Lozan Antlaşması; Kürdistanı bölen ihanet belgesi | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Lozan Antlaşması; Kürdistanı bölen ihanet belgesi

YazarResmi

Bu yıl Lozan Antlaşması’nın 100. Yıl dönümü. Kürt kamuoyu ve siyasi partileri Lozan Antlaşması’nın geçen yüz yıllık süreçte Kürt halkı bakımından yol açtığı sonuçları sorgulamak ve gerekli sonuçları çıkartmak için toplantılar yapıyor, etkinlikler gerçekleştiriyorlar. Bu kapsamda Kürt Diaspora Merkezi (Revenda Kurd) 27-28 Mayıs tarihlerinde Lozan Antlaşması’nın 100. Yılı nedeniyle İsviçre’nin Lozan kentinde bir konferans gerçekleştirdi. Konferansa Kürt olmayan siyaset ve bilim adamları katılırken, Kürdistan’ın dört parçasından da Kürt siyasi partileri katılarak sunumlar gerçekleştirdiler. Söz konusu konferansa Kuzey Kürdistan’dan PSK Genel Başkanı Sayın Bayram Bozyel katılarak bir sunum gerçekleştirdi. Aşağıda Sayın Bozyel’in Kürtçe olarak yaptığı sunumu Türkçeye çevirerek yayınlıyoruz. Deng Dergisi

Değerli misafirler, çok kıymetli katılımcılar, Kürdistan Partileri’nin değerli temsilcileri, Kürt halkının saygın dostları;

Hepiniz hoş geldiniz, sizleri saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Bu tarihi konferansı düzenleyen Kürd Diaspora Merkezi’ne teşekkürlerimi iletiyorum ve bu anlamlı girişimden dolayı sizleri yürekten kutluyorum.

Bundan 100 yıl önce Türkiye ve İtilaf devletleri bu şehirde imzaladıkları Lozan Antlaşması ile Kürdistanı bölüp parçaladılar. Böylece yüz yıl sürecek bir kölelik ve devletsizlik statüsünü bizlere dayattılar.

Lozan Antlaşması sadece Kürt milletini meşru ulusal demokratik haklarından ve devlet imkanından mahrum etmekle kalmadı. Aynı zamanda Ortadoğu’da düşmanlık ve nefret tohumlarını ekerek yüz yıllık bir istikrarsızlık, savaş ve çatışma dönemine yol açtı.

İzninizle bu sunumda Lozan Antlaşması’nın Kuzey Kürdistan üzerindeki etkileri üzerinde durmaya çalışacağım. Ayrıca bu antlaşmanın Türkiye’de Kürt ve Türk halkının geleceği üzerindeki sonuçlarına değineceğim.

Lozan Antlaşması’na giden süreçte bazı kritik dönemeçler

-Osmanlı Sultanı 19. Yüzyılın yarısına gelindiğinde Kürt beyliklerini dağıtmış, Kürtler büyük güç kaybına uğramış ve güçten düşmüştür.

-1916 yılında İngilizler, Fransızlar ve Ruslar imzaladıkları Sykes-Picot Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nu, esas olarak da Kürdistan topraklarını aralarında bölüp paylaşmışlardır.

-Birinci Dünya Savaşı sonucunda yenilen Osmanlı devleti ile galip devletlerarasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile 6 Kürt ili (Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Sivas ve Erzurum) Ermenilere bırakılır. Bu durum 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’nda kayıt altına alınmış ve yeniden gündeme getirilmiştir.

Güçlü devletlerin Ermenileri kollayan bu politikası ilk günden itibaren Kürtleri rahatsız etmiş ve onları Türk yönetimine yaklaştırmıştır.

Paris Konferansı

-18 Aralık 1919 tarihinde Birinci Dünya Savaşı galipleri dünyada yeni bir düzen kurmak amacıyla Paris Konferansı’nda toplanır. Kürtler adına bu konferansa Şerif Paşa katılır. Ancak O’nun fazla bir etkisi olmaz ve Konferans Kürtler olmadan devam eder.

Sevr Antlaşması

Paris Konferansı sürecinde 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması imzalanır.

