
Dinleri
belirli milliyetlere indirgemeye alışık Türk- İslam sentezci zihniyet; dinsel
inançların insanlık tarihi kadar eski olduğunu; şimdiki Musevilik,
Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi semavi (!) dinlerin geçmişinin sadece 2000
küsur yıla dayandığını; milletlerin genellikle dönemsel olarak din
değiştirdiklerini; nitekim aynı şeyin Türkler için de geçerli olduğunu ve
geçmişte Hazar Türkleri’nin hemen bütünüyle Musevi – yani kendi deyimleriyle
Yahudi- olduklarını keza Türkî topluluklar genellikle Müslümanken Doğu
Avrupa’daki Gagauz, Yakut ve Çuvaş Türkleri’nin Hıristiyan olduğunu, Azerbaycan
ve İran’dakilerin ağırlıkla Şii olduğunu yine Anadolu’dakilerin bir bölümünün
Kızılbaş/ Alevi olduğunu görmezlikten gelerek, Kürt yurtsever ve
milliyetçi önderlerine çeşitli hırkalar giydirmeye çalışmaktadırlar.
Özellikle
Güney Kürdistan’dan İsrail’e geçen “Kürt Yahudiler’in Halk Edebiyatı”konusunda
bir çalışma yapan ve çalışması Türkiye’de de yayımlanan Prof. Dr. Jona
Sabar’dan yola çıkarak, Kürt ulusal hareketinde önemli bir yere sahip olan Barzanîler’i
-sözde itibarsızlaştırma adına- bir dosya konusu yapan Türk- İslamcı Tarih
ve Düşünce Dergisi, konuyu şu başlıkla işlemişti: “ Mühtedilikten
Osmanlı’ya, İngilizler’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne İsyana... Hahamların
Torunları Barzanîler” (Agd, Sayı:12/2002).
Güney
Kürdistan konusunun tüm yakıcılığıyla gündemde olduğu yıllarda bu yayın, büyük
yankı yapmış ve Türk basınına konu olmuştu. Yazı, şu sunuşla veriliyordu: “Kaliforniye
Üniversitesi İbranî Dili Profesörü Yona Sabar’ın ilginç iddiasına göre,
özellikle ünlü Barzanî ailesinden gelen hahamlar Kürdistan’ın birçok yerinde
dinî çalışmalar ve eğitim için merkezler kurmuşlardı. (...) Kürtçe konuşan
Yahudilerle ilgili ilk ciddi çalışmaları, kendisi de Kürtçe konuşan bir Yahudi
olan Yona Sabar yapmıştı.” (Agd. s. 16)
Makaleyi
kaleme alan Ahmet Uçar, Hakkari’ye yakın Barzan köyüne yerleşen ve
burada bir dergâh (tekke, zaviye) kuran Barzanîler’in elden ele dolaşan gizli
kitapları bulunduğunu, domuz eti yediklerini ve İslamiyete karşı olduklarını;
tam olarak ne zaman din değiştirdiklerinin bilinmediğini ancak Nakşibendiliğin “Halidiye”
koluna mensup olduklarını söylüyor.
Öncelikle
belirtelim ki; diğer birçok halk gibi Kürt halkı da “çok dinli ve inançlı” bir
halktır. Semavi dinlerden önceki bilinen dinleri Zerdüştilik iken sonradan
birçok din ve inanca mensup olmuşlardır. Zerdüştiliğin en yakın devamcısı olan
din Êzidîlik’tir. Zaten, bu dinin kuramcısı olan Şeyh Adi de Hakkari
yöresindendir.
1991’de
yayımladığımız Prof. Dr. Martin van Bruinessen’in “Ağa, Şeyh ve Devlet/
Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi” kitabını görmüş olsa da,
Kürdistan’daki dinsel yapılanmaya ve gizli dinleri bilmeyen Yazar, İngiliz
diplomat Edmonds’tan ve Fransız yazar Kutschera’dan giderek şu
anekdotu aktarıyor:
“1922’de
Barzaniler’in ileri gelenlerinden biri, (Biz Barzaniler Tanrı’ya ve
insanın temiz olması gerektiğine inanıyoruz. Fakat Kuran’ı anlamıyoruz. Araplar’ın
kitabıdır. Atalarımızın önceleri Hıristiyan olduklarına inanıyoruz. Ve Biz Barzaniler dua etmiyoruz.
Ramazanda oruç tutmuyoruz) diyordu. Molla Mustafa Barzani’nin yakın
dostu İngiliz diplomat Edmonds’un kitabında anlatıldığına göre Barzaniler’in
elinde, şeyhten şeyhe gösterilen gizli ve gizemli bir kitap bulunmaktaydı. Kutschera, hâlâ Mesud Barzani’nin
elinde bulunan kitaptan söz etmektedir.” (Agd,
s. 22)
Oysa,
yazar bizim 1997’de yayımlanan “Alevilik ve Kürtler” ve “Êzidi-
Kızılbaş- Yaresan Kürtler/ Belgelerle Kürdistan’da Gizli Dinler” gibi
çalışmalarımızı görseydi; Serhad bölgesinden başlayarak Şengal’a, oradan Rojava
istikametinde Akdeniz’e kadar olan hatta yaşayan Kürtler’in kahir ekseriyetinin
yakın geçmişe kadar Êzidî kökenli olduğunu, sözkonusu gizli kitapların
da onların kutsal kitapları olduğunu anlayacaktı. Aynı coğrafyada yaşayan Yaresan
Kürtler’in, dini önderlerince kaleme alınmış kutsal kitaplarının da son
derece sınırlı olarak yayımlanmış olduğunu görecekti...
Yine
bu noktada bir anımı aktarmak isterim. Ünlü Kürdolog Bruinessen’in bir
yazısı ile sözkonusu önemli kitabını, Türkiye’de ilk kez yayımladıktan sonra,
aldığım cezalar üstüne Almanya’ya çıkmıştım. Yeni geldiğim aylarda beni
Hollanda’daki evine davet etmişti. Birlikte olduğumuz beş gün boyunca sürekli
sohbet ediyorduk. Bana, daha çok Alevilik ve bâtıni inançlar konusunda sorular
soruyordu. Yararlı bir görüşme olmuştu. Ayrılırken, aynen şunları söylemişti:
“Mehmet
Dost, biliyor musun seni niye özellikle davet ettim? Beni, Türkiye’de ilk
tanıtan insansın, bu nedenle sana manevi bir borcum vardı. Ayrıca, eskiden beri
Kürdoloji’nin yanısıra Alevilik konusunda da çalışıyorsun ve kendin de
Alevisin. Biz, dışardaki insanlar ne kadar Alevilik üstünde çalışmış olsak da,
Alevi kökenden gelen, Aleviliği duyumsayan ve içselleştiren bir araştırmacı
kadar konuyu algılayamayız ve ortaya koyamayız. Bu nedenle hem ziyaret hem
ticaret kabilinden seni davet ettim; iyiki etmişim, hem özlem giderdik hem de konuyla
ilgili düşüncelerim daha da temellendi ve yerine oturdu. Bundan dolayı da sana
teşekkür borçluyum...”
Demem
o ki, konuyu doğru algılayabilmek için öncelikle Kürt coğrafyasının dinsel-
inançsal kültür dokusunu, Kürt İslamı’nın ayırıcı özelliklerini ve Güney
Kürdistan’dan İsrail’e göçen “Musevi/ Yahudi Kürtler” gerçeğini bilmek gerekir.
(Jona Sabar’ın çalışması dışında bu konuda bkz. Pamela Wanda Clare Sguires: Dance
and Danse Musik of Iraki Kurdish Jews in İsrail/ İsrail’deki Iraklı Kürt
Yahudiler’in Dansları ve Dans Müziği, Kaliforniya Üni. Master
çalışması- 1975; M. Bayrak: Kürt Müziği, Dansları ve Şarkıları
içinde, Özge yay. Ank- 2002, s. 289).
