Statükodan Yayılmacılığa Türk Dış Politikası | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Statükodan Yayılmacılığa Türk Dış Politikası

YazarResmi

Statükodan Yayılmacılığa Türk Dış Politikası

     Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte devletin yapısal kodlarını belirleyen, bu özelliğiyle yaklaşık bir asırlık sürece damgasını vuran ve dokunulmaz bir ideoloji olarak varlığını devam ettiren Kemalizm, Türkiye’nin iç ve dış politikasının yön tayin edicisi olmuştur. Birbirinden ayrı düşünülemeyen iç ve dış politikanın bu ideoloji çerçevesindeki temel paradigması; tekçi, (Türkçü) otoriter, Arap kültür emperyalizminden uzak duran ve Batıcı olma adına modernist olmasıdır. Ancak bu modernistlik Sayın Fikret Başkaya’nın dediği gibi toplumun değil, otokrasinin (diktatörlüğün) modernleşmesidir. Kemalizm’i bu şekilde özetlerken, onun değişen dünya şartlarına direnme ve bu anlamda statükocu olma işlevine büründüğü de gözden kaçırılmamalıdır.

     Kemalizm’in temel taşları aynı kalmak kaydıyla, bu ideolojiden bazı sapmaların görülmesi Demokrat Parti iktidarında görüldüyse de esaslı sapma arzusu Özal dönemine denk gelmektedir. Ancak Kemalizm’in bekçisi olma misyonunu kendinde gören Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) Özal’ın bu arzusu önünde fren görevi görmesi, istenilenin gerçekleşemeyeceğini göstermiştir. Çünkü TSK bu ideolojiyi korumak adına hükümetleri hükümet yapmış, ancak iktidar yapmamıştır. İktidar hep bilindik ellerde, yani TSK’de olmuştur. Doğrusu 12 Eylül faşist darbesinin malum generali Evren’in yaptığı mitinglerde elinde İslam’ın kutsal kitabı ile boy göstermesi, TSK’nin Kemalizm’i mi, yoksa kendi çıkarlarını mı koruduğu veya ABD emperyalizmine uşaklık mı ettiği konusunda soru işaretleri yaratmış olmakla birlikte konumuz dışı olduğu için detaylarına burada yer verilmeyecektir.

     AKP’nin çekirdek kadrosunun tarikatlar koalisyonu olduğu, hangi ortamda kimlerin desteğiyle kurulduğu ve hangi vaatlerle iktidar olduğu bilinmeyen bir sır olmadığı gibi, bupartinin TSK ile nasıl hesaplaştığı ve bu kurumu nasıl kendi bileşenlerinden biri haline getirdiği de bilinmeyen bir sır değildir. Hesaplaşma sonrası, Erdoğan, Yeni Osmanlıcılıkla uyumlu bu bileşenlerle fetihçi -yayılmacı arzusunu, militarist güçleri kullanarak yaşama geçirmek istemiştir. Erdoğan, arzusunu uygulama sürecinde dünya liderlerinden hangisi kendisine ayak bağı olmak istemişse ona, meydan okumayı da ihmal etmemiştir.Bu meydan okuma özellikle çekirdek seçmenin duygu yoğunluğuna zirve yaptırarak, belkide farkında olunmadan Erdoğan’ı yüceltme gibi bir kurgulanmaya yol açmıştır. Bu kurgulama giderek, Erdoğan’a “dünya Müslümanlarının lideri” payesini vermiştir. Ancak tüm bu Erdoğan adına yapılan olumlamalar, giderek irtifa kaybetmekte, dahası Erdoğan’ın sonunu hazırlamaktadır. Bu genel değerlendirmeden AKP’nin dış politikasına ve an itibariyle uygulamalarına yönelecek olursak, Kemalizm’den önemli sapmalar olduğu ve fetihçiliğin revaçta ancak aynı zamanda can çekişmekte olduğu görülmektedir.

