Son birkaç ayda Türkiye’de siyasi hareketlilik hız kazanmış görünüyor.
Önce Adalet Bakanı Gül, ardından da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ekonomi ve hukuk reformuna ilişkin açıklamaları gündemin ön sıralarına oturdu. Çok geçmeden Erdoğan, AB Büyükelçileriyle 12 Ocak 2021’de yaptığı toplantıda AB’ye ilişkin sıcak mesajlar verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefinden hiçbir zaman vazgeçmediklerini söyledi. Bu açıklamanın peşinden Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu 21-22 Ocak 2021 tarihlerinde Avrupa Birliği ve NATO’dan muhataplarıyla görüşmeler yapmak üzere Brüksel’i ziyaret etti.
İktidarın gündem yaratan hamleleri bunlarla da sınırlı kalmadı. 3 Kasım’da ABD’de yapılan başkanlık seçimlerinde Demokrat Joe Biden’ın kazandığı kesinleştiği andan itibaren AKP iktidarı, Biden dönemine ilişkin yeni bir pozisyon oluşturma arayışlarına girdi. Bu arayışı net bir biçimde ifade eden Erdoğan oldu. Erdoğan, Biden yönetimiyle yeni bir sayfa açma beklentisinde olduğunu ilan ederek yeni yaklaşımını ortaya koydu.
Cumhurbaşkanı son olarak 1 Şubat 2021 tarihinde yeni bir anayasa yapımından söz ederek, "Belki de şimdi Türkiye’nin yeni bir anayasayı tartışma vakti gelmiştir" ifadelerini kullandı.
Erdoğan’ın bu açıklamalarını Devlet Bahçeli’nin söz konusu teklifi destekleyen değerlendirmeleri izledi.
AKP iktidarının ekonomi ve hukuk alanında reform, AB’yle ilişkiler ile yeni anayasa vb. adımları, başka zamanlarda yer yerinden oynatacak iken, muhataplarından beklenen bir karşılık bulmadığı gibi toplumda da herhangi bir heyecan yaratmadı.
Aksine, AB yetkilileri vaatten çok somut adım beklediklerini ifade ederek Türkiye’nin samimiyetini sorgulayan bir karşılık verdiler. ABD ise üst düzeydeki ağızlardan S-400 konusundaki çizgilerinde ısrarlı olduklarını ilan ettiler. ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Tony Blinken ise Türkiye’yi “sözde müttefik” olarak nitelendirdi ve mevcut yaptırımlarla durum değişmezse daha fazlasına bakacaklarını söyleyerek Türk tarafında düş kırkılığına yol açtı.
Yeni anayasa yapımına ilişkin ise muhalefet baştan kapıları kapatarak iktidarın bu konudaki samimiyetsiz teklifini geri çevirdi.
Peki son 4-5 yıldaki bildik otoriter, antidemokratik ve keyfi uygulamalarına karşı iktidar neden şimdi reform, AB süreci ve yeni anayasa gibi önemli konuları gündeme getiriyor?
Açılım değil, nefes alma ihtiyacı
Mevcut iktidarın Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarından hareketle demokrasi, hukuk ve AB ile ilişkilerde bir açılıma gitmekten çok, içinde bulunduğu sıkışmışlık haline nefes aldırmak kaygısıyla hareket ettiği açıktır.
AKP iktidarının Türkiye’yi getirdiği nokta çok yönlü; ekonomik, siyasal, sosyal ve yönetsel derin bir krizdir.
Söz konusu krizin geçmişi, 2015 yılında Çözüm Süreci’nin çökmesinin ardından AKP iktidarının Kürt meselesinde yöneldiği topyekûn savaş, şiddet ve inkâr politikasına dayanmaktadır. O aşamadan sonra iktidar sadece içerde (Türkiye’de) değil, sınırlarının dışında da yaşadıkları her yerde Kürtleri hedef almaya başladı. Türkiye, Kürtleri bir bütün olarak tehdit ve “beka sorunu” olarak tanımladı.
İktidar kendisini Kürt karşıtlığı temelinde organize etmeye başladığı anda içerdeki iç ittifaklarını da ona göre düzenlemek kaçınılmaz oldu. Söz konusu Kürt karşıtlığı olunca, MHP bu iş için çoktan hazırdı. AKP, Kürtleri hedef alan yeni stratejide MHP ve öteki ırkçı ve ulusalcı kesimlerle ittifak kurmakta zorlanmadı. Aksine böyle bir ittifakı yeni Kürt karşıtı stratejisinin olmazsa olmazı olarak gördü.