Öte
yandan, geçmişten beri İslam Halifelerinden ve Osmanlı Halife- Padişahlarından
çok çekmiş olan Bâtınî Kürt topluluklarının, İslam’la çelişkilerine vurgu
yapmalarında anlaşılmayacak birşey yoktur. Nitekim, başta Êzidi Kürtler olmak
üzere bölge insanı üzerinde “ihtida” uygulaması yapan II. Abdülhamid’in zorla
din değiştirtme politikası bilinmeden, Barzaniler’in neden -yazarın dediği gibi
mühtedi değil- “muhtedi” oldukları anlaşılamaz!.. Keza, yazarın Kürt
yurtseverlerine ve millîcilerine düşmanlıkla tanınan ve Şeyh Abdüsselam Barzani’yi
idam ettiren Diyarbakırlı Musul Valisi Süleyman Nazif’e övgüler
dizmesini anlamak da zor değil... Daha o, Kerkük Valiliğine atandığında, aynı bölgeden
Kürt şairi Şeyh Rıza Talabani; “Kerkük oldu vilayet/ Süleyman ana
Vali/ Veyl size ahali” dememiş miydi?..
Türk-
İslamcılar’ın anlamadığı konulardan biri de; Kürt yurtsever hareketinin 19.
Yüzyılın son çeyreğinden itibaren evrilerek Barzani, Berzenci ve Talabani
gibi dini misyonu olan aileler öncülüğünde yürütüldüğüdür.
“Türk-
İslamcılar”a Göre Bedirxanlar Da Kürt Değil!..
Barzaniler’le
ilgili yayının bir hayli köpürtülerek yayılmasından sonra, aynı dergi bu defa
da, 19. Yüzyılın başlarından itibaren Kürt yurtsever ve milli hareketinin en
önemli öncülerinden Bedirxanlar’ı sözde itibarsızlaştırmak için;
bu kez Dündar Alikılıç adında biri, “Tarih zincirinin
Güneydoğu’daki kayıp halkasını bulunca, Kürtçülük hareketinin öncüsü Bedirhan
Bey ve aşiretinin söy kökü ortaya çıktı: Kürtçülük Hareketini Başlatanlar Kürt
Değildi!” ser-levhasıyla, bu kez Bedirxanlar’ın Abbasiler’den
geldiğini ve “Arap” olduklarını müjdeliyordu!.. (Bkz. Tarih ve
Düşünce Dergisi, Sayı:65/ 2006)
Yazar,
“bir döneme damgasını vuran Abbasiler’in, Hazret-i Muhammed’in amcası
Hazret-i Abbas’a nisbetle ön plana çıktığını, hatta Ehl-i Beyt’ten (ev halkı,
MB) sayıldıklarını” vurguladıktan sonra; “Abbasi hanedanına mensup Hakkari
Beyleri’nden Melik İmadüddin’in buraya yerleşip, merkez yaptığını”ve bunlara
köyün adına nisbetle “İrisan Beyleri” dendiğini söylüyor. (Agd,
s. 17-18)
Atatürk
Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olduğu anlaşılan yazar, Hakkari bölgesinde
kurulan bu Mirliğin bünyesinde Kürt ve Türk Müslümanlar ile Nasturiler’in
birlikte yaşadıklarını; bu kolun Şerefnâme’de “Abbasoğulları”
olarak ünlendiklerini söylemektedir. Bir defa yazar, “Abbasiler”e nisbetle
yapılan bu nitelendirme doğruysa, bunun etnik değil “dinî” bir
nitelendirme olduğunu algılayamamış. Çünkü Alevi mürşidlerinin ve pirlerinin
kendilerini 12 İmamlar’dan Hz. Hüseyin soyundan gelme “Seyid”
kabul etmeleri gibi; Şafii tarikatlara bağlı din önderleri de kendilerini Hz.
Hasan soyundan gelme “Seyda” olarak nitelendirirler. Dahası,
daha 20. Yüzyıl başlarında Alman araştırmacı Dr.Hugo Grothe’ye bir
mülakat veren komşu köylümüz, Hakikatçı Alevi Momkî Kosa’nın dediği
gibi; Aleviler öncelikle “Haq- Ali- Hüseyin” teslisine yani
üçlemesine ve Ehl-i Beyt soyundan gelen 12 İmamlar’a sahip
çıkarlar; bunlarla yetinmeyenler yine Ehl-i Beyt’ten kabul edilen Abbas’a
da başvurabilirler. (Bkz. M. Bayrak: Alevilik ve Kürtler; Özge
yay. Ank. 1997, s. 380).
Ali’den
başlayarak Muhammed Mehdi’ye kadar, aralarında yaklaşık 300 yıllık bir süreçte
yaşamış bu İmamlar’ın ortak paydası, tümünün İslam Halifelerince katledilmiş
olmasıdır. Tıpkı, “14 Masumpaklar” olarak adlandırılanların
tümünün 7 yaşına varmadan katledilmiş çocuklar olması gibi... Zaten Şafiilik
içinde mütalaa edilen İslâmi Kürt tarikatların kuramcılarının hemen tümü bir
biçimde katledilmişlerdir. Tacü’l- Arifîn Ebu’l- Vefa-yı Kürdî’den ve Sühreverdi
ile Nasır-ı Hüsrev’den buyana hep böyle olmuştur... Bu nedenle, bu
inançlardaki “mağduriyet ve mazlumiyet” kültü bilinmeden konu kavranamaz.
Yazar,
bir yerde de, 19. Yüzyıl Osmanlı tarihinde Cizre Beyi Bedirhan Bey faktörünün
çok önemli olduğuna vurgu yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bedirhan
Bey, Bitlis Emiri Şerefhan’ın torunlarından olması hasebiyle İrisan (Hakkari)
Beylerinin amcazâdesidir, Kürt değildir. Abbasi hânedanından olması hasebiyle
Arap’tır.” (Agd, s. 19)
Üstte
gerekli açıklamalar yapıldığı için, bu iddialar üzerinde durmaya gerek
görmüyoruz. Yazar, burada da 16. Yüzyılda yazılmış ünlü Kürt tarihi “Şerefnâme”nin
yazarı Şerefxan’ı da dolaylı olarak Kürtlük’ten çıkarıyor. Bazılarının,
Şerefnâme’nin Farsça olarak yazılmasından dolayı onu Fars yapmaları örneğinde
olduğu gibi... Şunu özellikle vurgulayalım ki; Bedirxanlar, 19. Yüzyılın
başlarından itibaren yarı- bağımsız konumlarını korumak amacıyla Osmanlı’ya
direnmiş ve sonraki süreçte de Kürt ulusal- demokratik hareketine son derece
önemli katkılar sunmuş bir ailedir. (Konunun ayrıntıları için bkz. Dr. Celilê
Celîl: 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler; Özge yay.
Ank. 1992).
Bu
vesileyle, Kürtler’in kurdukları hanedan- devletleri konusunda geçmişten buyana
çok sayıda araştırma yapıldığını belirtelim. 13. Yüzyıla tarihlenen “Tarih’l-
Devletü’l- Ekrad”da (Kürt Devleti Tarihi) anlatılan Eyyubi Kürt
Devleti dahil; çeşitli Osmanlı tarihlerinde ve 19. Yüzyılın son çeyreğinde
yayımlanan “Kâmusü’l- Âlâm”a kadar birçok eserde Kürt hanedan-
devletleri anlatılır. Nitekim, Türk Devleti’nin 1945/46’da hazırlattığı “Kürtler”le
ilgili bir gizli çalışmada da; birçok Kürt hanedan- devleti anlatılır. Ş.
Sami’nin sözkonusu eserinden yola çıkan raportör- yazar, “Tarih, onuncu
asırdan itibaren Garbi Asya’da müstakil fakat daima muvakkat devletler kuran
müteaddit Kürt ve hükümdar sülâleleri kayıt eder” dedikten sonra şu
devletlerin ismini sıralar: Şeddadi, Hasnaviye, Mervaniye, Eyyubiye devletleri.
(Bkz. M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Özge
yay. Ank. 2. Bas. 2013, s. 50-52).
Bilindiği
gibi; ilk kez “Kürd” ve “Kürdistan” maddelerini çevrimyazılarını yaparak
üstteki eserimizde yer verdiğimiz Ş. Sami’nin ansiklopedik- sözlüğünün Kürtler’e
ve Kürdistan’a ilişkin maddelerinin tümü çevrimyazı ve dipnotlarla daha sonra Mehmet
Emin Bozarslan tarafından “Tarihteki İlk Türkçe Ansiklopedide
Kürdistan ve Kürdler” (Deng yay. İst. 2001, 316 s.) adıyla yayımlandı.
