Sevr’e Giden Yolda Kürt Özgürlük Hareketi Ve Şerif Paşa | Kovara Deng | DENG Dergisi
Kapat

Sevr’e Giden Yolda Kürt Özgürlük Hareketi Ve Şerif Paşa

YazarResmi

İttihadçı - İslâmcılığın Yarattığı Ayrışma

XIX. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, “milliyetçilik” rüzgarlarının Balkanlar üzerinden Osmanlı memleketlerine de yayılarak, çeşitli milletlerin peyderpey Osmanlı’dan koparak bağımsız yaşama geçtikleri bilinmeyen birşey değildir. Nitekim, Osmanlı/Türk olmayan halklarda başlayan bu özgür ve bağımsız yaşama eğilimi, giderek Ermeni ve Süryani gibi Müslüman olmayan halklarla, daha önce “muhtar” bir yaşam sürdürmekteyken doğrudan Osmanlı’ya bağlanan Kürtler’i de etkilemiş ve Sevr’e gelinceye kadar ülke dışında ve içinde 20 dolayında Kürt milliyetçi örgütünün ve bunlara bağlı 15 dolayında Kürt periyodunun kurulmasına yolaçmıştı.

Halife- Padişahçı istibdat rejimini yıkıp yerine parlamenter esasa bağlı bir “sınıf-ı mümtaze” rejimi kuracak olan İttihad ve Terakki Cemiyetleri’nin 5 kurucu üyesinden ikisi de Kürt’tü: Dr. Abdullah Cevdet Bey ve Dr. İshak Sükuti Bey. Hatta, bu hareketin Diyarbekir’deki örgütünün ismi “ Osmanlı- Kürd İttihad ve Terakki Cemiyeti” idi. Amaç, Osmanlı’nın birliği içinde, birlikte ilerlemekti.

1908 Meşrutiyet Devrimi ile II. Abdülhamid despotizmi yıkılmış ve yerine iki Meclisli bir Parlamento kurulmuştu: Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve Ayân Meclisi yani Senato. Bu Meclislerde,  o dönem Osmanlı çatısı altında bulunan tüm halkların temsilcileri bulunuyordu.

Bu aşamada, kimi Parlamento’da bulunan kimi bağımsız mücadele yürüten Kürt aydınlarının öncülük ettiği birçok demokratik örgüt kurulmuş, daha önce dışarda faaliyet gösteren Kürt örgütleri kendilerini feshederek, yayınlarıyla birlikte başkent İstanbul’a taşınmıştı. Öyle ki, Abdülhamid döneminde valilikler yapmış olup, uygulamalarıyla Kürtler’in tepkisini çekmiş olan şair ve yazar Süleyman Nazif ile M. Kemal’le birlikte Teşkilat-ı Mahsusa’da görev yapmış Bediüzzaman Said-i Kürdî (Nursî) bile bu periyodlarda yazılar yayımlamışlardı. (Sözgelimi, Süleyman Nazif’in Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organı Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi’nde yayımlanan “Kürt ve Kürdistan”, “İzmir Kürdistan Değil”  ve Said-i Kürdi’nin “Kürdler’e Sesleniş” konulu yazıları için bkz. Hevi gaz. Sayı:69/ 1998 ve Serbesti Dergisi, Sayı:4/1999).

Bir dönem Kerkük Valiliğine atanan Süleyman Nazif, hiç de iyi bir sınav vermemiş ve üç dilde şiir yazan ünlü hicivci Şeyh Rıza Talabani’nin şiirine şöyle yansıyacaktır:“Kerkük oldu vilayet/ Süleyman ana Vali/ Veyl size ahali!..”

Ailenin şeceresini iyi bilen Taha Toros’un söylediğine göre, İslam halifelerinin emriyle derisi yüzülerek katledilen 14-15 yüzyılların ünlü Hurûfi şairi Seyyid Nesimî’nin 8. göbekten torunu olan Diyarbekirli Küçük Said Paşa’nın oğlu Süleyman Nazif, bu yazılarının birinde şunları söylüyordu:

“Batı’nın en büyük edebiyatçılarından biri, (Dağlar özgürlüğün yuvasıdır) diyor. Kürdistan dağlarında ise, egemen Osmanlı devletinin ihmalinin eseri olan ve güvenliği ortadan kaldıran bir kargaşalık egemendir. Niçin söylememeli, yarıy, tehlikeyi niçin gizlemeli! Kürdler, kendi tercihleriyle Osmanlı yönetimine katıldıkları günden beri hiç bir şefkatli yönetimin yüzünü göremediler. Kişinin zaman ve tutumuna bağlı olan bazı istisnaî dönemler bir yana bırakılırsa, Kürdler’in şu dört yüz bu kadar yıl içinde gördükleri, zulüm vce hakaretten başka bir şey değildir.” ( Bkz. Hevi, aynı sayı).