Kürt karşıtlığı yalnızca iktidar blokunun yeni ittifaklarla yeniden dizayn edilmesine yol açmadı. Aynı zamanda siyasal sistemin de bu yeni konsepte uygun bir biçimde dönüştürülmesini gerektiriyordu. Cumhurbaşkanlığı adı verilen mevcut sistem, Kürt karşıtı konseptin hızlı ve etkin pratiğe konulması için hayata geçirildi.
Kürt karşıtlığının ağır faturası
İktidarın temel bir siyasi çizgi olarak benimsediği Kürt karşıtı strateji, içerde olduğu gibi Türkiye’nin dış siyasetini de militaristleştirdi. Bu durum, bir noktadan sonra Türkiye’yi dış politikada her sorunu askeri güç kullanarak çözme noktasına getirdi. Bölgesel güç dengelerinin oluşturduğu boşlukları da kullanarak Türkiye Suriye’de Kürt coğrafyasının önemli bir bölümünü işgal etti. Suriye Kürt bölgesinde askeri kapasite ve deneyimini geliştiren, yüz binlerce paralı cihatçıyı eğitip harekete geçirebilen Türkiye, mevcut askeri ve işgalci potansiyelini İdlip’te, daha sonra Libya ve Azerbaycan’da kullanma ihtirasına kapıldı. Yayılmacı ihtirasları Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de ABD ve AB’nin de içinde bulunduğu geniş bir askeri ve siyasi blokla karşı karşıya getirdi.
Türkiye’yi S-400 ve benzeri konularda ABD ile karşı karşıya getiren temel neden de Kürt karşıtlığında başka bir şey değil. Türkiye’nin, son yıllarda Rusya’ya yanaşmasını ve NATO sistemine aykırı S-400 gibi stratejik silahları Rusya’dan almasını esas olarak ABD’nin PYD’ye (siz Kürtler olarak okuyun) verdiği desteğe dayandırdığı biliniyor. Başka bir ifade ile Kürt karşıtlığı sadece ülke içindeki siyasi ittifakların ve siyasal sistemin dönüşmesine yol açmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin 70 yıllık ABD ve NATO ile ilişkilerini büyük ölçüde sarsmıştır.
Hiç kuşkusuz Kürt karşıtı siyasetin Türkiye’ye ekonomik faturası ağır olmuştur.
Her şeyden önce içerde büyüyen dev askeri aygıt, Suriye’den Libya’ya, Doğu Akdeniz’den Azerbaycan’a kadar yayılan geniş bir coğrafyada yürütülen askeri faaliyetler ülkenin ekonomik kaynaklarının büyük bir bölümünü yutup tüketmektedir.
İkincisi, ABD ve AB’nin değişik dönemlerde uyguladıkları ve uygulamak için beklettikleri ekonomik yaptırımlar, Türkiye ekonomisinde büyük sarsıntıya yol açmaktadır. ABD’nin Türkiye’de tutuklu bulunan Papaz Brunson’un serbest bırakılması için 2018 yılında uyguladığı yaptırımların yol açtığı ekonomik yıkım hala telafi edilmiş değil.
Üçüncüsü, sürüp giden siyasal istikrarsızlık, dozu artan toplumsal kutuplaşma ve hukuk sisteminin çökmesi nedeniyle Türkiye’ye dışarıdan sermaye girişi durma noktasına gelmiştir.
Başka bir ifade ile Türkiye’nin dışarıda izlediği askeri güce dayalı yayılmacı politika son sınırına ulaşırken, içerde büyük bir ekonomik krize, yokluk ve yoksulluğa yol açmıştır.
Hamaset ve milliyetçilik nereye kadar?
Mevcut iktidarın içerde ve dışarda başvurduğu askeri güç kullanımı, toplumunun bir kesimi tarafından desteklenmiş, milliyetçi söylem ve hamaset bir süreliğine onları etkilemiş olabilir. Dahası söz konusu savaş tamtamları ve zafer söylemlerinin milliyetçi, ulusalcı yandaş kesimi bir dereceye kadar kenetlemiş olması mümkündür. Ne var ki toplum için yakıcı ve önemli olan iş, ekmek ve geçim sorunudur. Açlık, yoksulluk ve işsizlikle kıvranan bir toplumda milliyetçilik ve hamasetin hükmünün bir sınırı vardır.