Bunlarla
benzeri kaynaklardan yola çıkarak, akademisyen Hamid Akın Ünver,
kendisiyle yapılan bir konuşmada; “Kürtler’in birçok devlet kurduğunu ancak
bunların çeşitli nedenlerle uzun süre yaşamadığını” söylüyor. Yazar, yeni
süreçte 1922-24 yılları arasında Şeyh Mahmud Berzenci öncülüğünde Güney
Kürdistan’da kurulan Kürdistan Krallığı ile Qazi Muhammed
öncülüğünde 1945-46 yıllarında Doğu Kürdistan’da kurulan Mahabad Kürt
Cumhuriyeti’ni buna örnek olarak veriyor. (Bkz. Behice Tezçakar: Kürtler
Devlet Kurdu, Uzun Süre Yaşamadı; Atlas Tarih, Sayı:8/ 2011). Tarihte
kurulmuş Kürt mirlikleri üzerine de birçok çalışma yapılmış bulunuyor. Metin
Atmaca editörlüğünde konuya bir dosya ayıran Kürt Tarihi Dergisi
(Sayı:20/2015), şu incelemelere yer veriyor: M. Atmaca: Kürt Mirlikleri;
İsmail Şems: Şeddadiler (951- 1199); Sinan Hakan: Müküs
Beyliği; Sedat Ulugana: Abdal Han Dönemi (1618- 1664); M.
Atmaca: Babanlar; Berbang Henning: Kürt Öncüleri ve Osmanlı
Serüvenleri/ Osmanlı’nın Son Döneminde Bedirhan Ailesi. Ayrıca bkz.
Önder Beyter- Rêzan Ekinci: Aziz Efendi’nin Islahatnâmesi ve Kürd
Emirlerinin Muktedir Zamanları (Sayı:2/ 2012); Rohat Alakom: Kürt-
Rus İlişkileri Tarihinde Şemseddinov Kürtleri (Sayı:1/ 2012); Dr. Kaws
Kaftan: Babanlar’dan Sonra Soranlar ve Botanlar; Jiyana Nû, Şubat-
1995; Mustafa Ateş: Osmanlı Döneminde Kürt Beylikleri; Newroz,
4/1994; Kaleciwan: Çemişkezek Hükümdarlığı; Deng,57/2000; M. Ciwan: Amasya
Emirliği.
Kürtler’de
Milliyet ve İstiklâl Fikrinin İlk Temsilcisi: Ehmedê Xanî
Ehmedê
Xanî ile ilgili ilk bilgilerim, M. Emin Bozarslan’ın
1968’lı yılında yayımladığı “Mem û Zîn” mesnevisi ile başlamıştı.
1970’li yıllarda Celadet Bedirxan’ın M. Kemal’e gönderdiği Açık
Mektup, Nuri Dersimi tarafından latinize edilerek, Mehmet Elbistan
tarafından 1970’li yılların başlarında önce Almanya’da yayımlanmış, ardından da
Komal Yayınevince Türkiye’de yayımlanmıştı. Burada C. Bedirxan’ın, Ehmedê
Xanî’yi “Kürtler’de Milliyet cereyanının ilk mübeşşiri” yani “öncü-habercisi”
olarak sunması ve Kürt meselesinin “Kürt mîrlerinin 16. Yüzyılda Osmanlı’ya
bağlanması” ile başladığı yolundaki belirlemesi, son derece dikkatimi
çekmişti.
Aynı
belirlemenin, daha da açımlanmış olarak 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde Türk
Devletince hazırlatılan gizli bir Kürt raporunda da yer alması, düşüncelerimi
daha da temellendiriyordu. Burada aynen “Kürtler’e milliyet ve istiklâl
fikir ve aşkını ilk defa telkin eden, meşhur Kürt şairi Ahmedê Hanî’dir”
deniyor ve Mem û Zîn’den birçok örnekler veriliyordu. (Bkz.
Nesimi Fıratlı (Mehmet Bayrak): Resmi İdeolojinin Sunduğu Gerçekler ve
Kürt Ulusal- Demokratik Hareketleri; Deng dergisi, Sayı: 11,12,13/ 1991
ve Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri/ Gizli Belgeler-
Araştırmalar- Notlar; Özge yay. Ank. 1993, 2. Bas 2013, s. 79-82).
Kitap
yayımlandıktan sonra gönderdiğim kişilerden biri de, Cumhuriyet gazetesi köşe
yazarlarından İlhan Selçuk’tu. Uzunca bir açıklayıcı ithafla gönderdiğim
kitaba cevap, birkaç gün sonra köşesinde verilmişti... Köşe yazarı, 5 Kasım
1993 tarihli köşe yazısında bizi “3’üncü Bin Yılın Eşiğinde Kürtçülük Yapmak”la
suçluyordu. Oysa, ithaf yazısında; modern anlamda milliyetçilik akımları 18.
Yüzyılın sonlarında Fransız Devrimi ile başlamakla birlikte, ünlü Kürt şairi
Ehmedê Xanî’nin daha 17. Yüzyılda “vatanseverlik bağlamında Kürt
milliyetçiliği”ni eserinde terennüm ettiğini söylemiştim... Dahası, bu
gerçekliği çok savunduğu Kemalist Cumhuriyetin ideologları da itiraf
ediyorlardı... Bizi, ırkçılık yapmakla suçlayan İlhan Selçuk, daha önceki bir
yazısında da “Barzani ile Türkeş’i özdeşleştiriyor ve ikisinin de ırkçılık
yaptığını” iddia ettiği için, Kürt aydınlarınca ağır biçimde suçlanmıştı.
Zaten, biz de ilk kez Azadi gazetesinin 79. Sayısında, ardından
da Kürdoloji Belgeleri- I kitabımızda yayımladığımız “Mem û
Zîn’de Kürt Milliyetçiliği Dolayısıyla İlhan Selçuk’a Açık Mektub”umuzda,
konuyu detaylı olarak irdelemiştik. Kendisine, “Şeyh Said Ayaklanması”
konulu yazıdizisinden dolayı salt maddi yanlışları dolayısıyla ayrıntılı cevap
verdiğimiz (Deng dergisi, Sayı:134/ 1991) köşe
yazarlarından biri de Uğur Mumcu idi. Mumcu, cevap üzerine kitabını
“Kürt- İslam Ayaklanması” adıyla yayımlamıştı...
Burada,
M. Kemal’in isteğiyle Türk resmi ideolojisinin propagandasını yapmak
üzere Yunus Nadi yönetiminde yarı-resmi bir yayın organı olarak kurulan
Cumhuriyet gazetesinin 1920’li yıllardan itibaren serüvenine girecek değilim.
Bu gazetenin bir yönüyle resmi, bir yönüyle yarı- resmi bir basın organı
olarak, Türk- İslam belgisinin doğrudan yer aldığı 1924 Anayasası’ndan itibaren
nasıl çokpartili sisteme, sosyalist dünya görüşüne ve Kürtler’e savaş açtığını
anlatacak olsam, ayrı bir kitap yazmam gerekir. 1925’te Türkiye genelini
kapsayan açık Takrir-i Sükûn Kanunu (Sus Yasası) ve doğrudan Kürt
halkını hedefleyen gizli Şark Islahat Planı’nın en güçlü savunucusu
olduğunu; 13 yıl hapis yatan Nazım Hikmet’i nasıl aşağıladığını, buna
rağmen özellikle 1960’dan sonra “sol” bir söylemle Sosyalist kesimi nasıl
yanına çektiğini görmek isteyenler, Emin Karaca’nın “Cumhuriyet Olayı” kitabı
ile şu yazıya bakabilirler: “Faşizmin Truva Atı: Cumhuriyet”,
Newroz gaz. Sayı:4/ 1994.
Salt,
bugün bayraklaştırdığı Nazım Hikmet, 1950 affının dışında bırakıldıktan
sonra, kamuoyu baskısı üstüne 1951’de serbest bırakılıp Sovyetler Birliği’ne
çıktıktan sonra Cumhuriyet’in yaptığı fotoğraflı yayını okursak zaten durumu
anlamış oluruz: “Bu fotoğrafı sütunlarımıza geçirirken şair Eşref’in
Abdülhamid’e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye (resmini tektsir
ettirip dağıt ki, millet doya doya yüzüne tükürsün) mealindedir. Biz de
yukardaki resmi, Nazım hesabına aynı gayeyle basmış bulunuyoruz.”