     AKP’nin dış politikası esasen Davutoğlu’nun partide etkili bir figür olarak sahneye çıkması ile başlamış ve “komşularla sıfır sorun” olarak şekillenmiştir. Bir süre devam eden bu siyaset tarzı, hem Türkiye’nin ekonomik olarak kayda değer bir gelişme göstermesini, hem Arap ülkeleri için bir rol-model olmasını gerçekleştirmiş, hem de Türkiye bölgenin bir merkez ülkesi olarak çekim gücünü arttırmıştır. Tüm bunların toplamı ise Türkiye’nin Ortadoğu’da bölgesel güç olmasının yolunu açmıştır. İşte bu yeni durum “komşularla sıfır sorun” olan dış siyaset stratejisini, güç zehirlenmesi nedeniyle, birkaç cephede neredeyse eş zamanlı olarak komşulara saldırı siyasetine dönüştürmüştür.

     Neo – Osmanlıcılık (yayılmacılık) adı verilen bu yeni dış siyaset stratejisinin ilk emareleri Davutoğlu ile zamanında görülmekle birlikte, Erdoğan’ın Türk Tipi Cumhurbaşkanı olarak ipleri ele geçirmesi ve tek adam olarak devleti yönetmesi ile ayyuka çıkmıştır. İçeride olduğu gibi dış politikada da artık ilgili diplomatlar Erdoğan’ın emir ve talimatlarını yerine getiren memurlar düzeyine indirgenmiştir.

     Yeni Osmanlıcılık adı verilen Türk Dış Siyaseti kendiliğinden değil, belli şartların ve ortamların oluşmasısonucu gerçekleşmiştir. Buna göre; a) 20 yıla yakın bir zamandır Türkiye’yi yöneten kadro, Osmanlıda kardeş katlinin nasıl ve niçin yapıldığına, daha düne kadar İstanbul’da var olan köle pazarlarına, padişah annelerinin uyruklarına… bakmadan, tek başına Osmanlının fethettiği topraklar üzerinden okuma yaparak,bu topraklar üzerinde miras sahibi olduklarını düşünmektedir. Bu düşünce tarzı fetihçi (yayılmacı) siyaset tarzını tetiklemekte ve özendirmektedir. B) Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile iki kutuplu dünya sona ermiş ve zaman içinde çok kutuplu dünya oluşmuştur. Bu çok kutuplu dünya, zaaf, yetmezlik ve karmaşıklığı ile birlikte bölge devletlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim Ortadoğu gibi bir bölgede bu zaaf ve yetmezlikler Türkiye’yi bölge devleti yapmış ve Türkiye küresel güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak bu konumunu daha da ileriye taşımak istemiştir. C) Türkiye öteden beri militarizmin etkin ve yetkili olduğu bir devlet kimliği taşımaktadır. Bu kimlik, MHP’nin ırkçılığı ve Erdoğan’ın fetihçiliği ile birlikte hareket eder olunca Yeni Osmanlıcılık için gerekli zemin oluşmuştur. D) 40 yıldır PKK ile süren mücadele için, tek çözüm yolu yok etme şeklinde kararlaştırılınca, her yıl devlet bütçesinin önemli bir bölümü silahlanmaya ve mevcut silahların modernizasyonuna ayrılmış ve bu durum Türkiye’yi NATO’nun en önemli silahlı güçlerinden birisi haline getirmiştir. Bu güç ve fetihçilik arasındaki bağın yarattığı özgüven Yeni Osmanlıcılığı tetikleyen bir başka unsur olmuştur. E) Son olarak, satın alınmış medya yolu ile Erdoğan’ın kışkırtıcı dili sürekli olarak sade vatandaşa servis edilmiş, bu dil yandaş akademisyenlerin destekleyici bilgileri ile donatılmış ve sonuç olarak sade vatandaş da Yeni Osmanlıcılığın kurgulanmış destekçileri olmuştur.

