karşı hamleleri tetikledi. Mısır’ın öncülüğünde başlayan inisiyatifle Libya’da dengeler bir anda değişti ve Türkiye’nin bu ülkeye dönük emperyal planları büyük ölçüde alt üst oldu.
Benzer bir durum Doğu Akdeniz’de yaşandı. Türkiye Güney Kıbrıs’ın yetki alanındaki denizde sondaj çalışmalarına giriştiği anda karşısında hiç ummadığı genişlikte bir ülkeler blokuyla karşılaştı. Benzer girişim Yunanistan’ın deniz yetki alanlarında gerçekleştiğinde, ABD başta olmak üzere NATO ve Avrupa Birliği’ni karşısına aldı. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin hem Libya hem de Doğu Akdeniz’deki saldırgan girişimleri çok geçmeden sınırlandırıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Doğu Akdeniz ve Yunanistan’la yaşanan kriz bağlamında başvurduğu buyurgan ve kibirli söylemden çark edip çıtayı “Yunanistan’la koşulsuz görüşme” seviyesine indirmesi, Türkiye’nin izlediği yayılmacı siyasetin sınırlarını göstermesi bakımından önemlidir.
Önceki yazılarımda Suriye’nin Türkiye’nin yayılmacı dış siyaseti bakımından bir laboratuvar işlevi gördüğünü belirtmiştim. Hem ABD ve Rusya rekabetinden yaralanarak üç işgal hareketinde bulunabilmesi, hem de her işgal girişiminin sınırının söz konusu iki ülkeden biri tarafından çizilmesi bakımından… Türk ordusu 2016 yılında Rusya’nın onayıyla Suriye’de Fırat Kalkanı Operasyonu’nu gerçekleştirdi. Ancak güneyde kendisi için belirlenen El Bab sınır çizgisini geçmeyi zorlayınca yine Rus uçakları tarafından bombalanarak durduruldu. Afrin işgaline onay veren de bu operasyonun sınırlarını çizenin de Rusya’nın olduğunu biliyoruz.
Türkiye geçen yıl (Ekim 2019) ABD’nin onayı dahilinde ABD’nin etkinlik alanında bulunan Fırat’ın doğusundaki bölgeye askeri müdahalede bulundu. Türkiye’nin planı Kürtlerin yaşadığı 480 km’lik sınır boyunun tümünü işgal etmekti. Ancak Trump’ın “ekonomini yıkarım” tehdidi ardından Türkiye’nin işgali dar bir bölgeyle sınırlı kaldı. Aynı dönemde Rusya ile varılan Soçi mutabakatı da Türkiye’nin önüne net sınırlar çizdi.
Benzer bir gelişme de son günlerde İdlib’te yaşanıyor. Büyük kayıplar pahasına ve Rusya’yla hassas dengeler üzerinde İdlib’de bulunan Türkiye, Suriye’nin denetiminde kalan gözlem noktalarından şimdi apar topar çekiliyor.
Türkiye’nin izlediği çatışma ve gerilim politikası son olarak Azerbaycan-Ermenistan savaşıyla kayaya tosladı. Azerbaycan Ermenistan arasında patlak veren son çatışmada Türkiye’nin açık bir biçimde Azerbaycan’ı desteklediği ve böylece çatışmanın devamında etkili olduğu biliniyor. Buna karşın diplomatik alanda söz sahibi olan Türkiye değil Rusya oldu. İki ülkeyi ateşkes için görüşme masasına getiren Rusya, krizin çözümünde Türkiye’nin masada yerinin olmadığını bildirdi. Dahası, Rusya dışişleri bakanı Lavrov “Türkiye stratejik müttefikimiz değildir” diyerek, Türk dış politikasında Batı’ya karşı Rusya kartının kullanmanın sürdürülebilir olmadığını gösterdi.
Gelinen noktada Türkiye, büyük ihtiraslarla ve askeri gücüne dayanarak sürdürdüğü yayılmacı dış siyasette iyice yalnızlaşmış ve tıkanmış görünüyor. Söz konusu yayılmacı ve saldırgan sayesinde elde edilen mevzii kazanımlar olsa da Türkiye mevcut çatışmacı dış siyaseti besleyecek ekonomik kaynaklar, uluslararası ittifaklar ve diplomatik manevra imkanlarından yoksundur.