(Bkz. Newroz gaz. Sözkonusu yazı).
Hiç
unutmam, 1989’da ikinci kez tutuklandığımda, TİP ve TKP’nin birleşiminden
oluşan Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nden bir heyet Türkiye’ye gelmiş ve
bir süre gözaltında tutulduktan sonra tutuklanmıştı. Bunların en yaşlısı olan Mahmut
Bozışık, Cezavine öncelikle gönderilmiş ve 15 günlük Emniyet gözetiminin
ardından Cezavinde girdiğimiz 25 günlük açlık grevinin ardından kaldırıldığımız
Cezaevi Revirinde kendisine sahip çıkmıştık. Bozışık, şu anısını aktarmıştı: “1925
yılından bir süre önce bizi Ankara Hükümeti bilgi ve görgümüzü artırmak,
gerçekte Sovyetler Birliği’ne yaranmak için bu ülkeye göndermişti.
Döndüğümüzde, Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılmış ve tümümüz tutuklanmıştık!..”
Bozışık, özellikle bu aşamada Kürt kimlikli partilerle ittifak yaptıkları ve
Kürt sorununu proğramlarına aldıkları için tutuklandıklarını da sözlerine
ekliyordu.
Tutuklanmama
gerekçe yapılan yazı da, “Nazım Hikmet ve Türk- Kürt Halklarının
Kardeşliği” konulu yazımdı. Bu yazı, 1988 yılında önce 2000’e
Doğru Dergisi’nde imzasız olarak yayımlanmış, derginin merkezinin
bulunduğu İstanbul’da dava konusu olmuş ve beraat etmişti. Bunun üzerine, kendi
imzamla o tarihte yayımladığımız Özgür Gelecek Dergisi’nde
yayımlayınca, tutuklanmıştım.
Yazı,
Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın, Dr. Kamuran Bedirxan’ın
eşiyle akrabalığı dolayısıyla 1962’de Nazım’ın, belki de son mektuplarından
biri olarak Kamuran Bey’e gönderdiği ünlü “Mektup” üzerine
kurgulanmıştı. Nazım burada, Kürtler’in “Milli Mücadele”ye katkılarına rağmen,
demokratik haklarının nasıl red ve inkâr yoluyla gasbedildiğini anlatıyor ve
iki halkın birlikte mücadelesini savunuyordu...
Dönemsel
politikalar yürüten Türk Devleti, 2. Dünya Savaşı bitimi, Kürtler ve Kürt sorunu
üstüne bir çalışma yapmayı kararlaştırıp; konuya ilişkin tüm dokümanları emrine
vererek, dönemin İçişleri Bakanlığı’nı görevlendiriyor. Bakanlık da, bu konu
için uygun bulduğu, geçmişte Kürdistan’da valilik de yapmış olan ve birkaç dil bilen
Mülkiye Başmüfettişi Ahmet Hasip Koylan’ı görevlendiriyor. Özellikle, 1925
Kürt İsyanı üzerinde yoğunlaşan bu çalışmada, Kürtler’in tarihini ve
milliyetçilik hareketlerini işlerken, 17. Yüzyılın ünlü Kürt şairi Ehmedê
Xanî’nin “Mem û Zîn”indeki yurtsever ve milliyetçi
düşüncelere dikkat çekerek, hem 1919’da Müküslü Hamza Bey’in “Dibaçe”si
ile yayımlanan yayınına, hemde eserin, 1969’daki yayınında M. E. Bozarslan’ın
sansürlemek zorunda kaldığı “Derdimiz” bölümünün tümüne yer
veriyor.
Resmi
raportör, bu bölümde özellikle bazı cümlelerin altını çiziyor: “ Bizden
çıksın cihanı fethedecek bir fedakâr/ Bundan bize bir padişah meydana gelsin/
Eğer bizim bir padişahımız olsaydı/ Allah ona layık bir taç verseydi/ Ona bir
taht tahsis ederdik/ Bize bir şans tecelli ederdi/ Onun bir tacı yetimleri
teselli edecekti/ Bizi biçarelerin elinden kurtaracaktı/ Bu Rumlar ile Türkler
bize hâkim olmaktan el çekecekler/ Memleket Türk ve Acemler tarafından/ Mağlup,
aşağılanmış ve köle olmaktan kurtulacaktı/ Arap illerinden Gürcistan’a kadar
bakınız/ Kürtler bir kale gibi durmaktadırlar/ Bu Türkler ve bu Acemler onların
arkasına sıralanmışlardır/ Kürtler onları dört taraftan sarmıştır/ Ve her iki
taraf bu milleti kaderin oku için bir av saymışlardır/ Denilebilir ki, onlar
sınırların anahtarlarıdır/ Onlar hasımlarının herbirini sımsıkı bir baraj gibi
tutmaktadırlar/ Rum’un (Osmanlı) denizi ve Acem’in okyanusu kabarıp
dalgalanınca/ Bütün Kürtler kana bulanmaktadır/ Onları zorla birbirinden
ayırmaktadır/ Eğer birbirimize bağlılık gösterirsek/ Rumlar ve Acemler’in hepsi
bize uşak gibi hizmet edeceklerdi/ Din ve devleti en yüksek zirvesine
ulaştıracak, fen ve marifet kazanacaktık...” (Bkz. M. Bayrak: Kürtler
ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank. 1993, 2. Bas. 2013,
s. 79-81).
Anlatımları
aktaran resmi raportör, şu haklı belirlemede bulunuyor: “Ahmedê Xanî’nin
serptiği bu milliyet tohumları, Kürt milletinin kuraklığı içinde mahvoldu.”
Baskın
Oran ve Martin van Bruinessen’in Şaşkınlığı
Ehmedê
Xanî’den giderek yakın geçmişte Kürt ulusal hareketlerine ilişkin yazılarımı
1989/1990 yıllarından itibaren “Nesimi Fıratlı” takma ismiyle
Deng ve Berhem dergilerinde yayımlamaya başlamış ve 1993’te üstteki kitabımda
değerlendirmiştim. Milliyetçilik konusunda çalışma yapan Prof. Dr. Baskın Oran,
birgün bize de çeviri yapan bir master öğrencisiyle büromuza gelmiş ve uzun bir
sohbetten sonra sözkonusu kitabı kendisine imzalamıştım. Bir süre sonra tekrar
gelen Baskın Hoca, gördükleri karşısında şaşırmış ve şöyle demişti: “Yahu
Mehmet Beyciğim, eğer Ahmedi Hani’nin sözlerinin kaynaklarını kendi gözümle
görmesem, inanılacak gibi değil, belki Mehmet Bey kendisi uydurmuş diyecektim.
Tabii, senin de söylediğin gibi, buradaki vatanseverlik bağlamında bir Kürt
milliyetçiliği ama yine de gerçek kaynaklarını görmesem inanmayacaktım!..”
Daha
sonra, Baskın Hoca çalışmalarını yürütürken kitaplığımdan ve arşivimden
de yararlanmış; gizli rapordan alınan bölümleri tek- tek bana işaretletmişti.
Bir süre sonra, ortak bir kitap projesi önermiş ancak benim 1994 yılı sonlarına
doğru çıkmak zorunda kalmam yüzünden bu gerçekleşememişti.
Baskın
Hoca gibi, Ehmedê Xanî’nin daha 17. Yüzyıldaki bu söylemi karşısında
şaşıranlardan biri de, Hollandalı Kürdolog Prof. Dr. Martin van Bruinessen’di.