1918’de “Kürdistan Teâli Cemiyeti”nin kurucu üyesi ve  iktidar partisi Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile “Kürdistan’a özerklik” bağlamında yapılan anlaşmanın imzacılarından  olan Bediüzzaman Said-i Kürdî ise, bu periyodlarda yayımladığı yazılarda, özellikle “İslâmiyet, Milliyet ve Eğitim- Aydınlanma” üzerinde duruyor ve sözlerini şöyle noktalıyordu: “ Okumak, yine okumak, yine okumak! Sonra birbirimizin elini sıkı tutmak, birleşmek, ittifam âleminde yaşamak!” (Agy)

 “Osmanlı İttihad ve Terakki Fırkası” adıyla partileşen bu hareket, 1912 Selanik Kongresi ile tümüyle Balkanlı ve Kafkaslı unsurların eline geçmişti. Bu Fırka, 1913’teki Babıâli baskınıyla iktidarı elegeçirmiş ve toplumu Alman militarizminin yedeğinde I. Dünya Harbi’ne sürüklemektedir...

1869- 1927 yılları arasında yaşamış olan Süleyman Nazif, ilginç bir kişiliktir. “Ağzından alev saçan şâir” olarak nitelendirilen S. Nazif’i, ölümünden sonra ünlü Kürt aydını Dr. Abdullah cevdet şöyle değerlendiriyordu: “O bir bal arısıydı. Fakat bal yapmaktan ziyade insanları sokmaktan lezzet alıyordu...” (Bkz. Tarih ve Düşünce, Sayı:34/ 2002).

Gerçekten de, Meşrutiyet’ten sonra Kürt periyodunda üstteki sözleri söyleyen Nazif, Güney Kürdistan’daki valiliği sırasında yaptıklarıyla Şeyh Rıza Talabani’yi isyan ettiriyordu. O, bazı gazetecilerin İttihadçılarca katledilmesi karşısında, “istibdadçı” suçlamasıyla 1908 Meşrutiyetiyle iktidardan uzaklaştırılıp Beylerbeyi Sarayı’nda hapsedilen Abdülhamid’in yanında durmaktan geri kalmaz:

Padişahım gelmiş iken yâda biz

İşte gördük senden istimdâda biz

Öldürürler başlarsak feryâda biz

Hasret olduk eski istibdâda biz.

Dembedem coşmada fakr u ihtiyâç

Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç

Memleket mâtemde, öksüz taht u tâc

Hasret olduk devr-i istibdâda biz.

XX. yüzyıl savaşlarla başlamış ve Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmaktadır. Bu aşamada, Balkanlar’da kaybettiklerini Kafkasya ve Orta Asya’da aramaya koyulan İttihad- Terakki yönetimi, Ortadoğu ve Uzakdoğu’da hesapları bulunan Alman militarizminin kolunda Birinci Dünya Savaşı’na girecektir. Emperyalist amaçları kamufle etmek için, Hazret-i Muhammed’in savaşlarda kullandığı “Sancağ-ı Şerif” ortaya çıkarılmış ve Şeyhülislamlık makamından bu savaşın “Harb-ı Mukaddes” yani (Kutsal din savaşı) olduğu yolunda fetva çıkarılmıştır...