Sevr Antlaşması’nın Üçüncü Bölüm 62, 63, 64 maddelerine göre Kuzey Kürdistan’ın önemli bir bölümü kurulacak Ermenistan devletine dahil edilir. Kürdistan’ın çok dar ve sınırlı bir bölgesinde Kürtler için muhtariyet öngörülür. Anlaşmaya göre Kürtlerin istemesi ve Milletler Cemiyeti’nin de onaması halinde Kürtler bağımsız bir devlet ilan edebilir. Benzer şekilde Musul’da yaşayan Kürtler de isterlerse kurulacak bağımsız Kürt devletine katılabilirler. Ne var ki bölgede hızla değişen güç dengeleri nedeniyle hiçbir ülkenin parlamentosu bu antlaşmayı onaylamaz ve böylece Sevr hayata geçirilmemiş bir antlaşma olarak kalır.

Bu sürece ilişkin altı çizilmesi gereken bir nokta da şu ki, Kürtler de Sevr Antlaşması’ndan memnun değildir. Bunun temel nedeni Kürt coğrafyasının önemli bir kısmının Ermenilere bırakılmış olmasıdır. Kürtler, Osmanlı yönetimi altında Kürdistan coğrafyasının tümünü içeren bir özerk bir Kürdistan istemektedirler.

O dönemde ve daha sonra Kemalist kadrolar devamlı bir şekilde Ermeni tehdidiyle Kürtleri korkutmakta ve bu şekilde yanlarına çekmektedirler.  Kazım Karabekir, “Kürdistan Ermenistan olacak” söylemi üzerinden Kürtleri kontrol etme taktiğini ustaca uygulamaktadır. 

Lozan Antlaşması

Antlaşmanın imzalandığı koşullar

Lozan Antlaşması imzalanmadan önce Fransa Kemalist hareket ile anlaşmış ve daha çok kendi iç sorunlarına gömülmüştü. Fransızlar Adana ve Antep’ten çekilmişti. Fransızların gündemini Ermeniler, Süryaniler ve gayrimüslimler dolduruyordu. Fransızlar Kürt karşıtı bir siyaset izliyordu.

İngilizler ise savaştan yorgun düşmüştü. Onların tek amacı Musul’daki petrolü kontrol altına almaktı. İngilizlerin stratejisi Sovyetler Birliği’ne karşı güçlü bir Türkiye devletine dayanıyordu.

Benzer şekilde Türkiye Sovyetlerle dostluk antlaşması imzalamıştı. Sovyetler Birliği’nin siyaseti de İngilizler gibi güçlü bir Türk devletinden yanaydı.

İtalya Türkiye’den çekilmiş, silah ve önemli araç gereçlerini Türklere bırakmıştı. Yunanlılar Batılıların desteğini kaybettiği için yenilerek geri çekilmişti.

Kürtler ise dağınıktı, aralarında merkezi bir koordinasyon ve stratejik bir amaç birliği yoktu. Mevcut Kürt örgütleri kapatılmış, Kürtler güç kayına uğramıştı.

Başka bir ifade ile Türkiye büyük avantajlar ve eli güçlü bir şekilde Lozan Antlaşması sürecine katılmıştı.

Lozan’da öne çıkan iki temel noktadan söz edilebilir.

Azınlıkların tanımı

Lozan Antlaşması’nda azınlıklar dini inanç üzerinden tanımlandı. Bu tam da Türkiye’nin istediği bir durumdu ve esas olarak da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un kendi önerisiydi. Bundan amaç Türkiye’nin elini rahatlatmak ve Kürt meselesini gündemden çıkartmaktı. Azınlıklar dini temelde tanımlanınca Kürtler azınlık statüsünün dışında kaldı ve böylece azınlık haklarından da mahrum bırakıldı.

Türk delegasyonu İsmet İnönü Lozan’da Kürtlerin azınlık sayılamayacağını, Kürtlerin ve Türklerin kaderlerini birleştirdiğini, her iki halkın da Büyük Millet Meclisi’nde yer aldığını ve kendisinin Lozan’da her hem Türkleri hem de Türkleri temsil ettiğini söyleyecekti.