O da,1995’te İsveç’te Kürt Yazarlar Derneği’nin düzenlediği “Xanî’nin Mem û
Zin’inin 300. Yıldönümünü Anma Konferansı”na bir bildiri ile katılıyor ve
şaşkınlığını şöyle dile getiriyordu: “Mem û Zîn’in girişinde belli
beyitler adeta üçyüz yıl önce değil de erken dönem 20. Yüzyılın milliyetçileri
tarafından yazılmış gibi, modern bir tınıya sahiptir. Xanî, bir Kürt milli
devletine çağrı yapıyormuş gibidir. Gerçekten, ben bir süre bu sözlerin Xanî’ye
ait olmadığından, kanımca modern, çok sonraki bir metin yazarınca eserine ilave
edildiğinden şüphelendim. Ama bu sözler en eskisi 1731-32’de, yani modern
milliyetçiliğin Ortadoğu’da ortaya çıkışından epeyce önce yazılmış, dokuz
farklı elyazması metne dayanan, M. A. Rudenko tarafından hazırlanan
bilimsel baskıda da ortaya çıkmaktadır. Öyleyse, onları yazan Ehmedê Xanî’nin
kendisi olmalıydı.” (Bkz. Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn’i ve Kürt Milli
Uyanışının Ortaya Çıkışındaki Rolü; Ed. Abbas Vali: Kürt
Milliyetçiliğinin Kökenleri Üzerine Çalışmaları” içinde, Avesta yay.
İst. 2005, s. 63-82 ve Dipnot Dergisi, Sayı:1/ 2010).
Martin,
bildirisinin devamındaysa; Ehmedê Xanî’nin açtığı bu çığırda ilerleyen en yakın
takipçisi olarak da, 1817- 1897 yılları arasında yaşayan Güney Kürdistan’lı
ünlü şair Hacî Qadirî Koyî üzerinde durur ve şunları aktarır:
“Bedirhan
ailesi onu çocukların özel öğretmeni olarak işe aldı. Kendisi mütevazi bir
kökene sahip, Hacî Qadir bu asil aileye hizmet etmekten gurur duymuş
gözükmektedir. Şiirinin milliyetçi boyutu belki de Bedirhanlar ile bu
ilişkisine çok şey borçludur; diğer yandan, Bedirhanlar’ın genç nesli Hacî
Qadir’in milliyetçiliğinden etkilenmiş gözükmektedir. Qanatê Kurdo’ya
göre, Bedirhanlar yoluyla Hacî Qadirî Koyî ilk kez Ehmedê
Xanî’nin eserleriyle karşılaştı. Onun kendi şiiri açıkça Ehmedê Xanî’nin
etkisini göstermektedir ve hakikaten Ehmedê Xanî Kurmanci için ne ise Hacî
Qadir de Sorani edebiyatı için o anlama gelir; o milliyetçilerin
sonraki nesillerinin her zaman ilham için başvurabildiği ve şiirlerini kendi
milliyetçi hislerini ifade etmek için aktarabildiği bir selef idi.” ( Agy)
Bruinessen,
yazısının devamında Koyî’nin “yurtseverlik ve milliyetçilik”
temalı şiirlerinden örnekler verir. Bilindiği gibi; Mem û Zîn’in
Osmanlı toplumundaki ilk basılı yayını da, yine Bedirxanlar tarafından
1898’de yayına giren Kürdistan gazetesi üzerinden yapılır.
Bruinessen, Xanî’ye ilişkin bu önemli bildirisinin sonuç bölümünde
de şu görüşlere yer vermektedtir: “Sık sık milliyetçiliği yaratanın
milletler olmadığı, milleti yaratanın milliyetçilik olduğu düşüncesi
belirtilmiştir. Eğer Kürtler bir ulusu teşkil ediyorsa, bu Kürt milliyetçi
hareketinin başarılarından biridir. Ehmedê Xanî’nin gerçekten, en
azından terimin modern anlamıyla, bir milliyetçi olmadığını savundum. Ancak, onun eserinin, özellikle de Mem û
Zîn’in, haklı olarak ona (Kürt milliyetçiliğinin babası) dedirtecek
kadar, Kürt hareketinin gelişmesinin tüm safhalarında bir rol oynadığını
göstermeye çalıştım. Milliyetçilerin sonraki nesilleri Ehmedê Xanî’nin eserinde
kendi fikirlerini keşfedebildi...” (Aynı yerde).
Aynı
Konferansta; şimdi aramızda bulunmayan Doğu Kürdistan’lı akademisyen Amir
Hassanpour da, Ehmedê Xanî’de ve Hacî Qadirî Koyî’de Kürt milliyetçiliği
ekseninde yine örneklemeli bir bildiri sunar: “Kürt Kimliğinin İnşası:
Yirminci Yüzyıl Öncesi Tarihsel ve Edebi Kaynaklar” (Aynı yerde).
Hassanpour’un
verdiği örneklerden birinde; Koyî, “Söyleyin bana xaneqalar (zaviyeler MB)/ Tüm
şeyhler ve tekkeler, ne işe yararlar?/Tembellik, mülk ve hazine biriktirmeyi/
Öğretmekten başka hiç bir şey/ Şeyhler ve mollalar bir kez olsun test
edilmezler/ Böylelerin arkasından
gitmeyin sakın/ Avrupa teknolojisi
mucizeler yarattı/ Eyfel kulesinin zirvesi göklere erişiyor/ Japon halkı bilim
ve teknikle/ Çin’e girdiler ve onu alaşağı ettiler... ” diyerek, Kürtler’i
dini safsatalara karşı uyarmakta ve Avrupa ile Japonya’nın ilerleyişine dikkat
çekmektedir.
Ehmedê
Xanî’nin Mem û Zîn’inin bu ve başka bir özelliğini, bundan
25 yıl önce “Devlet Mem û Zîn’den Neden Korkuyor?” konulu bir
yazımda ilk kez gündeme getirmiştim (Ronahi gaz. Sayı:23/ 1995). Burada, eserin
yukarda anlatılan özelliği dışında başka bir işlevini, yine 1925’te Şark
İstiklal Mahkemesi’nde yedek üye olarak, 1940’lı yıllarda da Kürdistan Umumi
Müfettişi olarak görev yapmış Avni Doğan’ın 1943’te hazırladığı “gizli”
Kürt Raporu’ndaki bir tesbite yer vermiştim. 1960 Darbesi’nden sonra
Temsilciler Meclisi Başkanlığı ve Senatörlük de yapan Avni Doğan, sözkonusu
raporunda şöyle diyordu: “Nakşibendi Şeyhlerinin, Ahmed-i Hani adındaki
tanınmış Kürt milliyetçi yazarının yazdığı Mem ve Zin adlı eseri, âyinlerden
sonra okutarak Kürtler’de milli duygu cereyanlarını uyandırmağa çalıştıkları
Şark İstiklal Mahkemesi tarafından tesbit edilmişti.”
Benzeri
belirlemeler, Kemalist ideologlardan Tahsin Uzer’e 1926 yılında
hazırlatılan “Kürdistan’da Tekkelerin İşlevi” konulu raporda da
ifade edilmektedir (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri- I, 1993,
s. 183- 193). Zaten, 1925’te çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu’yla Alevi-
Bektaşi dergâhları ile Şafiî tarikatlarına ait tekke ve zaviyelerin
yasaklanması da, Hanefilik ekseninde Türk- İslam ideolojisini egemen kılma
politikasının yanında, bu özelliklerinden dolayıdır. Ayrıca, 19. Yüzyılın son
çeyreği ile 20. Yüzyılın başlarında bu tür dini nitelikli önder aile ve
kurumların Kürt hareketlerindeki işlevi bilinmektedir.
Bu
nedenle, Hacî Qadirî Koyî’nin uyarısının, dini istismar edenlerle ulusal
hareketin ve bilimin önüne çıkarmaya çalışanlara olduğu açıktır. Bu nedenle
Koyî, Mem û Zîn’e, “Kitêba miletê me ya” yani “Mem û Zîn,
milletimizin temel kitabıdır” diyor. Zaten, Koyî’nin öğretmenlik yaptığı
Bedirxan ailesinin önemli temsilcilerinden Dr. Kamuran Ali Bedirxan’ın, 1930’lu
yıllarda Xanî’ye Hawar’daki (Sayı:2/ 1932) şu çağrısı bu
yüzdendir:
Bercîs
tu î tu, tu rêberê me,
Textê
te di dil û ser serê me.
Tirba
te ne ax e, canê Xanî.
Tirba
te dil e û cawîdanî.
Rehmet
bi te ye û pesna Yezdan,
Heyrana
te ne, xulam û xaqan.