Daha şimdiden Türkiye ekonomisi bel vermeye başlamıştır. ABD ve Avrupa’dan peş peşe gelen ekonomik ambargo tehditleri Türk parasının değerini hiç olmadığı kadar düşürmüştür. Otoriter ve keyfi yönetim anlayışı ekonomideki rekabet dinamiğini ortadan kaldırmakta, hukuk sisteminin güvenilirliğini kaybetmesi nedeniyle sermayenin ülke dışına çıkışı hızlanmaktadır. Daha da önemlisi Türkiye ekonomisi silah ve savaşın ürettiği maliyet altında felç olmuş durumdadır.
Kürt meselesinde dönüşüm ve fırsatlar
Soğuk savaşın son bulması sadece Türkiye gibi ülkeler bakımından yeni boşluk ve fırsatlar doğurmakla kalmadı, aynı zamanda yarım yüzyıl boyunca Kürt meselesi gibi ulusal, etnik ve bölgesel sorunlar üzerine örtülmüş olan örtünün kalkmasına yol açtı. Soğuk savaş döneminde ilgili ülkelerin iç sorunu sayılan ve kaderleri onları boyunduruk altına alan güçlerin keyfine bırakılan uluslar, iki kutuplu sisteme dayalı güç denkleminin dağılmasıyla dünya kamuoyunun gündemine hızla girmeye başladı.
Bunun en açık örneğini Kürt meselesi oluşturur.
ABD’nin 1991’de Irak’a gerçekleştirdiği müdahale ve Güney Kürdistan’ın özgürlüğü ile sonuçlanan süreci dünyadaki yeni güç denkleminden ayrı düşünmek mümkün değil. Çok açıktır ki Sovyetlerin dağılmasından önce ABD böyle bir askeri operasyonu pek kolay gerçekleştiremezdi.
Başka bir ifadeyle soğuk savaştan sonra dünyada ve Ortadoğu’da oluşan yeni güç dengeleri Kürt halkının özgürlüğü bakımından yeni durumlar ve fırsatlar ortaya çıkardı.
Bunları beş başlık altında toplamak mümkün.
Bunlardan birincisi, Irak ve Suriye’nin içine düştüğü iç savaş ve çözülme sürecidir. Bugün bu her iki ülke siyasi literatürde çökmüş devlet (failed state) olarak nitelendirilmektedir. Irak’ı federal bir devlet olarak yapılandıran 2005 anayasasıyla Kürdistan’ın elde ettiği federe statü, Kürtlerin tarihi bir eşiği atlamasına imkân verdi. Buna karşın yıllardır devam eden iç savaş ve kaotik durum Irak’ın merkezi düzeyde bütünlüğünü sağlamasına ve çöküş sürecinden kurtulmasına engel oldu. Aksine Irak’ta durum her geçen gün daha ağırlaşmakta ve ülkenin merkezi düzeyde birliğini sağlamasına ilişkin umutlar tükenmektedir. Başka bir ifade ile Kürtlerin kazanımlarına yönelik devam eden saldırılara rağmen, Kürtler Irak’ın geleceğinde başat aktör olmaya devam edeceklerdir.
Benzer bir durum Suriye’de daha yıkıcı bir şekilde devam etmektedir. Rusya’nın desteğiyle ayakta zar zor duran Esat rejimi etkinliğini önemli ölçüde kaybetmiş ve Suriye’nin tümünde yeniden kontrolü sağlama fırsatını elinden kaçırmıştır. Nüfus olarak az ve dağılmış olmalarına rağmen Suriye’de en aktif, siyasi sahnede etkin olan Kürtler görünmektedir. Kürtlerin katılımı olmadan, varlıkları tanınmadan ve ulusal bir statüye kavuşmadan yeni bir Suriye’nin kurulamayacağı genel bir kabul görmektedir. Son dönemde Kürtler arasında başlayan yakınlaşma sürecinde ABD ve Fransa’nın oynadığı rol dikkate alındığında Batı dünyasının Suriye’nin geleceğinde Kürtlere önemli bir rol biçtiğini göstermektedir.