31 Mart 2019 tarihinde yapılan yerel seçimlerde iktidarın yaşadığı oy kaybında ekonomik faktörlerin belirleyici olduğu açıktır. Suriye Kürt bölgesinde gerçekleştirilen üç askerî harekât, içerde gemi azıya almış baskı ve sindirme politikaları iktidarın kitlelerin desteğini almasına yetmemiş, onun büyük şehirlerdeki yerel yönetimleri kaybetmesini önleyememiştir.
Yapılan son anketler iktidar blokunun (AKP ve MHP’nin) oylarının %40’ın altına düştüğünü göstermektedir. Bu tablo içinde erken ya da zamanında yapılacak bir seçimde mevcut iktidarın kaybedeceği kesindir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortaklarının son hamlelerinin asıl nedeni bu kötü gidişi durdurmaktır. En başta ABD ve AB ile yaşanan gerilimi düşürerek olası yeni yaptırımların önünü kesmek ve giderek dışardan içeriye sermaye akışını sağlamak… Beklenti, dışardan gelecek sermaye ve finansal destekle ekonomiyi bir miktar canlandırılarak ekonomik krizin etkisini hafifletmektir. Böylece ekonominin kötü gidişatından kaynaklanan oy kaybı trendini durdurabileceklerini hesaplıyorlar.
İktidarın reform yapma kapasitesi
AKP iktidarının çok yönlü bir kriz yumağıyla karşı karşıya olduğu açıktır. Bu durum halkın ona desteğini her geçen gün azaltmakta ve onu aynı zamanda bir yönetim krizine sokmaktadır. Bu tablodan çıkmak ve bir ölçüde nefes almak ancak iktidarın iç ve dış siyasetinde bir değişime gitmesiyle mümkün gibi görünmektedir. Başka bir ifade ile değişim ihtiyacı zorunluluk haline gelmiştir.
Ne var ki bu noktada iktidarın karşısına onun yapısından, siyasi ve ideolojik bileşiminden kaynaklanan açmazlar çıkmaktadır. Başka bir ifade ile iktidarın reform yapma kapasitesi, reform ve değişim çıtasını ne kadar yükseltilebileceği sorunu önem kazanmaktadır.
İktidarı gerçek bir reform noktasında üç temel sorun beklemektedir.
Birincisi, Kürt karşıtlığı üzerine kurulmuş, otoriterizmi ve şovenizmi yönetim felsefesi olarak edinmiş iktidarın demokrasi alanında atacağı her adım onun doğasına ters düşmekte ve onu parçalama tehlikesini içermektedir.
İkincisi, son dört beş yıldaki antidemokratik, keyfi ve hukuk dışı pervasız uygulamalardan oluşan sicili bu iktidarın samimiyetine olan inancı neredeyse tümüyle ortadan kaldırmıştır.
Son olarak da geçen dönemde kutuplaştırıp aşırı ölçüde ajite ettiği milliyetçi-ulusalcı kesimin kendisinin, iktidarın kapsamlı bir reform girişiminin karşısına çıkma ihtimalidir.
Başka bir ifadeyle söylersek, iktidarın ekonomi, hukuk, demokrasi ve de Kürt sorununda bir reforma gitme ihtimali ve kapasitesi yok denecek azdır.
Öte yandan içerde demokrasi, hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı, basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, temel hak ve özgürlükler konusunda köklü bir iyileşmeye gitmeyen bir Türkiye’nin AB ve ABD ile de ilişkilerini düzeltip yeni bir sayfa açması çok zor görünmektedir.
Elbette Batı dünyası; ABD, NATO ve AB’nin salt ülkedeki otoriter ve keyfi yönetimden dolayı Türkiye’yi gözden çıkartmaları beklenemez. Evet, Türkiye gözden çıkartılmayacak, ancak bundan böyle onun Ortadoğu’da ve Doğu Akdeniz’deki provokatif ve agresif eylemlerine daha sert karşılık verileceği opsiyonu eskiye göre çok daha güçlüdür. Dahası ABD’nin kimi konularda Türkiye’yi müttefikten çok bir tehdit olarak gördüğü bile söylenebilir. Çünkü Türkiye son 4-5 yıldaki yayılmacı ve agresif tutumuyla sadece bölgesel barış ve istikrara zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda ABD ve NATO’un varlığını tehdit eden tehlikeli bir savrulma yaşıyor.