 Bunun için, Mehmed Akif gibi kalemi güçlü Teşkilat-ı Mahsusacılar ile Osmanlı- İslam ulemasının harekete geçirilmesi gerekmektedir, öyle de yapılır. Böyle bir Türk/ Tatar heyeti hazırlanarak, Türkçülerden Yusuf Akçura’nın başkanlığında Berlin’e gönderilir. Daha önce Genelkurmay Ataşe Arşiv Müdürlüğü yapmış olup, konuya ilişkin bir çalışma yapan Dr. Ahmet Tetik, “Teşkilat-ı Mahsusa Grubu Avrupa’da/ Rusya Müslümanları’na Uyanın Çağrısı” konulu yazısında, özetle şunları söylüyor: “Birinci Cihan Harbi öncesinde Enver Paşa’nın emriyle kurulan Teşkilat-ı Mahsusa, savaşla birlikte istihbarat faaliyetlerine girişti. Yusuf Akçura yönetiminde Avrupa’ya gönderilen heyetin ilk amacı, Rusya’da yaşayan Müslümanları harekete geçirecek propaganda yapmaktı.” (Bkz. Atlas/ Tarih Dergisi, Sayı:26/2014).

Lemi Özgen ise, onun Berlin’deki misyonunu şöyle özetliyor: “Mehmet Akif’in Berlin’deki görevi Almanya’nın savaştığı Fransız ordusundaki Müslüman askerlere savaş bıraktırmaktı. M. Akif’in hazırladığı beyannameler Alman savaş uçakları tarafından Fransız askerlerine atıldı.” (Bkz. K(itap), Sayı:146/ 2009).

“Arnavut” kökenli ama milliyetçiliğe karşı olduğunu söyleyen “İstiklal Marşı” şairi M. Akif, “İslam” adına Almanlar’ın güdümünde propaganda faaliyetlerine katılırken, milliyetçiliğe şu sözlerle karşı çıkıyordu:

“Milliyetçilik fikrini şeytan mı soktu zihninize/Birbirinden farklı bu kadar milletleri

Aynı milliyetin altında tutan İslam’ı/Temelinden yıkacak zelzele milliyetçiliktir.”

Balkan halklarının özgürleşme mücadelesine karşı çıkan Akif, hızını alamayarak sözlerini şöyle sürdürecektir:

Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı

Hani milliyetin İslâm idi. Kavmiyyet ne?

Arnavutluk ne demek var mı şeriatta yeri?

Arab’ın Türk’e Laz’ın Çerkes’e yahut Kürd’e

Acemin’in Çinli’ye üstünlüğü var mı?

Türk Arap’sız yaşamaz, kim ki yaşar der delidir

Arap’ın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir.

Veriniz başbaşa... Zira sonu apaçık hüsran

Ne hilafet kalıyor ortada billahi ne din

Medeniyet size çoktan beri diş biliyor.”

Bu emperyalist savaşı, bir “cihad” yani “İslâm savaşı” olarak ilan eden İttihadçı- İslamcı Hareketin yanında Avrupa’dan Arap yarımadasına kadar propaganda faaliyetlerine katılan Akif’in, “Teşkilat-ı Mahsusa” üyesi olduğunu ilk söyleyenlerden biri, 1915 Ermeni Soykırımı sırasında Diyarbekir ilinde Kaymakamlık yaparken Ermeniler’i koruduğu için İttihad yönetimince katledilen Hüseyin Nesimi’nin oğlu yazar Abidin Nesimi olmuştu. (Bkz. A. Nesimi: Şair Mehmet Akif Ersoy da Teşkilat-ı Mahsusa’da Çalışmıştı; Vatan gaz. 29.9.1977).

Bu konuda çalışma yapan Kadir Kon da “I. Dünya Savaşı’nda Yeni Bilgiler Işığında Mehmed Âkif’in Almanya Seyahati; Toplumsal Tarih, Sayı: 217/ 2012 ve Milli Şair Mehmed Akif, aslında bir Teşkilat-ı Mahsusa Neferi Miydi?, Derin Tarih, Sayı:51/2016” konulu iki yazısında, onun bu konumuna dikkat çeker ve propaganda için 1913/14 yıllarında Almanya’ya gönderilen kimi isimleri şöyle sıralar: “ Şark İstihbarat Birimi’nin faaliyetlerinde görev alan kimseler Alman akademisyen ve şarkiyatçılardan oluşmakla birlikte, Osmanlı Devleti tarafından gönderilen dini yönü ağır basan şahsiyetler de burada görev yapmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa kanalıyla gönderilen kimseler arasında Mehmed Akif, Abdülaziz Çaviş, Abdürreşid İbrahim, Şeyh Salih El- Tunusî... gibi kimseler yer almıştır. Almanya’ya İlk gönderilenler ise Sebilürreşad’ın başmuharriri ve şair Mehmed Akif ile Şeyh Salih El-Tunusî olmuştur.” (Bkz. Toplumsal Tarih, 217/ 2012, s. 85. Bu konuda ayrıca bkz. M. Bayrak: Alman Emperyalizminin Türkiye İle Kürdistan’a Girişi ve Ziya Gökalp; Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm içinde, Özge yay. Ank. 1999).