Yakın
dönemde de, Cûlemergî, ona şöyle seslenecektir: “Tu dîrokî/ Tu rêberî/
Tu helbest û stranî/ Hozanvanê nemîr, Seydayê Xanî...” (Nû Roj, 21/ 1997).
Gelelim
Türk Milliyetçiliğine...
Mustafa
Kemal’in öncülüğünde kurulan 1923
Cumhuriyet rejimi bazı kaynaklarda 3. Meşrutiyet olarak da değerlendirilir.
Yani 1876’da kurulan 1. Meşrutiyet, 1908’de kurulan 2. Meşrutiyet, M. Kemal’in
öncülüğünde kurulan rejim ise 3. Cumhuriyet olarak nitelendirilir.
Gerçekten
de, bunların tümü arasında bir ilişki ve geçişkenlik vardır. Özellikle, İttihad
ve Terakki içinde yer alan kadroların Balkan ve Kafkas kökenli büyük bölümü
aynı zamanda Kemalist rejimin kurucularıdır. Attila İlhan, bu
devamlılığın oranını yüzde 90- 95 olarak verir.
1912’de
gerçekleştirilen Selanik Kongresi’nden ve Bâb-ı Âli baskınından sonra, Hareket
tümüyle “Mustafa Kemal’in dönme ve devşirme İttihadçı yoldaşları” diyebileceğimiz
kadroların eline geçmiştir. Hareketin ilk kurucularından Diyarbekirli Dr.
İshak Sükuti 1912’de vefat etmiş, Dr. Abdullah Cevdet ve İhsan
Nuri gibi Kürt aydınları ayrılmıştır. İşte, tam Alman militarizminin yedeğinde
I. Emperyalist Savaşa giren Osmanlı yönetimi, dışardaki Müslümanları etkilemek
için bu savaşı Mehmed Akif ve Yusuf Akçura gibi propagandistlerin
öncülüğünde bir kutsal din savaşı olarak ilan ederken; bir yandan da “etno-
dinsel arındırma, tek- tipleştirme ve Türk- İslamlaştırma” ekseninde
bir çalışma içine girer.
Talat
Paşa, Ziya Gökalp’ı çağırarak,
hedefleri doğrultusunda rapor hazırlayacak bir komisyon kurulmasını önerir.
Gökalp, kolları sıvayarak kadrosunu oluşturur ve işe koyulurlar. Öncelikle,
dinsel ve etnik açıdan tasfiyesi kararlaştırılan Ermeni, Süryani
ve Êzidî topluluklara dönük alt-yapı raporları hazırlanır ve
bunlar soykırımdan geçirilirler. Ermeniler’le ilgili raporu hazırlayan Esat
Uras’tır. Ayrıca, “Kürtler” konusundaki rapor, Talat
ve Enver Paşa’ların Arnavut arkadaşı Naci İsmail’e hazırlatılır.
Almanya’da felsefe eğitimi yapmış olan Naci İsmail (Pelister), 1912’de
Milli Emniyet Teşkilatı’nda, ardından ünlü ırkçılardan Şükrü Kaya’nın yönetiminde
kurulan Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi’nde Uzman olarak görev
yapar. 1918’de basılan ve resmi ideolojinin baz olarak aldığı bu kitap, ciddiye
alınsın diye Alman bilim adamı “Dr. Friç” adına yayımlanır. Kürtler’le
ilgili tüm bilimdışı tezlerin temeli bu kitapla atılır ve “Beyaz Kitap”
bunun üstüne kurgulanır.
Aynı
kişi, “Beynelmilel Usulü’t- Temsil/ İskân-ı Muhacirîn” gibi
yayınlarla, “Uluslararası Asimilasyon Yöntemleri ve Göçmenlerin İskânı”
üstüne ayrı bir rapor- kitap daha hazırlar ve uygulamaya konur. Keza, Kızılbaş-Alevi-
Bektaşiler konusunda Dağıstan’lı Sünni Çerkes Baha Said’e rapor
hazırlatılır...
19.
Yüzyılın sonlarıyla 20. Yüzyılın başlarında Türkçü akımlar, başta Müslüman
halklar ve azınlıklar olmak üzere öteki milliyetçi akımlara hoşgörülü hatta
onlarla dayanışma içinde olmuş; ancak İttihad ve Terakki’nin siyasi bir güç
olarak yönetimi ele geçirmesiyle birlikte Türklüğü ve Hanefilik ekseninde bir
Türk- İslamcılığı “özne” olarak alıp öteki halk ve azınlıkların ulusal-
demokratik haklarını red ve inkâr eden “gerici- ırkçı” bir yöneliş göstermiştir.
Nitekim,
yukarda anılan Türkçüler’den Yusuf Akçura, doğrudan asimilasyonu öngören
dar milliyetçi, giderek ırkçı bir anlayışla şu “milliyetçilik anlayışı”nı
sergiliyordu: “Türk İttihadı, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkler’i din ve
ırk bakımından birleştirecek, Türk aslından olmamakla beraber, bir dereceye
kadar Türkleşmiş unsurları, daha ziyade Türklüğe temsil edecek (asimile
edecek MB) ve henüz hiç temsil edilmemiş (asimile olmamış MB) ve milli
vicdanları olmayanları da Türkleştirebilecektir. Lâkin asıl büyük
faydayı dünyaya yayılmış bulunan Türkler’in birleşmesine ve bu suretle büyük
bir milliyet-i siyaseye meydana getirmelerine yarıyacaktır.” (Bkz. Ord.
Prof. Dr. Enver Ziya Karal: Osmanlı Tarihi; Cilt-8, TTK yay.
1983, s. 563’ten aktarılarak, M. Bayrak: Kürtler..., s. 74).
Bu
zihniyeti temsil edenlerle soykırım uygulamalarına önayak olanların büyük
bölümü, yenilgiden sonra Kürt Mustafa Paşa (Yemulki) başkanlığındaki
Divan-ı Harp’te yargılandıktan sonra Malta’ya sürülmüşlerdi. Bunları bir kez daha
hatırlamakta fayda var: Mustafa Abdülhalik Renda, Şükrü Kaya, Refet Bele,
Hasan Tahsin Uzer, Mithat Şükrü Bleda, Halil Menteşe, Ali Cenani, Ali Çetinkaya
(Kel Ali), Aka Gündüz, Sabit Sağıroğlu, Ahmet Muammer Cankardaş, Ali Münif
Yeğena, Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ali İhsan Sabis, Süleyman Necmi Selman, Zülfü
Tiğrel (Diyarbekirli), Arif Fevzi Pirinççioğlu (Diyarbekirli), Kara Vasıf,
İsmail Canbulat, Fazıl Berki Tümtürk, Musa Hilmi Demokan, İlyas Sami Bey
(Muşlu), Veli Necdet Sünkıtay, Mehmet Eczacıbaşı, Galatalı Şevket, Kara Kemal.
(Bk. Ayşe Hür: Malta Sürgünleri; Taraf gaz. 28 Şubat 2010).
Ayşe
Hür’ün de söylediği gibi; İngilizler’le Ankara’nın Dışişleri
Bakanı Bekir Sami (Kunduh), Londra Görüşmeleri sırasında, 16 Mart
1921’de bir takas antlaşması imzaladılar. Antlaşmaya göre, Malta’dan
salıverilecek kişiler, aynen Alman savaş suçlularının Leipzig’de yargılanması
gibi Ankara’da yargılanacaklardı ancak bu hiçbir zaman gerçekleşmediği gibi,
burada adı geçenlerin büyük bölümü Ankara Hükümeti’nce en üst görevlere
getirileceklerdi... İngiltere veya Fransa’nın, bunu izlemeye de ihtiyaçları
kalmamış ve aynı tarihlerde Kürdistan’ın paylaşılması konusunda Ankara
Hükümetiyle gizli anlaşmalar yapmışlardı. (Bu oportünist politikalar için bkz.
F. Çetin: Eli Kanlı Haritacılar Yine Sahnede; Öz-Po,28.5.2020)
Önce,
son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında, ardından Ankara’daki Büyük Millet
Meclisi’nde kabul edilen “Misak- ı Milli” ve buna bağlı Anayasal
düzenlemeler unutulmuştu. Daha “Milli Mücadele”nin başlangıcında, Türk ve Kürt
delegelerce Amasya’da imzalanan ancak resmi belgelerde esgeçilen II.