     Yeni Osmanlıcılığa kapı aralayan gerekçeleri kısaca bu şekilde özetledikten sonra, bu yolda atılan pratik örnekleri incelediğimizde, Türkiye’ye saldıran veya Türkiye’nin içişlerine müdahil olan hiçbir ülke olmadığı halde, bu ülkenin komşu ülkelere ya saldıran ya da müdahil olmak için cepheler açan ülke konumunda olduğu görülmektedir. Bu durumun pratik örnekleri aşağıda maddeler halinde sıralanmıştır.

   1.Türkiye ile Yunanistan arasında öteden beri Yunan adalarının kara suları, fır hattı(havasahası), on iki ada ve Kıbrıs gibi konularda sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunlar nedeniyle Ege hava sahasında iki ülke uçakları zaman zaman havacılıkta “it dalaşı” adı verilen yollardan birbirlerini taciz etmektedirler. Ancak iki ülke arasındaki “it dalaşı” son zamanlarda havadan denize yönelmiş ve iki ülke kozlarını Akdeniz’de paylaşmaya başlamıştır.

     19 Temmuz 2020’de Türkiye, savaş gemilerinin refakatinde Oruç Reis sismik araştırma gemisi ile Akdeniz’de doğalgaz araştırmalarına başlayınca Yunanistan bu araştırmanın kendi kara sularında olduğunu belirterek yapılan çalışmayı engellemek için bölgeye savaş gemileri göndermiştir. İki ülke arasında savaşa ramak kala Alman Başbakanı Merkel devreye girerek doğabilecek tehlikeyi engellemiştir. Bunun üzerine Oruç Reis gemisi, Mevlüt Çavuşoğlu’na göre Antalya Limanına bakım onarım için, Erdoğan’a göre ise diplomasiye fırsat tanımak için demir atmıştır. İlerleyen süreçte iki ülke askeri birimlerinin görüşmeleri başlamış ancak herhangi bir sonuç alınamamıştır. Türk yetkililerin verdiği bilgiye göre müzakerenin sonuçsuz kalması nedeniyle Barbaros sismik araştırma gemisi 9 Kasım’a kadar araştırmalara devam edecektir. Anlaşılan o ki iki ülke arasında sürtüşme bir süre daha devam edecektir. Ancak, iki ülkenin NATO üyesi olması, Yunanistan’ın ayrıca Avrupa Birliği üyesi olması, ABD’nin Mora’ya savaş gemisi göndermesi ve AB’nin yaptırım tehdidi, Erdoğan’ın kükremesinin iç kamuoyu için olduğunu ve asla Yunanistan ile savaşı göze alamayacağını göstermektedir. Sözün kısası bu sürtüşme savaşı getirmez.Ancak tüm bunlara rağmen Erdoğan, Kasımpaşalılığın uluslararası ilişkilerde işe yaramadığını öğrenebilmiş değildir.

   2.Uzunca bir zamandır Doğu Akdeniz’de doğalgaz rezervlerinin keşfedildiği ve bu rezervlerin net olmasa bile İsrail, Mısır Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan arasında belli kriterlere göre paylaşılacağı bilinmektedir. Ancak Türkiye hem kendisinin hem de KKTC’nin bu gazda pay sahibi olmasını ileri sürmekte ve gerekirse bunun için askeri güç kullanma yoluna gideceği mesajını vermektedir. AB ise, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasa dışı uygulamalardan vazgeçmesini istemektedir. Nitekim 15 Ekim’de yapılan AB toplantısında Almanya’nın devreye girmesi ile yaptırımların uygulanması önlenmiş, ancak Türkiye’nin söz dinlememesi durumunda bu yaptırımların uygulanabileceği, dahası, daha kötü sonuçların ortaya çıkabileceği mesajı verilmiştir. Kısacası Erdoğan’ın yüksek perdeden atarak bazılarını ürkütebileceği ve bazı tavizler koparabileceği düşüncesiyle oluşturduğu Doğu Akdeniz siyasi stratejisi de çuvallamış görünmektedir. Çünkü sismik araştırmaların yeniden başlamasına Yunanistan, ABD, AB ve şimdiye kadar Erdoğan’ı idare eden Almanya’dan sert tepkiler gelmeye başlamıştır.