Öte yandan Türkiye Lozan Antlaşması’nın Azınlıkların korunmasıyla ilgili 38’nci maddenin “Türkiye Hükümeti, doğum, milliyet, dil, soy, ya da din ayırt etmeksizin, Türk halkının tümünün yaşam ve özgürlüklerini en geniş biçimde korumayı yükümlenir.” sorumluluğunu, 39’ncu maddeyle “....Türkçeden başka dil ile konuşan Türk yurttaşlarının yargıçlar önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar” yükümlülüğünü hiçbir zaman yerine getirmedi.

Musul sorunu

Şunun altını çizmekte yarar var; Lozan Antlaşması’na gelinceye kadar Kürdistan’ın bölünmesi önemli oranda gerçekleşmişti, muğlakta kalan Türkiye ve bugünkü Irak arasındaki sınırdı.

İngilizler bakımından öncelikli ve stratejik konu Musul petrolü idi.

İngilizler Musul’u elde etmek için bu bölgenin Kürt kimliğini öne çıkarıyor ve böylece burayı kendi kontrolleri altına almak istiyordu. Türk delegesi İnönü ise Kürtlerin Türklerle kader birliği yaptığını söyleyerek Musul’un Türkiye sınırları içinde olmasını savunuyordu.

İngilizlerin Musul’daki ısrarını gören Türkiye, Kürtlerin özerklik ve bağımsızlık talebini red etmek koşuluyla Musul’u İngilizlere bırakmaya razı oldu. Öte yandan Musul’un İngilizlere bırakılmasına karşı Büyük Millet Meclisi’nde büyük tepkiler gösterildi. En başta Yusuf Ziya Bey gibi Kürt vekiller Kürdistan coğrafyasının bölünmesine karşı çıkarak rahatsızlıklarını dile getirdiler. Lozan Antlaşması’nın mecliste geçmeyeceğini gören Mustafa Kemal, meclisi dağıtarak yeni bir meclis seçtirdi ve 1923 yılının Ağustos ayında Lozan Antlaşması mecliste onaylandı.

Böylece 1916 yılında Sykes-Picot ile başlayan Kürdistan’ın bölüp parçalanma süreci Lozan Antlaşması ile uluslararası düzeyde resmen kabul edilmiş oldu.

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye cumhuriyeti ilan edildi.

Kürt karşıtı yeni dönem

Türk devletinin yeni önderleri Mustafa Kemal ve arkadaşları, 1920’de Lozan Antlaşması’nın imzalandığı tarihe kadar Kürtlere karşı fırsatçı, pragmatik ve uzum erimli bir siyaset izlediler. Amaç dış güçlere karşı zafer elde edilinceye kadar Kürtleri oyalamak ve yanlarında tutmaktı. Bu amaca ulaşmak için Ermenilerle Kürtler korkutma yoluna gittiler ve Hilafeti savunmak gibi argümanlarla zaman kazanmaya çalıştılar. Kemalistler defalarca Kürtlere özgürlük ve özerklik vaadinde bulunarak Kürtlerin gönlünü kazanmaya çalıştılar.

Kemalist kadrolar söz konusu ikiyüzlü ve oyalayıcı taktiklerle yeni Türk devletinin uluslararası düzeyde tanınmasına kadar Kürtleri oyalamayı başardılar.

Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra Kemalistler gerçek yüzlerini ortaya çıkarmaya başladı. Kürtlere verilen kardeşlik vaatlerinin hepsi unutuldu. Lozan Antlaşması’nın 38-39 maddelerinden söz konusu olan dil haklarının hiç biri yerine getirilmedi.

Lozan’da “Ben Kürtlerin de temsilcisiyim” diyen İsmet İnönü 1925 yılında “Türkiye’de sadece Türkler ulusal taleplerde bulunma hakkına sahiptir, Türkiye’de herkes Türk olmaya, Türk gibi yaşamaya ve Türk gibi konuşmaya mecburdur” diyecekti.