Mehmed Akif’in yanından ayrılmadığı ve sıklıkla poz verdiği generallerden biri ise, bu aşamada soykırımlara katılan, hem 1921’de Koçgiri’de büyük bir katliam yapan hem de 1922’de Ege bölgesinde “Sancağ-ı Şerif” altında Rumlar’ı katleden ve kendisi gibi Arnavut kökenli olan Sakallı Nureddin Paşa’dır...

Mehmet Akif, “Sancağ-ı Şerif” altında savaş çığırtkanlığı yaparken; bir yandan Balkanlar’a ağıt yakıyor (bkz. İ. Öztürkçü: Hakkın Sesleri/ Mehmed Âkif’in Balkanlar’a Ağıtı; Tarih Bilinci, Sayı:17-18/ 2012), bir yandan da Tevfik Fikret gibi savaş karşıtlarına hakaretler yağdırıyordu. M. Akif, bu aşamada yazdığı bir şiirinde şöyle diyordu:

Balkandaki yangın daha kül bağlamamışken

Bir başka cehennem çıkıversin, bu ne erken!

Lakin bu cehennem onu yıldırır mı? Asla!

İlâya seğirtip duruyor nâmını hâlâ.

M. Akif’in bu savaş çığırtkanlığına karşı T. Fikret, başta Bakırköy Hastanesi’nin kurucusu, arkadaşı Dr. Mazhar Osman Uzman olmak üzere çevresine şöyle haykırıyordu: “...Niye bu adamlara (harp etmeyelim, delilik ediyorsunuz!) demiyorsunuz? Hiç, çelikle et döğüşebilir mi? Ölenlere yazık değil mi? Balkan Harbini yaptık, İtalyan Harbini... Bunlar bitmeden, biz çoktan bittik. Şimdi bu harbe, Allah aşkına, niye girdik? Ben mi yanlış düşünüyorum? Niye susuyorsunuz?” (Bkz. M. Bayrak: Tevfik Fikret ve Devrim; 1. Bas. 1973, 2. Bas. 1989, s. 43).

Fikret, bununla da yetinmiyor ve öldüğü 1915 yılında, bir bölümünü ilk kez Sabiha Zekeriye Sertel’in 1945’te, tamamını ilk kez bizim yayımladığımız “Harb- ı Mukaddes” destan-şiiriyle şöyle haykırıyordu:

“Ey dini siyânet diye hep herze yazanlar/ Az geldi evet sanki o Balkandaki kanlar” (Ey, dini koruyoruz diye saçmalayanlar; evet, sanki o Balkanlar’da dökülen kanlar az gelmiş gibi); Teşvik ediniz şimdi cehennem ile artık/ Allah ile peygamberinin emrini nâtık/ Âyât ü ehâdis ile milyonları harbe/ Kalbeyleyiniz herkesi bir kanlı türâbe... (Dini kullanarak toplumu kana bulayınız)”

Âkif’in Yoldaşı, Kemalizmin Kırbacı Süleyman Nazif’e Gelince...

Ahmet Haşim’in “kelimelerin serdarı” olarak nitelendirdiği S. Nazif de, “Balkan Savaşı’nın memleketin başına felaketler yağdırdığını” kabul ettikten sonra; “İstanbul’un minaresiz, minarelerin ezansız kalmasından” korkuyor ve şöyle haykırıyor: “Ey Müslüman evladı, ey Türkoğlu! Bu güzel şehrin eşsiz göğüne doğru en güzel birer mısra şeklinde yükselmiş olan minarelere daima şefkat ve hürmetle yüzünü çevir. (...) Ve kat’i olarak bil ki, İstanbul minaresiz ve minareler ezansız kalırsa hepsi yetim olur. Ve hepimiz yetim oluruz...” (Derin Tarih,50/2016)

Savaş, Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlandıktan sonra, 1918’de Mustafa Kemal ve kardeşi Faik Ali (Ozansoy)la birlikte -haklı çıkan- Tevfik Fikret’in Aşiyan’daki Müze- Evini ziyarete gidecek ve anı defterine şunları yazacaklardır: “Tavaf-ı tahatturunda bulunmakla mübahi perestişkâran-ı Fikret...” yani (anma ziyaretinde bulunmakla övünerek, Fikret’e tapanlar...)