Yeni anayasa ruhuna aykırı anayasa teklifi
İktidarın yeni anayasa teklifini ele alırken öncelikle bununla ne kastedildiğinin açıklığa kavuşması gerekir. Bunu ise Erdoğan’ın açıklamalarından anlamak mümkün. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni bir anayasa ile mevcut cumhurbaşkanlığı sisteminin daha da güçlendirilmesi gerektiğini açıkça ifade ediyor.
Görünen o ki AKP-MHP koalisyonu yürürlükteki ucube cumhurbaşkanlığı sistemini değiştirmek, ondan geri atmak yerine, bu sistemi yapmayı düşündükleri yeni bir anayasa ile kalıcı kılarak daha da güçlendirmek istiyorlar. Böyle bir teklifin yeni bir anayasa yapma ruhuna aykırı olduğu açık. Türkiye’nin yüz yıllık birikmiş sorunlarına çözüm kapısı aralamak yerine onları daha da derinleştiren herhangi bir anayasa girişimi yeni olarak nitelendirilemez. Bu açıdan bakınca iktidarın yeni anayasa hamlesi, mevcut sistemi değiştirmeye dönük artan taleplerin karşısına çıkarılmış bir tuzak olarak görülebilir.
Türkiye, anayasal bazda iki katmanlı bir sorun yumağıyla karşı karşıyadır.
Birincisi, mevcut anayasanın ruhudur; 1924 yılında yapılıp 1960 ve 1980 askeri darbeleriyle perçinlenen anayasa Türkiye’nin çok uluslu, çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli yapısına aykırı bir niteliğe sahiptir. Söz konusu anayasa tekçi, inkârcı, ırkçı, otoriter ve militarist bir içeriktedir. Başka bir ifadeyle 1982 anayasası Türkiye’nin yüz yıllık sorunlarının temel nedeni ve kaynağıdır.
İkincisi, 2017 yılında cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte, demokrasi ve temel hak ve özgürlükler alanındaki kazanımlar yok edilmiş, tümüyle keyfi tek bir adam rejimine geçilmiştir. Daha da kötüsü, devletin geleneksel bütün kurumları işlemez hale getirilmiştir. Demokrasinin temel mekanizmalarından olan güçler ayrılığı yerine, bütün iktidar erki Cumhurbaşkanında birleştirilmiştir. Yasama organı olan parlamento işlevsizleştirilmiş, yargı tümüyle iktidarın yedek gücüne dönüştürülmüştür.
Türkiye’de yürürlükte olan rejim olağanüstü bir rejimden farksızdır.
Her şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki dudağına bakmaktadır. Erdoğan’ın ise ırkçı ortağı Devlet Bahçeli’nin vesayetine girdiği sır değil.
Bugün Türkiye’de katmerli bir dikta rejimi hüküm sürmektedir. Kendi hukuk sistemini askıya alan, devlet aygıtlarını işlevsiz kılan, taraf olduğu uluslararası hukuku hiçe sayan mevcut iktidar siyasal zemini her geçen gün çoraklaştırmakta ve zehirlemektedir. Binlerce siyasetçi, aydın, gazeteci ve muhalifin tutuklandığı, istenmeyen yüzlerce yerel yönetime kayyum atandığı, sivil toplum örgütlerine kaba yöntemlerle müdahale edilip bölündüğü, Kürdistan’da askeri ve siyasi operasyonların kesintisiz sürdüğü bir ülkede yeni bir anayasadan söz etmek komik, dahası trajikomik bir durumdur.
Taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı bir ülkede neyin anayasası yapılacaktır?
Türkiye’nin kuşkusuz yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır. Ancak bugün acil olan yeni bir anayasa yapımı değil, sürecin bir bütün olarak normalleştirilmesidir.
Yeni ve demokratik bir anayasa aynı zamanda bir toplumsal sözleşme olmak zorundadır. Kürdistan isimli partilerin yargı kapanına sıkıştırıldığı, HDP’nin her gün kapatılmakla tehdit edildiği, muhalefetin geri kalanının terörle işbirliğiyle suçlandığı bir vasatta toplumsal bir sözleşme sağlanabilir mi? Toplumun %60’ının, hadi diyelim ki yüzde ellisinin iktidar tarafından ötekileştirildiği bir ülkede yeni bir anayasa yapmak mümkün mü?