Türkiye’de 1924 yılında yapılan anayasada Türkiye’de yaşayan her kes Türk olarak tanımlandı.

Artık tekçi dönem başlıyordu, Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tü ve sadece Türkçe dili vardı. Amaç, Türklük temelinde homojen bir ulus yaratmaktı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dört ana sütunu;

İnkar, asimilasyon, göçertme ve katliam

Kemalistler Cumhuriyet’in ilanından sonra Kürt karşıtı siyaseti açık ve resmi düzeyde yürütmeye başladı. Kemalist yönetim 1925 Şeyh Sait Hareket’ini Kürt düşmanlığını gerçekleştirmek için bir fırsat olarak kullandı. Bu dönemde yüzlerce Kürt lideri idam edildi.

1925 Şeyh Sait Hareketi’nden sonra Şark Islahat Planı adıyla uzun erimi bir plan hazırlandı. Şark Islahat Planı gerçekte Türk devletinin Kürt karşıtı politikası için hazırlanmış bir anayasa niteliğindeydi. Bu plana göre Kürdistan Genel Valiler eliyle bir sömürge gibi yönetilmeliydi.

Şark Islahat Planı’na göre;

-Kürdistan için özel bir sömürge yönetimi uygulanacaktı. Özel yönetim sınırsız yetkilere sahipti.

-Kürdistan’da devamlı bir asker yönetim kurulacaktı.

-Kürdistan Kürtlerin asimilasyonu birinci hedef olarak belirlenmişti.

-Kürdistan’daki Kürt nüfus göçertilecekti.

-Kürt illerinde Kürtçenin kullanılması yasaklandı.

Öte yandan Kemalist rejim oluşturmak istediği homojen Türkçü siyasetin altyapısı için teorik ve ideolojik tezler geliştirdi. Bunlardan birincisi Türk Tarih Tezi idi. Bu teze göre bütün uygarlıkların kaynağı Orta Asya’daki Türklerdi ve Kürtler de aslen Türk sayılırdı. İkinci tez ise Güneş Dil Teorisi’ydi ve buna göre dünyadaki bütün diller Türkçeden türemişti.

Böylesi bir inkâr ve asimilasyon siyasetini hayata geçirmek için Türkiye’nin otoriter ve olağanüstü bir rejime ihtiyacı vardı.

Bu amaçla geçen yüz yıl boyunca Kürdistan Umumi Müfettişler, olağanüstü yönetimler, sıkıyönetim gibi anti demokratik rejimlerle yönetildi. Kürt halkının her türlü hak ve özgürlük talebi şiddet ve kanla bastırıldı. Kürdistan bir savaş alanına dönüştü, binlerce yerleşim yeri ve Kürt şehri yakıp yıkıldı, milyonlarca Kürt zorla ülkelerinden sürüldü.

Kürt karşıtı siyasetin Türkiye bakımından sonuçları

Kürt karşıtı inkar ve asimilasyon anlayışı sadece Kürt halkına büyük zararlar vermekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme süreci de bu anlayıştan olumsuz yönde etkilendi. Türk devleti Kürtlere karşı şiddete başvurduğu her dönemde ordunun siyaset üzerindeki etki ve vesayeti arttı, şovenim dalgası yükseldi. Bu durum Türkiye’nin çağdaş bir toplum olma yönündeki ilerleyişini engelledi. Bütün bu nedenlerle Türk ordusu her bir on yılda askeri darbe gerçekleştirerek yönetime el koydu.

Türk devleti aynı zamanda bütün Kürt başkaldırılarını kendi muhalefetini ezmek için kullandı. Türkiye’de demokratik hareketin gelişmesi ve toplumun örgütlenmesinin önünü kesti. Bu ise Türkiye’de siyasal yapının otoriterleşmesine, ırkçılığın yükselmesi ve toplumsal kutuplaşmanın artmasına neden oldu.

Kürt karşıtı anlayış miadını doldurmuş, Türkiye her açıdan tıkanmıştır

Gelinen aşamada Türkiye izlediği Kürt karşıtı şiddet ve çatışma politikası nedeniyle çok yönlü ve derin bir krize girmiştir. Ekonomik yapı iyice çökmüş, siyasal sistem tıkanmış, ahlaki değerlerde büyük bir yozlaşma söz konusudur.