   3.Libya, Kaddafi döneminde dünya küresel sistemine dahil olmadı ve kendine özgü politikası ile Batılı küresel güçleri rahatsız etti. Bu nedenle Rusya ve Çin gibi Birleşmiş Milletler daimî temsilcilerinin de onayıyla ABD öncülüğündeki NATO güçleri tarafından Kaddafi denklem dışı bırakılıp ülke, siyasal İslamcıların inisiyatifine bırakıldı. O gün, bu gündür Libya’da çatışmalar dur durak bilmeden devam etmektedir.

     Yayılmacı dış siyaset güden Erdoğan, Libya’nın eski bir Osmanlı eyaleti olduğu gibi saçma bir meşruiyet yaratarak ve ülkedeki kaotik durumundan yararlanarak Libya’nın içişlerine karışmaya başlamıştır. Bu anlamda Trablus’taki hükümetin başkanı olan SerracAnkara’ya çağrılarak kendisiyle, Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması (Münhasır Bölge) anlaşması yapılmıştır. Daha sonra Suriye’den birçok siyasal İslamcı paralı asker, Libya’ya bazı silahlar eşliğinde gönderilerekSerrac lehine bir avantaj sağlanmıştır. Ancak bu duruma tepki gösteren veTobruk’taki meclis başkanı Akile Salihi destekleyen Mısır, BAE, Fransa ve Rusya, Türkiye ile karşı karşıya gelmiştir. Hal böyle olunca, petrol bölgesi olan Sirte-Cufrahattının silahsızlandırılması ve askerden arındırılması istendi. Daha sonra Halife Hafter ile Serrac’ın yetkili kıldı kişiler arasında Fas’ta bir anlaşma yapılmış ve bu anlaşma gereği tüm yabancı unsurların ve paralı askerlerin Libya’dan çıkarılması kararlaştırılmıştır. Bu durumdan hoşlanmayan Erdoğan, Serrac Hükümetinin İçişleri Bakanı olan F. Başağa’yı Ankara’ya çağırmış ve yeni planlarını onun üzerinden yürütmeye çalışmıştır. Ancak Başağa, daha Ankara’da iken Serrac tarafından geçici olarak görevden alınmıştır.Birleşmiş Milletler gözetiminde Cenevre’de taraflar yeniden bir araya gelerek yeni bir ateşkes antlaşması imzaladılar. Bu antlaşma, ilk antlaşmanın ruhuna uygun olarak yabancı askerlerin Libya’dan çekilmesini, bu ülkede savaşan tarafları destekleyen ikinci ülke danışmanlarının ülkeden ayrılmasını ve yeni seçimlere kadar ikinci ülkelerle taraflar arasında yapılan askeri anlaşmaların iptal edilmesini öngörmektedir.

     Erdoğan’ın sahada olan masada olur söyleminin aksine Türkiye’ye bu anlaşmada yer verilmemiş ve bu durum Erdoğan’ı rahatsız etmiş olmakla birlikte, eğer antlaşma kalıcı barışa evrilirse Türkiye’nin Libya’ya gönderdiği radikal İslamcı askerler ve Türk askeri danışmanları ülkelerine döneceklerdir. Dahası yeni hükümet Türkiye ile Libya arasında yapılan Deniz Yetki Alanları Mutabakatını geçersiz sayabilecektir. Bu durumda Türkiye’nin Libya’daki yayılmacı emelleri boşa düşecektir.

     4.Kıbrıs Adası özellikle jeopolitik konumundan dolayı Türkiye ile Yunanistan arasında öteden beri güç mücadelesinin yaşandığı bir ada olmuştur. Nitekim bu adadaki çatışmalar nedeniyle Türkiye, 1974’te düzenlediği saldırılarla, fiili olarak dünyanın hiçbir ülkesinin tanımadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetin kurmuştur. O günden bugüne adanın geleceği ile ilgili olarak BM gözetiminde birçok görüşme yapılmış, ancak hiçbir sonuç alınamamıştır.

     Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervleri nedeniyle ada, Türkiye için yeniden önem kazanmaya başlamış ve Yeni Osmanlıcılık stratejisi doğrultusunda KKTC’nin siyasal yapısı yeniden masaya yatırılmıştır. Görünen o ki, bu masaya yeniden yatırılma sonucu çıkan karar, yasal olmasa bile fiili olarak KKTC’nin Türkiye’nin yeni bir vilayeti olarak Ankara’dan yönetilmesidir. Nitekim, 5 Ekim’de Erdoğan ile KKTC Başbakanı ve cumhurbaşkanı adayı Ersin Tatar arasında, sarayda bir görüşme yapılmış ve Tatar’ın cumhurbaşkanı olabilmesi için verilecek destek açık ve net olarak Erdoğan tarafından belirtilmiştir. Dahası bununla yetinilmemiş ve mevcut cumhurbaşkanı M. Akıncı’nın yeniden aday olmaması için tehdit edildiği de Akıncı tarafında kamuoyuna açıklanmıştır. Sonuç olarak, AKP ve MHP vekillerinin adada her türlü desteği ve propagandası, Türkiye’nin yeni valisi olma adayı olan E. Tatar’ın cumhurbaşkanı olmasını sağlamıştır.

     18 Ekim’deki ikinci tur sonucu, adada çözüm için federasyon talebinin raftan kaldırıldığı, Kıbrıs’ta BM gözetiminde kapsamlı bir çözümden vazgeçildiği ve inisiyatifin Türkiye’ye bırakıldığını göstermektedir. Bunun anlamı mevcut durumun devamı anlamında “çözümsüzlük çözümdür” demektir ki, bu durum ileride hem Kıbrıs’ta yaşayan Türk halkına büyük zarar verecek hem de Türkiye, AB üyesi olan bir ülkede yapacağı emrivakilerle önemli sorunlar yaşayacaktır. Kaldı ki Kıbrıs’taki yerli halkın da bu emrivakilere ne kadar dayanacağı bir soru işaretidir.

     Sonuç olarak Yeni Osmanlıcılığın bir ayağı olarak, Kıbrıs Türk Bölgesi’nin, Türkiye’nin yeni bir vilayet olması küresel güçlerinde çıkarlarına ters düşmekte, mal ve hizmet akışında kuralsızlığa sebebiyet vereceği anlaşılmaktadır. Nitekim, Rusya, ABD ve AB Kıbrıs’taki oldu bittiye uyarılarını şimdiden yapmaktadırlar.

     5.Kafkasya’da Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorunu, geçmişi de olmakla birlikte esasen Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte önem kazanmış ve aralıklarla dünya gündeminde yerini almıştır. Ancak daha önce bu bölgede çatışmalar yaşandığında soruna ilgisiz kalan veya kerhen Azerbaycan’ı destekleyen Türkiye, yeni savaşta neredeyse cansiperane olarak Azerbaycan’ı desteklemektedir.

     Türkiye’nin, Azerilerle soydaş oldukları düşünüldüğünde kendilerine verilen desteğin doğal olduğu söylenilebilir olmakla birlikte, verilen destek bölgede kanın dökülmesi yerine barışçıl müzakerelerin başlatılması şeklinde olması anlamlı olabilirdi. Ancak tam aksine Türkiye, savaşı kışkırtan ve bu şekilde bölgesel hakimiyet emellerini yaşama geçirmek isteyen bir izlenim vermektedir. Nitekim Suriye’den Azerbaycan saflarında savaşmak için siyasal İslamcı paralı askerlerin gönderildiği artık saklanılmayan bir gerçek olarak orta yerde durmaktadır. Erdoğan bu tavrı ile Azerbaycan’ı Rus etkisinden kurtararak kendi Yeni Osmanlı kolonyalist çekim alanına çekmek isteyebilir olmakla birlikte, aynı zamanda iç politikada kendi seçmeninin sinir uçlarıyla da oynamak istemektedir. Çünkü Erdoğan’ın her dış politika hamlesi içeriye, daha doğrusu seçimlere endekslidir.