Süleyman Nazif, Mütareke döneminde İstanbul’un işgali üzerine ünlü “Kara Bir Gün” (Hadisat gaz. 9 Şubat 1919) makalesini yayımlayacak ve İngilizler’ce birçok arkadaşıyla birlikte Malta’ya sürülecektir.

Üstte de vurguladığımız gibi, Abdülhamid saltanatına son verip “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” şiarıyla Meşruti yönetimi getiren İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından Dr. Abdullah Cevdet Bey başta olmak üzere çok sayıda Kürt aydını, 1912 Selanik Kongresi’nin ve 1913’te iktidarı ele alan İttihad ve Terakki Fırkası’nın “çıkıştaki amaçlara ihanet” niteliğindeki uygulamaları karşısında bu Hareketten ayrılarak özgün Kürt örgütlerine geçmişlerdi. Cemiyet’in kurucu üyelerinden Diyarbekirli Dr. İshak Sükuti 1912’de vefat etmeseydi, büyük ihtimalle o da bu yeni yapılanmayı ve politikaları içine sindiremeyecek ve ayrılacaktı. Nitekim, 1924’te Ordudan ayrılıp doğrudan Kürt silahlı mücadelesinde yer alacak olan İhsan Nuri Paşa dahil, çok sayıda Kürt aydını bu oluşumdan ayrılmıştı.

Dr. Naci Kutlay, salt Bedirhan Bey’in çocuklarından, önce harekete destek verip ardından ayrılan Bedirhaniler’i şöyle sıralıyor:

1-Osman Bey (1879 başkaldırısını yönetti), 2- Hüseyin Bey ( 1912’de idam edildi), 3- Mithat Bey (1898’de Kürdistan gazetesini çıkardı), 4- Kâmil Bey (Kürdistan özerkliği için çalıştı ve 1917’de Rusya tarafından Erzurum Valiliğine atandı), 5- Halil Rami Bey (Malatya Mutasarrıflığı yaptı), 6-Hasan Bey ( 1910 seçimlerinde Kürdistan’dan milletvekili seçildiği halde kardeşi Hüseyin ile birlikte tutuklandı ve gördüğü işkenceden sakat kaldı, 7- Abdurrahman Bey (Mithat’tan sonra Kürdistan gazetesini çıkardı ve Avrupa’da İttihadçılar’la birlikte çalıştı), 8- Bahri Bey (Şeyh Ubeydullah Hareketi’ne katıldı), 9- Emin Ali Bey (1851- 1926 yılları arasında yaşadı. Hukukçu ve adliye müfettişliği yaptı. 1908’de Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından ve I. Dünya Savaşı’ndan sonra Kürt Teâli Cemiyeti yöneticiliği yaptı; 10- Abdürrezzak Bey (Necip Paşa’nın oğlu. İstanbul Valisi Rıdvan Paşa’nın öldürülmesi olayında suçlandı; 1918’de İttihad ve Terakki yönetimince Musul’da idam edildi, 11- Süreyya Bey (Emin Ali Bey’in oğlu,1883- 1939 yılları arasında yaşadı, en son Mısır’da Kürt ulusal hakları için çalıştı), 12- Celâdet Bey (Emin Ali Bey’in oğlu, 1893- 1951 yılları arasında yaşadı, XOYBÛN’un en verimli üyelerinden), 13- Kâmuran Bey (Emin Ali Bey’in oğlu, 1895- 1978 yılları arasında yaşadı. Sorbon Üniversitesi’nde Kürdoloji çalışmaları yürütüyordu), 14- Hikmet Bey (Emin Ali Bey’in oğlu, önce İttihadçılar’la çalışmış ve Konya’da müdürlük yapmıştı), 15- Bedirhaniler’den Türkiye’de kalan ve Kemalist rejimin yanında yer alan Tahir Bedirhan Bey’in oğulları değişik soyadları aldılar: Yazar ve Tarihçi Cemal Kutay veya Halit Bedirhan Bey’in oğlu Maarif Bakanı Vasıf Çınar gibi... (Bkz. N. Kutlay: İttihat Terakki ve Kürtler; Beybun yay. 3. Bas. Ank. 1992, s.78-79).