Bugün acil görev Türkiye’de durumun normalleşmesidir. Mevcut keyfi ve dikta yönetiminin sonlandırılmasıdır.
Keyfi ve hukuk dışı yargılama ve tutuklamaların son bulduğu, içerdekilerin serbest bırakıldığı, kayyum uygulamalarının sonlandığı, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün eksiksiz hayat bulduğu, siyasi ve askeri operasyonların kesildiği, Kürdistan partileri hakkındaki kapatma davalarından vazgeçildiği görece demokratik ve özgürlükçü bir ortama ihtiyaç var.
Böylesi bir ortamda toplumun bütün kesimlerinin özgürce ve etkin katılımıyla yeni, demokratik, çoğulcu ve federal bir anayasa yapılabilir ve yapılmalıdır da.
Olası gelişmeler ve bize düşen görevler
Yukarıda ifade edildiği gibi mevcut iktidar bakımından çember giderek daralıyor, ülkeyi yönetme kapasitesi zayıflıyor. Bunun sonucu olarak iktidarın kitle desteği gün geçtikçe azalıyor. Her siyasi iktidar gibi onun da yaptığı şey bazı girişim ve hamlelerle ömrünü uzatmak. ABD ve AB ile yeni sayfa açma hamleleri, ekonomik ve hukuk reform paketleri, yeni anayasa önerisi bunlardan bazıları.
AKP-MHP iktidarının yeni bir anayasa tartışmasıyla murat ettiği şeylerden biri de muhalefeti parçalamak, muhalefet partileri arasında uyuşmazlıkları artırmaktır. Dahası Erdoğan bu hamleyle, muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sistem yönündeki girişimlerini sekteye uğratmak ve böylece ön almak istiyor olabilir.
İktidarın söz konusu hamlelerine karşı muhalefet cephesi de boş durmuyor, aralarında son dönemde artan bir siyasi görüşme trafiği yaşanıyor. Bu cenahta güçlendirilmiş parlamenter sistem konusunda bir uzlaşıya varma ihtimali giderek güçleniyor. Yapılan anketlerde muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sisten formülünün önemli oranda destek bulduğu görülüyor.
Erken ya da vaktinde yapılacak bir seçimde mevcut iktidarın kaybetme ihtimali yüksektir.
Bu noktada Kürtler bakımından sorulması gereken soru şudur: Muhalefet blokunun iktidar olması neyi değiştirip neyi değiştirmeyecektir?
Muhalefet blokunun iktidara gelmesi halinde mevcut keyfi ve kişisel yönetim anlayışının ve sürüp giden pervasız baskı ve zulüm furyasının son bulması beklenebilir. Böylece devlet bir dereceye kadar kendi normallerine dönebilir.
Bu noktada iki noktanın altı önemle çizilmelidir.
Birincisi;
Türkiye’de devam edegelen kaotik durumun sonlanması ve siyasal durumun normalleşmesi diğer toplumsal kesimler gibi Kürtlere de nefes aldıracak, siyaset faaliyet alanını genişletecektir. Baskı ve şiddetin görece azaldığı bir ortamda Kürt halkının özgürlük, demokrasi ve ulusal hakları uğrundaki mücadele imkanları artacaktır. En önemlisi böyle bir ortamda toplumu temel hak ve özgürlükleri için harekete geçirmek görece daha kolay olacaktır.
Türkiye’de durumun görece normalleştiği koşullarda Kürtlerin haklı taleplerini Türk toplumuna anlatması, toplumun diğer farklı kesimleriyle etkileşime girmesi, ırkçı ve şoven önyargıların kırılması daha bir mümkün hale gelebilir. Dahası koşulların normalleştiği bir siyasal bir süreç Kürt, Türk ve diğer hakların demokratik, özgürlükçü ve çoğulcu bir anayasa yapmaları için bir fırsata dönüşebilir.
Bu çerçevede siyasal sürecin normalleşmesi önemlidir ve bunun için çaba sarf edilmelidir.
İkincisi;
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken nokta şu ki, mevcut muhalefet blokunun iktidara gelmesiyle Kürt meselesi çözülmüş olmayacaktır. Muhalefet blokundan hiçbir partinin Kürt sorununun çözümüne ilişkin ne bir çözüm önerisi ne de iradesi söz konusudur. Başka bir şekilde ifade edersek Türkiye’de sürecin normalleşmesiyle Kürt meselesi çözülmeyecektir.