     Rusya, Türkiye’nin bu politik tavrından rahatsız olduğu için gerek tek başına gerekse Minsk Grubu üyesi olarak Ermeni ve Azeri yetkilileri ile ateşkes görüşmeleri yapmakta ve bu görüşmelere Türkiye’yi dahil etmemektedir. Bu anlamda saha-masa ikilisi Türkiye aleyhine işlemektedir. Eylül ayı sonlarında Erdoğan ile Putin arasında yapılan telefon görüşmesinden sonra Erdoğan’ın medyaya yansıyan “Dağlık Karabağ sorununu tatlıya bağlayalım” şeklindeki ifadesinin okuması yapıldığında Erdoğan’ın masada olma arzusunu ifade etmektedir. Ancak Kafkasya bölgesini arka bahçesi gibi gören Rusya’nın, Türkiye’yi belirleyici unsur olmamak kaydıyla masaya oturtacağı sanılmakla birlikte, Türkiye bu masada etkili güç olmayacaktır. Türkiye’nin masada var olabilme ihtimali, birazda Türk-Rus ilişkilerinin yara almaması adına olacaktır.

     Sorun devam etmekte olup taraflar arasında ne zaman ve nasıl bir çözüm yolu bulunacağı henüz bilinmemekle birlikte, çözümün Türkiye dış siyasetine bir kazanım olarak döneceğinin emareleri bulunmamaktadır. Çünkü Türkiye hem kendini yalnızlaştırarak hem de fetihçi Ortaçağ zihniyetini günümüze uyarlayarak sorunların çözüme ulaşamayacağını, Erdoğan var olduğu sürece anlayamayacaktır.

     6.Erdoğan, kendisi gibi bir diktatör olan Esat ile “can ciğer, kuzu sarması” iken malum rüzgârın Suriye’de uzun süreli kalıcı olma şartı ile esmesi sonucu, bu ülkede siyasal İslam’ın egemen güç olmasını arzu etmiş ve Esat ile köprüleri atmıştır. Ancak geldiğimiz noktada Erdoğan, her türlü radikal İslamcılara destek ve yardım vermekle birlikte Suriye’de yönetim değişikliği yapma konusunda başarılı olamamış ve stratejisini Kuzey Suriye’de örgütlü bir güç olan Kürtlere göre uyarlamaya başlamıştır.

     ABD ve Rusya gibi Suriye sahasının etkili güçleri olan ülkelerin aralarındaki çelişkiler ve ülkeyi bir ona bir diğerine pazarlama manevraları ile Türkiye, Suriye’de Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı, Ocak 2018’de Zeytin Dalı ve Ekim 2019’da Barış Pınarı operasyonu düzenlenmiştir. Bu operasyonlar sonucu Kürtlerin yoğun olarak meskûn olduğu Suriye’nin kuzeyinin önemli bir bölümü işgal edilmiştir. Bu işgallerin nedeni, bilindiği gibi Suriye Kürtlerinin kazanımlarının Türkiye Kürtlerine kazanım olarak dönebileceği ve Türkiye’nin bölüneceği paranoyasıdır. Belli ki Türkiye’yi yönetenler bu paranoyadan kurtulamadı, kurtulacağa da benzemiyor.

     Gelinen nokta, Türkiye’nin gözlem noktalarındaki askerlerini geri çekmekte ve M-4 karayolunun kuzeyine çekilmeye başlayarak İdlib’i boşaltacağı yönündedir. Bu durumun okuması Erdoğan’ın Esat’ deviremeyeceğini kesin olarak anlaması ve tüm gücünü Kürtlerin kazanımlarını boşa çıkarma yönünde harcayacağı şeklindedir. Erdoğan gibi İslam kartına oynayan, Bahçeli gibi milliyetçi-ırkçı ve TSK gibi militarist olan üçlünün iç kamuoyunu teskin edebilmeleri Kürtlere oynamaya ve onları yok etmeye bağlıdır. Bu yok etmenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise Suriye Kürtlerinin dinamiklerine, birlikteliğine bağlı olmakla birlikte, esasen ABD ve Rusya’nın çıkarlarına bağlıdır.