İşte, bu aşamada Kemalizm’in yanında saf tutarak, Kürt taleplerini boşa çıkarmak üzere Erzurum, Amasya ve Sivas’ta düzenlenen kongrelerde aktif görev alan güdümlü bir Kürt grubu da bulunuyordu ki, bunların baş ideologlarından biri Süleyman Nazif’ti. 1919 yılında Erzurum Kongresi’ni düzenleyen Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetinin 50’yi aşkın delegesinin büyük bölümü bu türden şahsiyetlerden oluşuyordu. Bu Kongre, “Türklük- Kürtlük- Ermenilik” ayrımına karşı çıkarken; asıl amaç Kürt- Ermeni yakınlaşmasını ve Paris Barış Konferansı’nda öngörülen Kürt ulusal haklarını engellemekti.

57 yıllık kısa sayılacak ömrüne birçok idarecilik görevinin yanısıra 30’a yakın eser sığdıran S. Nazif, II. Meşrutiyet’in coşkulu günlerinde Dr. Abdullah Cevdet’in ve Mevlanzâde Rifat’ın etkisiyle Kürt hareketine yakın görünse de, sonradan İttihadçı- İslamcılığa evrilen Türk- İslamcılar’ın yanında yer almış ve Kürt özgürlük hareketiyle sembol isimlerine  tepkili olmuştur ki, bunlardan biri de döneminde en yaygın Kürt demokratik örgütü olan Kürt/ Kürdistan Teali Cemiyeti ve Kürt toplumu adına Sevr Barış Konferansı’na katılan Şerif Paşa’dır.

Fırtınalı Yıllarda Kürt Diplomasi Temsilcisi Şerif Paşa

“Pirince giderken bulgurdan olmak”la karşı karşıya kalan İttihad ve Terakki yönetimi, adeta sonucu belli bir maceraya girişmişti. 1913’ten başlayarak önce siyasi, 1914/1915’ten itibaren de Ermeniler, Süryaniler ve Êzidî Kürtler üzerinde fiziki soykırım yapan İttihadçılar’ın Alman militarizmiyle birlikte yürüttüğü Savaşın sonucunu önceden gören İngiliz ve Fransız devlet temsilcileri, daha 1916’da aralarında “Sykes- Picot Anlaşması”nı imzalamış ve Osmanlı’nın kaderini belirlemişlerdi...

Bu bir siyasal ve toplumsal gerçeklikken, İttihad- Terakki yönetiminden Talat Paşa’nın önerisiyle, Kürdistan/ Amed’li Yahudiler’den olan Ziya Gökalp öncülüğünde bir etno- politika komisyonu oluşturuluyor ve bu komisyon “Türk- İslam” ekseninde ideolojik altyapı raporları hazırlamaya koyuluyordu. Bu bağlamda; Esat Uras’a “Ermeniler”, Dr. Friç adıyla Arnavut kökenli Naci İsmail (Pelister)e “Kürtler” ve “Aşiretlerin İskânı ve Asimilasyonu”; Çerkez kökenli Baha Said’e “Aleviler, Bektaşiler ve Kızılbaşlar” konusunda raporlar hazırlatılıyordu.

Dahiliye Vekaleti’ne ve Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak çalışan “Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi” yani Göçmen İşleri Genel Müdürlüğü adına hazırlanan bu raporların tümü, “etno- dinsel temizliği, tek- tipleştirmeyi ve Türk- İslamlaştırmayı” hedefleyen çalışmalardı. Nitekim, tez zamanda uygulamaya geçilmiş ve I. Dünya Harbi şartlarında gerçekleştirilemeyen hedefler ise Kemalist rejime bırakılmıştı. M. Kemal’in, Rıza Nur aracılığıyla Malta sürgünü dönüşü Ziya Gökalp’a yeniden “Kürt Aşiretleri” üstüne bir çalışma yaptırması, bu amaç içindi.

  • ETİKETLER: KurdKurdistanDengGüneyKürdistanRojavaRojhelat