Protokol’de şöyle denmekteydi: “Beyannamenin birinci maddesinde,
Osmanlı Devleti’nin tasavvur ve kabul edilen hududu, Kürt ve Türkler’le meskun
olan araziyi ihtiva ettiği ve Kürtler’in Osmanlı camiasından ayrılması
imkânsızlığı izah edildikten sonra, bu hususun asgari bir talep olmak üzere
temin edilmesi gerektiği müştereken kabul edildi. Bundan başka, Kürtler’in
serbestçe gelişmelerini temin için ırkî ve ictimaî hukukları (ulusal ve toplumsal
hakları MB) aynen kabul edildi.” (M. Bayrak: Age)
Görüldüğü
gibi, eşitlik temelinde Kürt- Türk kardeşliği Protokole bağlanıyordu. Bu konuda
Lozan Antlaşması’nın 37- 45. Maddelerinde de çeşitli hükümler yer alıyordu.
Ancak, 1925’te Malta sürgünü Abdülhalik Renda’nın yönetiminde gizlice
hazırlanıp uygulamaya konan Şark Islahat Planı’nın ön raporunda,
Renda Lozan’da, öngörülen sınırlar kabul ettirilemediği için “iki halkın
eşitliğine dayalı bir yönetimin kurulamayacağını” savunabiliyordu...: “
Elimizde kalan Türkiye arazısında iki milletin aynı ırktan ve selâhiyetle hâkim
bulunması imkânını katiyyen görmüyorum. Binaenaleyh bütün memlekette Türk nüfuz
ve nüfusunu hâkim kılmağı farz ve zaruri görüyorum.” (Bkz. M. Bayrak: Kürtler’e
Vurulan Kelepçe: Şark Islahat Planı; Özge yay. Ank. 2. bas. 2013, s.
97).
Sanki,
1921 ve 1922’de İngiliz ve Frransızlar’la gizlice anlaşarak Güney Kürdistan’ı
ve Rojava’yı bu emperyalist galip devletlere peşkeş çeken Kürtler’miş gibi,
Lozan’ı da aşarak ikame edilen “red ve inkâr” politikasının bedeli Kürtler’e
fatura ediliyordu...
İttihadçılar
döneminde “etno- dinsel temizlik ve Türkleştirme” politikalarının kuramcılığını
yapıp Maltaya sürülen Diyarbekir’li Yahudi kökenli Ziya Gökalp, bu defa
da Arnavut kökenli Rıza Nur aracılığıyla M. Kemal’le görüşüyor ve
onun yaptığı maddi katkıyla “Aşiretler” çalışmasını
hazırılıyordu. (Dört nüsha olarak hazırlanan bu çalışmanın bir nüshası, bizzat
M. Kemal tarafından birçok gizli “etno- politika” raporunu ilk kez
yayımladığımız, Şark İlleri Asayiş Müşaviri, Kemalist raportör ve ideolog Prof.
Hasan Reşit Tankut’a verilmişti. O da, daha 1928’de “Kürdistan Genel
Valisi” konumundaki Birinci Umumi Müfettiş Dr. İbrahim Tali (Öngören)e,
Dr. Friç’in düzmece kitabını esas alıp bir “Türkleştirme” raporu hazırlamıştı.
Aynı yıl içinde, Ziya Gökalp’ın sağ kolu Mois Kohen (Tekin Alp)
tarafından “Türkleştirme” kitabı hazırlanıp kurumlara
dağıtılıyordu.
M.
Kemal, burada Cumhurbaşkanı sıfatıyla
gerçek düşüncelerini açıkça ortaya koyuyordu: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz
ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu
topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o topluluğa
dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.” (Bkz. M. Bayrak: Kürtler...,
s. 526)
Peki,
Kürt aydınlarının daha iki yıl önce 1926’da kendisine kapsamlı bir “Muhtıra-
Mektup” gönderdiği Kürt kökenli İsmet Paşa ne diyor: “Vazifemiz, bu
vatan içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır.” (Age, s. 526)
1928
yılında 3 ay gibi kısa bir süre içinde insanlar, binlerce yıldan beri
kullandıkları Osmanlıca Alfabe’den koparılarak Latin Alfabesi’ne
yöneltiliyorlardı. Türk kültürü dışındaki kültürlerin asimilasyonu temelinde
tam bir “resmi kültür seferberliği” başlamıştı. Bunun için yapılacak ilk
işlerden biri, bir “Resmi Tarih” yazmaktı. Bunun için, öncelikle
bir Türk Tarih Encümeni oluşturuluyordu. Bu konuda, asker ve sivil
Kemalist aydınlar görevlendiriliyordu. Bu girişim, daha sonra Türk Tarih
Kurumu’na evrilecekti. Bunu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti olarak başlayıp
Türk Dil Kurumu’na dönüşen kurumlaşma izliyordu.
M.
Kemal, bir toplantı sırasında Türk
Tarih Kurumu üyelerine şöyle diyor:
“Biz
Balkanlar’ı niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da
İslav araştırma cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumları’dır. Bizim içimizdeki
insanların milli tarihlerini yazıp milli şuurlarını uyandırdığı zaman, biz
Balkanlar’da Trakya hudutlarına çekildik.” (Bkz. Utkan Kocatürk: Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri’nden aktarılarak,
M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge yay. Ank. 1999,
s. 228).
İşte,
M. Kemal, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra böyle bir süreci başlatıyor ve yeni
Türk Alfabesi ile birlikte dil- kültür tarama ve derlemelerine girişiyor ve
Üniversitelerde Türk dilini, tarihini, edebiyatını, kültürünü geliştirecek
bölümler açılıyordu. Ancak bu yapılırken, diğer kültürler ya görmezlikten
geliniyor ya da onlara ipotek konuyordu.
İsmail
Beşikçi, bu Kemalist kültür
politikasının ikinci ayağını şöyle açımlıyor:
“M.
Kemal’in konuşmasından çıkarılacak ikinci sonuç şudur: Eğer herhangi bir ulusu
boyunduruk altında tutmak istiyorsan; eğer herhangi bir ülkede sömürgeciliğin
sürüp gitmesi senin için çok önemliyse; o zaman o ulusu Alfabesiz bırakacaksın.
O ulusun dilinin, edebiyatının gelişmesini, tarihinin araştırılmasını
yasaklayacaksın. O halkın ulusal bilince ulaşmasına engel olacaksın.
Çünkü
ulusal bilince ulaştığı zaman kendi tarihini, kendi hayatını yaşamak isteyecek,
senin boyunduruğunu tanımayacak ve başkaldıracaktır.
İşte,
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kürt dilinin yasaklanmasını; Kürt dilinin,
Kürt edebiyatının, Kürt tarihinin incelenmesinin engellenmesini bu çerçeve
içinde değerlendirmek gerekir. Gerçekten, 70 yıla yakın bir zamandır bilinçle
ve kararlılıkla uygulanan politikanın ikinci yüzü, Kürtler’in ulusal bilince
ulaşmalarını engellemek, geciktirmek biçiminde görülmektedir. Bunun için her
türlü yasak düşünülmüş ve uygulanmıştır. Kürt diline, Kürt edebiyatına, Kürt
tarihine ilişkin bir iz bırakmamak için her şey yapılmıştır. Yeni doğan çocuklara Kürtçe isimler
verilememesi, Kürtçe köy ve mıntıka isimlerinin Türkçeleştirilmesi bunlardan
sadece birkaçıdır.” (Bkz. Age, s. 229)
Bu
konuda İller İdaresi Kanunu’nun 31. Maddesiyle Valiliklere görev verilirken; yine
İttihad- Terakki döneminin Göçmen İşleri Genel Müdürü, Malta sürgünü ve Cumhuriyet döneminin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, 1930’da tüm Valiliklere “Kürt ve Alevi kültürünün yasaklanması” konusunda bir Genelge yayımlıyordu. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler..., s. 508- 509)
Ziya Gökalp ve Diğer Türkçüler
Dikkat edilirse, İttihad- Terakki döneminin başlıca ideologlarından Mehmet Ziya (Gökalp) Bey, hep “Diyarbekirli ve Kürt” olarak sunulur. Türkçülük hareketinde, onun sağ kolunun “Türkleştirme” kitabının yazarı Yahudi kökenli Mois Kohen, sol kolunun yine Yahudi kökenli Parvus Efendi olduğunu biliyorduk ancak kendisinin etnik kimliği üzerinde fazla durulmamıştı.