     7.PKK’nin Suriye’den çekildikten sonra binlerce Kürdün ölümüne neden olan lanetli savaşı, Güney Kürdistan’da özellikle Kandil Dağlarında yuvalanarak davam ettirdiği ve son yıllarda mücadele alanını Şengal’i de içerecek şekilde genişletmek istediği bilinen bir realitedir. Bu lanetli savaşın Kürtler adına bir kazanım getirmediği, getirmeyeceği dahası kurtarılmış topraklar olan Güney Kürdistan’a zarar verdiği, vereceği de bir başka realitedir. Ancak realitenin bu olması “bırakuji” ye sebebiyet verecek gerilim ve çatışmaların oluşmasına ortam hazırlayacak zemini oluşturmamalıdır. Çözüm için gerekli yol ve yöntemin bulunmasının kolay olmadığı bilinmekle beraber, tarafların elini taşın altına koyması elzemdir. Aksi halde kazanan Türkiye’nin güvenlikçi politikaları daha doğrusu Erdoğan olacaktır.

Çünkü;

     Türkiye tarafından düzenlenen Kararlılık operasyonundan hemen sonra, 15 Haziran 2020’de Pençe-Kaplan operasyonu başlatılmış ve bu operasyon Eylül ayının ilk haftasına kadar devam etmiştir. İlk defa bu kadar uzun süreli bir operasyonun yapılmasının tek nedeni PKK’yi ortadan kaldırma isteği değil, aynı zamanda Güney Kürdistan içlerine doğru 15-20 Km’lik bir alanı işgal etmek olmuştur. Nitekim bu işgal önemli oranda gerçekleşmiştir.

     Fransa Devlet Başkan Macron, Irak merkezi yönetimini ziyaret ettikten sonra Güney Kürdistan’ı da ziyaret etmiş, ancak Erdoğan en azındanMacron’un Kürdistan ziyaretini boşa çıkarmak için 4 Eylül 2020’de Neçirvan Barzani’yi Ankara’ya davet etmiştir. Bu ziyaret PKK ile ortak mücadele başta olmak üzere ikili ilişkilerin ele alınması olarak açıklansa da, gerçekte dünyada yalnızlaşan Erdoğan’ı bir parçada olsa yalnızlıktan kurtarmış ve rakibi Macron karşısında kendisine üstünlük sağlamıştır.

                              Sonuç Yerine

     Türkiye’nin yayılmacı siyaseti, amaç-olanak tezadı ve ülkedeki ekonomik darboğaz nedeniyle gerçekleşebilir değildir.Erdoğan’ın Doğu Akdeniz, Yunanistan, Libya ve Dağlık Karabağ üzerinden uygulamaya soktuğu bölgesel hakimiyet siyaseti kısa süre sonra iflas edecektir. Dahası KKTC’yi Türkiye’nin bir vilayeti gibi yönetmek isteyen Erdoğan, siyasi ömrü yettiği taktirde -sıkışmışlığı nedeniyle- bu amacından vazgeçip adada federasyon sistemine razı olabilecektir. Ancak ne Suriye’de ne de Güney Kürdistan’da işgal ettiği yerlerden kolay kolay vazgeçmeyecektir. Çünkü Kürt -Kürdistan sorunu söz konusu olduğunda Türkiye’deki yöneticilerde bilindik paranoya devreye girmekte, kıyım politikası gündeme gelmekte ve her şey mubah olabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu gerçeğin ders alınması gereken örnekleriyle doludur. Bu anlamda, alışkanlıklarımız olağanlaşmamalıdır.