İkincisi, Kürtler yaşadıkları coğrafya bakımından Türkiye ve İran’ın Ortadoğu’daki yayılması önünde önemli bir set işlevi görebilecek konumdadır. İran’ın 1979’dan, Türkiye’nin ise 1990’lı yıllardan itibaren bölgede mezhepçi ve yayılmacı bir dış politika izlediği biliniyor. Bu durumun hem bölge ülkelerini hem de ABD, AB ve Rusya gibi güç odaklarını tedirgin ettiği açık. Bu iki ülkenin bölgesel yayılması ve emperyal hedefleri önünde Kürtler önemli bir bariyer oluşturma potansiyeline sahiptir. Bölgede barış ve istikrarın sağlanması, özel olarak Irak, Suriye, Lübnan ve Libya gibi ülkelerde düzenin yeniden sağlanması Türkiye ve İran’ın bu ülkelerdeki etkinlik ve nüfuzunun sınırlandırılmasına bağlıdır. Bu noktada Kürtlerin bölgesel düzeyde bir güç ve etki sahibi olmaları önemlidir.
Üçüncüsü, Kürtlük bilincinde yaşanan radikal dönüşümdür. Kürtlerin ulusal kimlik ve bilincinin inşasında iki faktörün önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Birinci IŞİD’e karşı savaş, ikincisi ise 25 Eylül 2017 Kürdistan Bağımsızlık Referandumudur. Kürtler, 2014 yılında ortaya çıkan ve kısa sürede Suriye ve Irak’ta büyük bir tehdide dönüşen IŞİD’in yenilmesinde belirleyici bir rol oynadılar. Kürtlerin mücadelesi sadece bu iki ülkede siyasi süreci tersine çevirmekle kalmadı, aynı zamanda dünyayı da büyük bir tehditten kurtardı. IŞİD’e karşı savaşta Kürtlerin ortaya koyduğu büyük mücadele ve eşsiz fedakarlıklar hem Kürtler arasındaki birlik duygusunu güçlendirdi hem de uluslararası düzeyde Kürtlere ilişkin büyük bir destek ve sempati sağladı.
Kürdistan bağımsızlık referandumu uluslararası düzeyde pek destek bulmazsa bile Kürt ulusal bilincinde eşi olmayan bir sıçrama gerçekleştirdi. Bağımsızlık referandumu etrafında yaşanan kenetlenmenin ayırt edici özelliği, Kürtlerin devletleşme arzusunu çok güçlü biçimde ortaya koymasıydı.
Dördüncüsü, dört parçada Kürtler arasında artan yakınlaşmadır. Kürtlerin dört parçada yakınlaşmasına etki eden faktörlerden biri de Türkiye’nin son yıllardaki Kürt karşıtı politikası oldu. Türkiye, 2015 yılından bu yana içerde ve dışarda Kürtlere karşı uyguladığı çatışmacı ve saldırgan politikayla paradoksal bir biçimde dört parçadaki Kürtleri yakınlaştırdı. Türkiye, mevcut yaklaşımıyla sadece sınırları içindekileri değil, dört parçadaki Kürtleri tehdit olarak tanımlamıştır. Başka bir ifade ile Türkiye bakımından sadece Kuzey Kürdistan değil, Kürdistan bir bütün olarak hedef alınmış durumda. Bu yaklaşım ise Kürtleri Kürdistan’a dönük topyekûn saldırılara karşı ortak refleks üretmeye zorluyor. Kürdistan’ın dört parçasındaki özgürlük mücadelesi hiç bu kadar iç içe geçmemiş ve ortak bir kaderde böylesine birbirine bağlanmamıştı.
Bölgede ve dünyada son yıllarda yaşanan gelişmelerin ardından dünyanın da artık Kürt ve Kürdistan meselesini dört ülkenin birer iç sorunu olarak görmekten çok, bu meseleye bütünlüklü bir perspektif içinde yaklaştıklarını söylemek mümkün.
Beşincisi, Kürtler özgürlükçü ve demokrat bir toplumdur ve her türlü gerici, çağdışı, köktendinci tahdide karşı dünyanın sırtını dayayabileceği ender bir müttefiktir. Kürtlerin özgürleşmesi, Kürdistan’ın sömürgeci boyunduruktan kurtulup devletleşmesi reel olarak herkesin yararınadır. Bu aynı zamanda bölgede demokrasi, barış ve istikrarın da olmazsa olmaz koşuludur.
Yukarıda altı çizilen çerçevenin Kürtleri yeni tarihi bir düzleme taşıdığı ortadadır. Ancak mevcut yeni imkân ve fırsatların kuvveden fiile dönüşmesi için ortak bir akıl, ulusal bir strateji ve çağın gereklerine uygun bir anlayışı inşa etmeye ihtiyaç var. 20.10.2020