Yapılan araştırmalara göre sadece son 40 yıldaki çatışmalı ortamdan dolayı 4 milyar dolar para harcanmıştır. Söz konusu dev kaynak savaş, silah ve şiddet anlayışı için tüketilmiştir. Söz konusu kaynak Türkiye’nin yıllık milli gelirinin beş katından daha büyüktür.

Bugün Türkiye’de halkın yüze 70’i açlık sınırları altında yaşamaktadır. Halk çağdaş anlamda eğitim, sağlık ve refahtan payını alamamaktadır.

Türkiye’de mevcut başkanlık sistemi Kürt halkının özgürlük taleplerine karşı inşa edilmiş bir yapıdır ve mevcut krizin bir nedeni de bu ucube sistemdir.

Öte yandan Türk toplumunda milliyetçilik dalgası hiç olmadığı kadar yükselmiştir. Türkiye genelinde toplumsal kutuplaşma ve düşmanlık aşırı derecede derinleşmiştir. Bu durum toplumsal barış için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Türkiye son 7-8 yılda PKK’ye karşı mücadele adı altında içerde ve dışarıda kesintisiz operasyonlar yürütmektedir. Türkiye son yıllarda Güney Kürdistan’da yüzlerce askeri üs kurmuştur ve bu durum sivil halka büyük zararlar vermektedir. Benzer şekilde Türkiye Batı Kürdistan’da şimdiye kadar dört büyük askeri operasyon gerçekleştirerek birçok yerleşim merkezini işgal etmiştir. Türkiye izlediği söz konusu emperyal politikasıyla Ortadoğu’da barış ve istikrarı tehdit etmektedir.

Kürd Milletinin ulusal ve meşru talepleri geç olmadan tanınmalıdır

Çok açık ki Kürt meselesinin çözümsüzlüğü hem Türkiye hem de Orta Doğu’da siyasi istikrarsızlığı derinleştirmektedir. Yüz yıllık deneyler gösteriyor ki Kürt meselesi barışçıl ve eşitlik temelinde çözülmediği sürece bölgede barış, istikrar ve refah sağlanamaz. Türkiye ve bölgede Kürt meselesinin çözümü barış ve istikrarın anahtarı durumuna gelmiştir.

Kürt halkına karşı yüzyıllık tarihi haksızlık artık son bulmalıdır.

Her halk gibi Kürt halkının da kendi ülkesinde özgür ve onurlu bir şekilde yaşama hakkı vardır. Bu hak uluslararası evrensel hukuka uygundur, kalıcı barış için de olmazsa olmaz bir koşuldur.

Lozan Antlaşması’nın oluşturduğu düzenin bir ayağı 1991-2005 sürecinde Güney  Kürdistan’ın özgürleşmesiyle çökmüştür.

Şimdi sıra diğer üç sacayağını kırma zamanıdır.

Yüzyıllık acı deneyimlerden sonra artık Lozan Antlaşması’nın yol açtığı haksızlık ve hukuk dışılık son bulmalıdır.

Bunun için ilk görev Kürt siyasi aktörlerine düşmektedir. Bilinmelidir ki özgürlük bahşedilmez, bunun için çağa uygun bir mücadele anlayışı ve ulusal stratejiye ihtiyaç var.

İkinci görev ise Lozan Antlaşması’nın tarafı devletlere düşer. Bölgede barış ve adaletin inşası için bir an önce harekete geçilmeli, insanlığa karşı sorumluklarını yerine getirmek için adım atmalıdırlar.

Beni dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ederim.

27.05.2023

Lozan

Bayram Bozyel

PSK Genel Başkanı

*27-28 Mayıs 2023 tarihinde Kürd Diaspora Merkezi’nin İsviçre’nin Lozan kentinde gerçekleştirdiği “Kürdistan’ın Bölünmesinin 100. Yıldönümü; Fikirler/Perspektifler” konulu konferansa yapılan sunum.