Kürt sorununun sözde “açılım” sürecinde , ANAP döneminin Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler (Antepli), bir görüşmemizde beraberinde Meclis kitaplığından Yusuf Besalel’in İngilizce “Osmanlı- Türk Yahudileri” kitabını getirmiş ve Ziya Gökalp’le ilgili bölümünü göstermişti. Diğer ünlü Yahudiler’in tümü, bilinen isimlerdi. Kopisi olmakla birlikte, Amerika’ya gittiğimde, kitabın aslını almak istemiş ancak başvurduğum kitapçılarda bulamamıştım. Kitaplığımda, Türkiye’deki yayınını incelemiş, ancak Ziya Gökalp bölümünün çıkarıldığını görmüştüm. Gerçekten de, İsrail Devleti kurulduktan hemen sonra Üniversitede üstüne tez yapılan başlıca kişiydi Ziya Gökalp...
Diğer Türkçülük kuramcılarının ayrıntısına girecek değilim. Sadece bir ilginç isim vermekle yetinmek istiyorum. O da, “Les Turcs” (1869) yazarı, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım tarafından dedesi Polonyalı Mustafa Celaleddin Paşa’dır.
1826’da Polonya’da doğan ve asıl ismi Konstanty Borzecki olan Mustafa Celâleddin Paşa, 1849 yılında İstanbul’a gelip Müslüman olur ve Yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı Ordusu’na katıldıktan sonra 1876 yılında vefat eder.
“Ecnebi Asıllı Türkçü” olarak nitelendirdiği Mustafa Celâleddin Paşa üstüne bir yazı kaleme alan Muzaffer Olca, özetle, konumuzu da ilgilendiren şu bilgileri aktarıyor:
“Mustafa Celaleddin Paşa’nın görüşleri, Namık Kemal ve Süleyman Paşa’dan başlayarak, Türkçülük akımının önemli isimlerini etkiledi. Yusuf Akçora, M. C. Paşa’nın Les Turcs Ancients et Modernes (Eski ve Modern Türkler) adlı çalışmasını Osmanlı Türkleri arasındaki Türkçülük faaliyetlerinin ilk yapıtları arasında görür. (...) Paşa, İlkçağ’da birçok kavmin Türk kökenli olduğunu ileri sürer ve Türkler’in etnik bakımdan Avrupa halklarıyla akraba olduklarını, ari ırkın Turan koluna mensup olduklarını savunur. (...) M. C. Paşa’nın görüşleri Cumhuriyet döneminde de etkisini sürdürür. Onun yapıtı, 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu’nun geliştirip yaygınlaştırdığı Güneş- Dil Teorisi’nin referanslarındandır. Kimi araştırmacılar, onun görüşlerini Kemalist Türk Tarih Tezi’nin kaynağı olarak görürken, kimiyse bu tezlerin Alman ırkçıların ideolojisi’nden kaynaklandığını söyler.” (Bkz. Popüler Tarih Dergisi, Sayı:3/ 2000).
Bilindiği gibi, Nazım’ın annesi Celile Hanım, Dr. Kamuran Bedirxan’ın eşiyle akraba olduğu gibi; Nazım’ın baba tarafından büyük dedesi olup yine Osmanlı Ordusu’nda çalışmış olan ve Mehmed Ali Paşa olarak tanınan Karl Detroit’in de Alman asıllı olduğu biliniyor. (Bkz. Latif Çelik’le Konuşma: Nazım’ın Alman Dedesi Osmanlı’da Paşaydı; Hürriyet Cumartesi, 11 Nisan 2009).
Avni Özgürel ise “Kızıl Elma’da Geçmişin İzleri/ İlk Türkçüler Solcuydu” başlıklı yazısında, Sultan Galiyev ve Zeki Velidi Togan gibi şahsiyetlerden giderek şöyle diyor: “Türkiye’de milliyetçilik düşüncesini Rusya’dan kaçıp gelen Başkurtlar ve Kırımlılar ateşledi. Türkçülük fikrinin öncüleri Çar’a isyan eden Lenin’in yanında yer almıştı.” (Bkz. Radikal, 31 Ağustos 2003)
Tarihsel ve Toplumsal Gelişme Yasalarının Sonucu: Kürt Realitesi
1948’de Kürt delegasyonunca Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne verilen “Kürt Sorunu”na ilişkin kapsamlı Memorandum’un sonuç bölümünde, ünlü Kürdolog Bazil Nikitin’in şu belirlemesine yer veriliyor: “Bence Kürt sorununun nedeni, şimdiye kadar hep dış kaynaklarda arandığı için gerçek boyutuyla değerlendirilemedi.
Gerçekte, Kürtler’in bağımsızlığına ilişkin çabaların ve bu uğurda yapılan çalışmaların kökeni, bu halkın derin toplumsal yapısının ve uzun tarihi gelişmelerin sonucudur.” (Bkz. M. Bayrak: Kürt Sorunu..., s. 326)
İşte, bu tarihsel ve toplumsal gelişmelerin doğal sonucu olarak 1991’de, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” açıklamasını yapıyordu. Biz de, bu aşamada yayımladığımız bir kitabımızın adını “Red ve İnkârdan Kabullenmeye Kürt Kimliği Mücadelesi” (Özge yay. Ank. 1991) koymuştuk.
1925 Kürt İsyanı’nın liderlerinden Şıx Said ile kardeşi Şıx Bahaddin’intorunu olup Demokrat Parti milletvekilliği dolayısıyla 1960 Darbesi sonrasında Yassıada tutukluları arasına katılan, daha sonra Demirel’in liderliğindeki Doğru Yol Partisi’nden milletvekilliği ve Hak ve Özgürlük Partisi’nde Genel Başkanlık yapan Abdülmelik Fırat, 1994’te kaleme aldığı “Kürt Realitesi” konulu bir yazısında (Özgür Ülke, 7.5.1994); bu konuda Demirel’le yaptığı bir görüşmeyi aktarıyor: “Süleyman Demirel’i, bu beyanından 6 ay sonra evinde ziyaret ettiğimde, Kürt realitesinin ne anlama geldiğini, halkımız arasında değişik yorumlara neden olduğunu ifade ettim. Kendileri, (Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürt gerçeğini kabul etmiyor. İlk defa Başbakan olarak ben bu gerçeği ifade ettim. Fakat Türk nasyonalizmi karşısında, bu sözden öteye gitme takatini kendimde bulamadım) dediler. Ben ise, (Gerçeğin böyle olmadığının kanıtı olarak devlet televizyonları ve basının çatışmalarda ölen görevliler için yaptığı propagandanın bu iki halkı her alanda çatışmaya götürmesi icap eder fakat durum böyle değil. Bin sene beraber yaşamış bu iki kardeş halk, o kadar birbiriyle kaynaşmış ki, bu nevi fitne- fesat onları çatışmaya götürmüyor) dedim.”
Fırat, sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Fakat, Demirel’in sözlerine en çok karşı çıkan Türk nasyonalizminin temsilcisinin Coşkun Kırca olacağını hiç tahmin etmemiştim. Zira, dönme bir ailenin çocuğu olduğunu, o ziyaretimde Sayın Demirel ifade etmişlerdi. Bu nedenle, kendisine büyükelçilik verilmek istenmemiş, ancak Demirel’e yana- yakıla dertlendikten sonra atanabilmişti. (...) Ne hazindir ki, şu anda Türklüğe sahip çıkmak isteyenler Kürt dönmesi, Arap dönmesi, Laz dönmesi, Çerkez dönmesi, Arnavut dönmesi, Yahudi dönmesive diğer dönmelerdir. Bu, Türkiye ve Türkler için büyük bir handikaptır. Zira dönmeler kompleksle maluldür. (...) Allah, Türkiyemizi, ülkemizi, bunların şerrinden dualarımızla korusun.”
Doğa ve toplum yasaları ile diplomasiye vurgu yaparak, sözlerimizi noktalayalım.