Esasen Kürt ve Kürdistan meselesinin Türkiye’nin normalinin, süregelen geleneksel kurucu anlayışının bir ürünü ve sonucu olduğu unutulmamalıdır. Bunun anlamı, yarın ya da öbür gün devlet normaline döndüğü koşullarda da bu sorun var olmaya devam edecektir.
O halde esas sorun, Kürtlerin Türkiye’nin normal koşullarında nasıl bir siyaset izlemeleri gerektiğidir. Belki de Kürtler esas olarak AKP iktidarı sonrasına ilişkin kafa yormalıdırlar.
Ulusal özgürlük için açık ve net bir proje
Elbette Kürtler Türkiye’de demokrasi yönünde atılan her çabayı desteklemeye devam edecektir. Ancak demokrasi mücadelesiyle Kürt meselesinin çözülmeyeceği hem kendi deneyimlerimiz hem de dünya örnekleriyle sabittir. Sorun şu ki Kürt meselesini çözmeyen bir Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesi imkânsız gibi bir şeydir. Çünkü Kürt meselesi bir pranga gibi Türkiye’nin ayaklarına dolanmıştır. Boşuna “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” denilmemiştir.
Bu çerçevede Kürtlerin özgürlük mücadelesinin aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi olduğunu söylemek abartı değildir. Kürt halkının özgürleşmesi Türkleri de kölelik zincirlerinden kurtaracaktır.
Bu noktada Kürt ulusal demokratik güçlerine düşen görev konusuna gelmek istiyorum.
Önümüzdeki dönemde Kürt ulusal demokratik güçlerinin en büyük genişlikte bir özgürlük projesi etrafında bir araya gelmeleri tarihi bir değer taşır.
Söz konusu özgürlük projesi şu nirengi noktaları üzerine inşa edilebilir.
1-Kürt halkı bundan böyle ilkesel olarak şiddeti dışlayan açık, legal ve meşruiyetçi bir mücadele tarzı benimsemelidir. Yüzyıllık deneylerimiz bunun hem halkımızın bir bütün halinde ulusal özgürlük mücadelesine katılımını kolaylaştıracağını, hem de uluslararası planda haklı davamıza daha çok destek sağlayacağını göstermektedir.
2-Kürt dili, kültürü, ulusal ve tarihi değerleri yaşatmak ve bunları yasal ve anayasal güvenceye kavuşturma yönündeki topyekûn bir seferberlik yeni dönemde özgürlük projesinin ana dayanağı olmalıdır.
3- Gelinen aşamada Kürt ve Kürdistan meselesinin bütün yalınlığı ve netliği ile projelendirilmesi son derece önemlidir. Sorunun odak noktasının Kürlerin ülkeleri Kürdistan’da kendilerini özgürce yönetmeleri olduğunun altı çizilmelidir. Kürdistan’ın Türkiye içinde federal bir yönetim/bölge olarak yer alması ya da bağımsız bir devlet olarak inşa edilmesi ikincil bir konu olarak tespit edilmelidir.
4. Son birkaç on yılda Kürt meselesinin Kürdistan meselesi yönünde dönüştüğü ve bu bağlamda bölgesel ve küresel bir boyut kazandığı apaçık ortadadır. Başka bir ifade ile Kürdistan’ın bölünmüş parçalarının kaderi hiç olmadığı kadar birbirine bağlanmıştır. Bu durum aynı zamanda bütünlüklü, bütünleşik bir Kürdistan politikası oluşturmayı gerektirir.
Ve elbette diplomatik alandaki çalışmalar hayati bir önem kazanmaktadır.
5- Ulusların özgürlük mücadelesinde iç ve dış faktör ayrımının anlamsızlaştığı, hatta dış faktörlerin iç faktörlerden daha çok önem kazandığı günümüz dünyasında Kürtler uluslararası destek meselesi üzerine yeniden düşünmeli, bu konuyu önceliklerinin ilk sırasına yerleştirmelidirler.
Elbette bir halkı kurtuluşa götüren kolay bir yol yoktur.
Ancak barışçıl, demokratik ve meşru temelde, ulusal özgürlüğü için ayağa kalkıp seferber olmuş Kürt halkının mücadelesini hiçbir güç durdurmaya yetmeyecektir.